392
KASIM-ARALIK 2016
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
KORUMA

İstanbul’un Cumhuriyet Dönemi Simgesi: AKM

Zafer Akay, Mimar

2008 yılından beri kapalı olan İstanbul’un ilk opera binası AKM, hem konumu hem de temsil ettiği değerler nedeniyle tehdit altında. Çürümeye terk edilen yapı yerine yapılması planlanan her proje başka bir tartışma konusunu beraberinde getiriyor. Yazar AKM’ye yöneltilen saldırıların nedenlerine odaklanırken bir yandan da AKM’nin neden korunması gerektiğinin altını çiziyor.

Cumhuriyet döneminin başlarında İstanbul önemli mimarlık olaylarına sahne olmaz görünür. modernizm oldukça marjinaldir kentte. İstanbul’un ilk modernist yapıları arasında bir iki elektrik şirketi yapısı ve Mallet Stevens'ın Mecidiyeköy Likör fabrikası sayılır. Konut yapılarında ağırlıklı olarak savaş öncesinin seçmeci, neo-barok üslupları daha belirgindir. 1930’ların ikinci yarısında kübik villalar ve apartmanlar artarken, II. Ulusal Mimarlık akım da belirginleşir. Kadıköy Halkevi ve Karaköy Yolcu Salonu da 1930’ların sonunda iki simge yapı olarak boy gösterirler mütevazı ölçekleriyle. Prost planı kenti şekillendirmeye başlarken, Prost'un yaklaşımına aykırı olarak, Cumhuriyet tarihî merkeze de tartışmalı iki yapıyla damgasını vurur: Tarihselciliği kuşku götürmeyen İÜ Fen Edebiyat Fakültesi ile modernizme geri dönüşü belgeleyen Adalet Sarayı. Kentin oluşmakta olan yeni merkezi ise, düzenlenen büyük parkın iki noktasında iki spor yapısı, İnönü Stadyumu ve Spor Sergi Sarayı ile taçlanır. Kente uyum ve referans kaygısı güden İnönü döneminin II. Ulusalcı ya da modern-neoklasik simgelerine karşıt olarak, 1950’lerin DP dönemi simgeleri, modernizmi kente uyum sağlamak şöyle dursun, çelişki yaratıcı ve dönüştürücü müdahaleler olarak kente yerleştirirler. Tarihî merkezin orta yerinde, Roma dönemi yapıları üstünde yükselen İstanbul Belediyesi binası kaçınılmaz olarak “modernite”nin tarihî kentteki belirgin hatası olarak algılanacaktır. Dönemin en önemli odağı haline gelen Hilton Oteli de Gezi'yi Maçka Parkı’na bağlayan yeşil aksın ortasına kapitalizmin bütün sertliğiyle yerleşir. 1960’lar, modernizmi bir adım ileriye götürerek kente brütalist konaklama yapılarıyla bazı minör simgeler kazandırır. Sonunda, Cumhuriyet ve modernite, gerçek simgesini Opera’nın başkalaşmış biçimi olarak Taksim meydanına yerleşen Atatürk Kültür Merkezi ile 1970’lerin sonunda bulacaktır. Ancak yerini hiç kolay bulamamış olan bu simgenin bugün de yerinin pek sağlam olmadığını görmekteyiz.

İlk bakışta sıradan bir yapı gibi algılanabilen AKM, ülkenin en temel ideolojik çelişkisini yansıtmak gibi önemli bir görev üstlenmiş bir yapıdır. İnşaatın henüz fazla ilerleyemediği 1950’lerde, adı henüz tam olarak konmamış bir “opera” yapısı olarak ilk kez dönemin “lideri” Adnan Menderes tarafından reddedilip kaderine terk edildiğinde başlayan bir çelişki gibi görünür bu. Yapımına hemen savaş sonrasında, 1946’da başlanmış olan “opera”, DP döneminde muhafazakar siyaset tarafından ‘maazallah’ büyük bir tehdit olarak algılanmıştır. Auguste Perret ön projesine göre yapımına başlanan, tamamlanması için 1953 yılının hedeflendiği yapı, yarım kalmış, giderek eskiyen bir inşaat olarak kent merkezine yıllarca damgasını vurmuştur.(1) Bu durumun Ankara ile İstanbul arasında kültürel bir ayrıma da yol açmış olduğu söylenebilir. Ankara’da 1948’de tamamlanmış olan Opera ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası etkinliklerini sürdürerek kültürel yaşamı zenginleştirirken, İstanbul’da 1940’larda yeni oluşmakta olan Şehir Orkestrası, çeşitli sinema salonlarını kullanır ve giderek önemini kaybeder. Kent 1960’lar boyunca “opera”sını beklerken, gelişen ve giderek başta sinema olmak üzere tüm kültürel üretimi domine eden pavyon kültürü giderek ülkeyi saracaktır.

Bu açıdan bugün gelinmiş olan “barok opera” konsepti Türkiye için kuşkusuz bir gelişme, bir nevi modernleşme göstergesidir. Yine de günümüzde, AKM’ye Miniatürk’te bile yer verilmediğini düşünürsek, bu ideolojik çelişkide modern mimarlık önemli bir yer tutuyor görünüyor. Günümüzün sahte tarihsel simgelerle donatılan İstanbulunda modern mimarlığın kente katkısı bütünüyle inkar ediliyor. Modernizmin neye tehdit oluşturduğu kuşkusuz önemli bir soru. Cevap sanırım “en başta sahtelik ve yalanlarla ayakta tutulmaya çalışılan bir tür neo-oryantalist popülizme” oluyor. Bazı yerlerde “yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan, genel olarak Osmanlı kültürüne, özel olarak da “klasik dönem” Osmanlı mimarlılığına herhangi bir duyarlılık taşımadığını çeşitli biçimlerde ispatlayan, temel anlayışı Dolmabahçe Sarayı gibi Batılılaşma dönemi örneklerini olabildiğince yaldızlı olarak çeşitli biçimlerde taklit etmek olan bir anlayış da böyle bir yaklaşıma benzese gerek.

AKM temelde, 1960’ların “geç modernizm” anlayışına uygun olarak, yarım kalmış bir projenin, tevazu ile yeniden ele alındığı bir yapıdır. Hayati Tabanlıoğlu da, Mies’in yolunda, klasik ile modern arasında çelişki görmeksizin, Perret’in simetrik kütlesine uyguladığı bu mütevazı revizyon ile kendi başyapıtına imza atmıştır. Aslında bu anlayış, Rüknettin Güney

ve Feridun Kip’in 1940’ların sonunda yaptıkları, cepheyi giriş kotu üstünde saydamlaştıran revizyonda da belirgindir. AKM, olağanüstü başarılı olarak, ancak 1960’lar Türkiyesi için bile oldukça uzun bir sürede detaylandırıldı ve uygulandı. AKM’nin, uzun vakit kullanabilen memur mimarlar tarafından mimari detaylarının hazırlanabilmesi bakımından, ülkenin diğer prestij projelerinden, aynı mimarın eseri olan Atatürk Havalimanı’na ve Şekip Akalın’ın Ankara Garı’na benzediği söylenebilir. Pek sorgulanmamış olan yangın da yapım süresini katmerlemiş oldu. 12 Mart öncesi karanlık bir döneme rastlayan, sadece Türkiye’de rastlanabilecek vahim bir ihmal olarak görünen bu olayın detaylarını kesin olarak bilemiyoruz. Sabotaj olasılığının sigorta konularıyla ilişkili olabileceği söylenmekte. Asıl sorunun tıpkı bugün de sıklıkla rastladığımız gibi, yapıların teknik altyapı tamamlanmadan, eksik personelle açılması olduğunu Hayati Tabanlıoğlu'nun güncel basına yansıyan kaygılarından anlayabilmekteyiz.

Yapı 1970’teki yangının arkasından, 7 yıllık bir onarım süreci geçirdi ve 1978’de yeniden kullanıma açıldı. Atatürk Kültür Merkezi’nin ülkenin kültürel yaşamına zenginlik katan bir mekân olarak önemi ortadadır. 1970’ler boyunca gazino kültürü ile alt alta üst üste yaşayan Devlet Opera ve Balesi, yapının açılmasından sonra birçok etkinlik sahneleme fırsatı buldu. AKM uluslararası bir etkinlik merkezi olarak kentin en önemli odağı ve nirengi noktası oldu.

AKM’nin, dönemin tanınmış sahne uzmanı Willi Ehne’nin katkılarıyla tasarlanmış, ancak bugün tümüyle yok edilmiş olan sahne sistemi ve fuayesi kuşkusuz ülkenin en başarılı iç mekân tasarımları arasındaydı.(2) Fuayenin sarmal merdiveni, iç mekânlar açısından fazla zengin olamamış modern mimarlık tarihimizin nirengi noktalarından biriydi. Birçok iç mekânını kaybetmiş olan İstanbul’da bu eksiklik bugün pek önemsenmiyor gibi.

Yapının talihsizliği ise belki daha çok meydana bakan cephenin tasarımıyla ilgili görünüyor. Bu konuda ileri geri birçok görüşe rastlanabiliyor. Kimine göre kente açılan bir pencere, kimine göre ekran, kimine göre de metalik kıpırtılar içinde dev bir tiyatro perdesi… Kimine göre fuaye giriş kotunun alçak oluşu nedeniyle yapının meydana hakim olamayışı, kimine göre de güneş kırıcılarının görsel anlamda eskimiş oluşu yapının geniş halk yığınları tarafından beğenilmesine engel oluyor. Hayati Tabanlıoğlu’nun aslında bu konuda cesur kararlar verdiği anlaşılıyor: Öncelikle yapıyı meydan yönünde tümüyle saydamlaştırmak ve bir zamanlar İstanbullular için bir buluşma mekânı olan, yapının önündeki küçük açık alan ile bütünleşen bir alt fuaye yaratmak. Böylece tasarımda, batı yönlenmeli saydam cepheyi güneşten korumak için gereken güneş kırıcılardan başka, cepheye koyu renkli kimliğini kazandıran camların da yansıtıcı özelliği önem taşıyor.

Yapının, 2000’lerin sonundaki Murat Tabanlıoğlu liderliğindeki yenileme çabasında da bu koyu rengin yerini beyazın alışı dikkat çeken bir ayrıntı olsa gerek. Bu çabanın başlarında, denetleyici kurullar tarafından yapıya fazla korumacı yaklaşıldığı da kuşkusuz düşünülebilir. Bu nitelikte bir yapının işlev ve teknoloji açısından yenilenebilir oluşunu kabul etmek gerek. Ancak bütün bu sürüncemeli onarım sürecinde, yapının üstlendiği ideolojik görev bir anlamda Gezi olayları sırasında yeniden hatırlanmış oldu. AKM, bu ideolojik çerçevede, kente çağdaş müziği, bale ve dansı sunan bir yapı olmanın oldukça ötesinde, Esra Akcan’ın kapsamlı değerlendirmesinde gösterdiği gibi,  artık gezi ile birlikte toplumsal hareketin belleğini temsil etmeye başladı.(3) AKM artık yalnız Cumhuriyet'in değil, “direniş”in de simgesi olmayı başardı. Bu nedenle yapıya bugünlerde yoğunlaşan saldırıları böyle de okumak gerekiyor sanırım.

Bugün toplumda, AKM’nin yalnızca kentte Cumhuriyet döneminin en önemli simgesi olarak, modern mimarlık mirasının da en önemli örneği olarak korunmasından başka, kültürel yaşamın ihtiyaç duyduğu bir mekânın kaybedilmesine yönelik bir tepki de kendini hissettiriyor. Öte yandan, cephenin siyasi mesaj taşıyan bir ekran olarak kullanılması da belki kasıtlı olarak bir mimarlık objesi olarak gündemde tutulabilmesini engelliyor. Bugün yapıya yönelik ortaya konulan tehditlerin arkasında ise yeni bir “opera” ihtiyacı öne çıkıyor. Nasıl bir mantıkla toplumun bir barok operaya ihtiyacı olduğu düşünülebilir? Burada vurgulanmak istenen toplumun modern bir kültür merkezi yerine, Hasan Ali Yücel döneminin çeviri yoluyla klasik Batı kültürünü tanıtma hareketi gibi “opera”nın klasik ya da barok dönemini canlandırma amacı mı güdülüyor? Opera dünyasında “barok” akımının bir yeri var mı? Yoksa kastedilen sadece kentin meydanını tanımlayan yüzeyin modern mimarlık yerine, yaldızlı bir neo-klasik ya da neo-barok Batı öykünmeciliği ile biçimlenmesi mi bu kadar önemli bir amaç? Bunları bir kenara bırakırsak, bizatihi “opera” bizim kültürel gelişmemiz için nasıl bir işlev üstlenecek? Yoksa bu durum 100 yıl sonra “opera”yı keşfeden Arap dünyasının bir etkisi mi? Ancak onlar neo-barok filan değil, ultra modern opera yapıları inşa ediyorlar, örneğin Dubai’de. Öte yandan, en azından 75 yıllık Devlet Opera ve Balesi tasfiye edilmeye çalışılıp yerine mehter takımı konmaya çalışılırken nedir bu opera merakı?

Bugün mimarlık açısından gündemde hak ettiği yeri bulamayan AKM, bazı muğlâk amaçlara feda edilmek istenmekte görünüyor. Oysa AKM, 20. yüzyıl İstanbulunun, özellikle 1970’lerdeki petrol krizi döneminin olanaksızlıklarında gerçekleştirilmiş, kent için olağanüstü değerdeki bir yatırım olarak, bugün artık çok merkezli olmak zorunda olan megapolün diğer merkezleri için gerçek bir modeldi. İstanbul’un hak ettiği, sadece yaşayan bir AKM değil, örneğin Beylikdüzü’nde, Başakşehir’de, belki Sancaktepe’de, benzer değerde, fakat farklı yerel niteliklere sahip, 21. yüzyılın koşullarında biçimlenmiş yeni kültür merkezlerine sahip olmaktı. Kentin bu çağda oluşmakta olan bu yeni kent merkezlerinin yeni simgeleri de, dönemin benzeri ürünleri gibi, doğal olarak bu çağın anlayışını yansıtacaktı. İstanbul bugün artık bu çoğulluğun farkına varamayarak, kentin sahip olduğu değerleri yok etmeye odaklanmış bir ideolojik çatışmayı sırtından atacak bir uyanışa ulaşmak zorunda.

KAYNAKLAR

Akcan, Esra, 2013, “Bir Cepheyi Paylaşmak: Parşömen Olarak AKM ve Toplumsal Bellek”, Mimarist, sayı: 48, s. 85-92.

Cumhuriyet Devrinde İstanbul , 1949, İstanbul Belediyesi, İstanbul.

Tabanlıoğlu, Hayati, 1979, Atatürk Kültür Merkezi, T.C. Bayındırlık Bakanlığı Yapı İşleri Genel Müdürlüğü, İstanbul.

 

NOTLAR

1. Cumhuriyet Devrinde İstanbul, 1949.

2. Tabanlıoğlu, 1979.

3. Akcan, 2013.

Bu icerik 5014 defa görüntülenmiştir.