380
KASIM-ARALIK 2014
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MESLEK ETİĞİ

İnşaat Çılgınlığı, İnşaat İşçilerinin Suçu ve Mimarın Masumiyeti

Haydar Karabey, Prof. Dr., MSGSÜ, Mimarlık Bölümü

İnşaat sektöründeki büyümenin ne kadar sınırsız ve kontrolsüz olduğuna değil, ne kadar hızlı olduğuna odaklanan politikaların sonucunda ortaya çıkan en büyük sorunlardan biri, iş ve işçi güvenliğindeki eksiklikler. Yazarın “çılgınlık” olarak nitelediği bu büyüme ve kontrolsüzlük sonucu yaşanan vahim olaylar, sorumluluğun kimde olduğu tartışmalarını körükledi. Mimarlar kimilerine göre sadece projenin tasarımından sorumlu olarak görülürken, kimilerine göre ise projenin sonucunu üstlenen ama ara süreçlerden kendini bağımsız gören bir tanımı kabul etmiyor. Yazar ise konuya meslek etiği çerçevesinden bakarak çağın mimarlık yaklaşımını sorguluyor.

Bu yazıda son dönemde ülkede süregelen inşaat çılgınlığı karşısında mimarın konumunu irdelemeye çalışacağım. Belki hemen mimarın bu süreçte birincil aktör olarak rol almadığı söylenebilir, böylece mimar aklanabilir ve konu kapatılabilir. Konu basite indirgenirse bu bir gerçektir. Ancak kanımca sorumlu bir aydın olarak çağı karşısında davranışı, taraf alışı, duruşu, üretim süreçlerinin önemli bir aktörü olması yanı sıra konumu nedeniyle süreçteki meşrulaştırıcı rol oynama durumunu da irdelemek gerek mimarın. Şöhret olmanın dayanılmaz keyfi ve yarattığı dokunulmazlık payı da yabana atılmamalı. Ama önce konunun inşaat çılgınlığı yönüne bir bakalım.

İNŞAAT ÇILGINLIĞININ SAHNE ARKASI

Aslında en azından bir on yıldır dile getirilen bir konu yaşamakta olduğumuz “inşaat çılgınlığı”. Bu konuda o kadar çok konuşuldu ki, ardındaki mekanizma, ilişkiler yumağı artık hiç de gizli değil ve giderek her kesim tarafından apaçık bir biçimde anlaşılabiliyor. Yine de yakın geçmişten günümüze doğru hızlı bir yolculuk yapmak için kimi metinleri anımsatmak isterim. Bu konuda kendi görüşümü bir kez daha aktararak başlayayım:

İnşaata Dayalı Büyüme Sürdürülemez

“Bu kentteki her boş alan, yeşil alan veya kamusal mekân yerel ve küresel yatırımcılar gözünde bir ‘arsa’dır. Her yapı da yerine daha verimlisi, daha gösterişlisi yapılabilecek bir yatırım alanı. İstanbul, ‘küresel metropoldür, marka kent olarak pazarlanmalıdır’ söylemi ile bu sürecin algı altyapısı çoktan hazırlanmıştır. Artık inşaat sektörü, siyasal ve yerel yöneticilerin öncülüğünde açılan her alana, her fırsatta büyük bir iştah ile girişiyor. Gerekçeleri ve eleştiriler karşısındaki savunmaları ise bilindiği gibi hep ‘bu sektörün ekonominin motor gücü, yan sektörlere yaygın katkısı, istihdam hacmi’ gibi olacaktır. Ekonomik olarak sürdürülemezliği tüm dünyada bilinen bu inşaat ve inşaata dayalı zenginleşme furyası artık bıktırıcı, hatta tiksindirici bir hale geldi. Ne var ki konuya ekonomik açıdan geçici bir istihdam stratejisi olarak da bakanlar var. Evet, İnşaat Sektörü, küresel monetarist dönemde sanayisizleştirilen kimi metropollerimizde, işçiler, mavi yakalılar için geçici bir istihdam sağlıyor. Evet, metropolden kovulan sanayinin ardında bıraktığı hektarlarca arazi dönüşmeyi bekliyor. Evet, o sanayinin ucuz işgücü deposunun yatakhaneleri olarak yıllarca göz yumulan gecekondu bölgelerinin de görevleri artık sona ermiştir. Ve evet, küresel metropolde gecekondu veya çöküntü bölgeleri olarak adlandırılan kent içi yerleşmelere de artık yer yoktur. Tam burada bu emek kesiminin beyaz yakalıya dönüşebilmesi için gerekli insani yatırımları yapmak yerine bu işsiz orduları dünyanın en örgütsüz sektörüne, inşaat işçiliğine mahkûm edildiği vurgulanmalıdır. Zahmetli ve yavaş bir yöntem olan eğitim, ileri teknoloji yoğun, çağdaş üretim süreçleri, küresel rekabete girişebilecek sanayi anlayışları filan ile kim uğraşacak? Gerekçe basit ve masumdur: ‘Bu insanlar sokağa mı dökülsün? Bir taşla üç kuş! Hem ekonomi çarkı hızla dönüyor, hem işçiler oyalanıyor, hem de kentler yenileniyor’ ve evet yepyeni ve yandaş sermaye ve güç odakları semiriyor. Her gün en az 1 işçi ölümü(1) gerçekleşen tümüyle örgütsüz ve sigortasız bir sektörden söz ettiğimiz unutulmamalıdır. Sanayisizleştirilmiş metropolde yeni işlev ve dolayısıyla istihdam olanağı olarak önerilen Kültür Endüstrisi, Turizm gibi sektörlerin ortaya çıkan bu işgücü açığını kapatması olanaksızdır. Uluslararası terminolojiye göre beyaz filler olarak da adlandırılan mega yapılar da üretildikten sonra yeniden işsizleşecek olan kesimler (yani vasıfsız ve örgütsüz inşaat sektörü işçileri) tümüyle marjinalleşmeye terk edilecekler. Üstelik de artık bu çark döndürülemeyeceği için, daha da derin bir ekonomik kriz ortamında.”

(Haydar Karabey, 12 Şubat 2014, “Megaprojeler ve İstanbul” Paneli konuşmasından)

Neoliberal ekonomi, merhametsiz büyüme, vahşi kapitalizm, köleci toplum… Ne derseniz deyin artık bildiğimiz sanayi dönemi sona ermiş, yeni oyuncular çok daha kolay, hızlı ve acımasız bir yöntem ile sermaye ve güç biriktirmeye koyulmuşlardır. Bu dönemde en büyük parasal birikimler ve transferler kentsel arsa, arazi ve inşaat sektörü üzerinden gerçekleşmektedir. Kentsel toprak ele geçen her fırsatta metalaştırılacaktır. Kovulmuş sanayiden arta kalan araziler, görevini yerine getirdiği için artık gereksiz görülen gecekondu bölgeleri, çöküntü alanı diye adlandırılan kentin geleneksel dokusu, yeşil alanlar ve orman alanları, sürgüne gönderilen okulların arazileri, askeri alanlar, 2B adıyla piyasaya sunulan ormanlar, tarım arazileri, hatta deprem korkutmacası ile tedirgin edilerek, sızılan kentin görece sağlıklı ve sağlam modernist-burjuva konut bölgeleri kentsel dönüşüm adı altında metalaştırılacaktır.

Bu inşaat çılgınlığı sonucunda, konut Ofis ve AVM arzında rekorlar kırılıyor: Bir milyon kadar konut arz fazlasından söz ediliyor. Bu durumda gökdelen rezidansların, ofislerin yaşama amaçlı değil, spekülasyon amaçlı satıldığı ve alındığı da kanıtlanmış oluyor. Bugün kentlerimiz çukurlarla dolu, kuleler, hafriyat ve beton kamyonları, vinçler, diğer iş makinalarının cirit attığı bir görüntü sunmakta. Bu görüntünün ardındaki reklamların, pazarlıkların, kredilerin, satışların hararetle sürdürüldüğü oyun alanını görmek çok mu zor? Bu süreçte kılcal damarlardan akan para birleşerek nehirlere dönüşecek, havuzlarda birikecektir.

Bu telaşlı ve vahşi yapılaşma süreçlerinde iş, işyeri ve özellikle en örgütsüz kesim olan işçilerin güvenliği kimin umurundadır? Tüm senaryonun gizli ve ortak yazarı olan siyasi ve ekonomik iktidarlar, sürecin denetimi gibi marjinal kalan bu konularla ilgilenmezler. Tersine, beş yıla programlanmış bir işin dört yılda bitmesi için baskı yaparak hem güvenliği hem niteliği göz ardı edebilirler. Örneğin, bir Bayındırlık Bakanı, 2010 yılında “önemli olanın bölünmüş yolların hızla yapılmasının olduğunu, bu hızda elbette nitelikten ödün verilebileceğini, yolların sonradan düzeltilebileceğini” açıklamıştır. Aynı biçimde 2013’de Başbakan Marmaray’ın hızlanmasını emretmiş, bir sonraki (şimdiki) Başbakan da öncekini izleyerek Avrasya Tüneli’nin bitim tarihini bir yıl erkene çekmiştir. Bu furyada artık işçiler birer birer değil, onar onar, yüzer yüzer ölebilirler. Ne gam! İnşaat vinçleri, iskeleleri, asansörleri, işçi barınakları “teferruattır”. İş kazaları olağan birer “sektörel vaka”dır.

Yakın gelecekte inşaat balonu söndüğü zaman artık işçilere de zaten gerek kalmayacak. Sorarım, bu durum, bu kutsanan sektörün bu senaryonun başat oyuncularından biri olarak “kasılan” mimar açısından da bir acı ve utanç meselesi değil midir? Burada konuyu, hem sosyoekonomik arkaplanı hem de mimarın sorumluluğu perspektiflerinden ele almak gerek. Konuyu biraz daha açmak için, 10 inşaat işçisinin bir iş kazası sonucunda ölümü sonrasındaki kimi görüşlere bakalım:

Tasarım ve Suç

“Kenti insanların elinden çalan, soylulaştırılmış binalarıyla yoksulları kent merkezlerinden kovan, retro, neşeli ve oyuncu tasarımlarıyla bugünün mimarları neler yapıyorlar… Kent, büyük bir hızla kamusal olandan çalınıp, sermayenin boyunduruğuna girerken tuhaftır ki mimarlığın kendisini tartışmıyoruz bile. Özellikle de TMMOB’un bu ülkedeki nadir siyasal odaklardan biri olduğu, hatta bazen bir siyasal partiden bile daha etkili olduğu bir dönemde, mimarlığın kendisini tartışmak sadece meslek yayınlarının çerçevesinde kalıyor. Beton, rant, soylulaştırma ve AKP ilişkisi, mimarlığı tekrar düşünmek için bizlere acil sinyaller veriyor.”

(Ali Şimşek, 08 Eylül 2014, Yön Haber)

Bir Asansöre Sığdı Vicdanınız

“Anlaşıldı ki Yeni Türkiye, şantiye sahası olmaya devam edecek. İnşaat dur durak dinlemiyor. Kalkınma adıyla fakir göçerler şehirden atılıyor, yeni zenginler yerlerine ‘kentsel dönüşüm’ kurdelesiyle yerleştiriliyor. Kalkınmanın ceremesini yoksul-göçmen-işçi halk çekiyor. Gökdelen inşaat asansörlerinin kafesleri içinde, bir kuş ölüsü gibi yatan, üzeri turuncu muşambayla örtülü 19 yaşında gençlerin vebalini kimse taşımıyor. O sakındıkları demir asansör kadar taşımıyorlar. Taş için taş yapıyorlar. İnsanı umursamıyorlar…”

(Simla Sunay Özdemir, 09 Eylül 2014, Arkitera)

“İmar mevzuatındaki problemler nedeniyle Türkiye’de dikey yapılaşma arttı. Biz sadece sanayimizin önününü açmak değil diğer taraftaki aksaklıları da gidermek zonundayız ki sermaye ‘oraya mı buraya mı giderim’ kararını daha sağlıklı verebilsin. Aksi halde üretmeden çok lüks binalar yapan taşa toprağa para harcayan bir ekonomi oluruz… Bu durum hem şehirleri çirkinleştiriyor hem kolay ve hızlı para kazanma kapısı açıyor hem de rantın da adil dağıtımı konusunda bizde kuşkular uyandırıyor. Bütün bunlara el atmak gerekiyor…”

(Ali Babacan, konuşma, 9 Eylül 2014)

Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın Türkiye’de artan dikey yapılaşmanın rantı artırarak, kolay ve hızlı para kazanmanın önünü açtığı ve bu durumun da ekonomide sanayinin payının giderek azalmasına neden olduğu yönündeki açıklamaları, başta inşaat sektörü ve sanayiciler olmak üzere iş dünyasından muhalefete kadar tüm kesimlerden tam destek aldı. Ama bu konuşmaya kimi tepkiler de gecikmedi:

“Şimdi, Sayın Ali Babacan bir beyanat verdi; ‘artık inşaatı desteklemeyeceğiz sanayiyi destekleyeceğiz’ dedi… Talihsiz bir açıklama. Ya kardeşim sen bugüne kadar inşaata ne destek verdin ki… İnşaat kendi kaynağını kendi yaratan sektördür. Bugün Ak Parti başarılı olduysa bunda inşaatın büyük payı vardır”

(Ali Ağaoğlu, konuşma, 9 Eylül 2014)

Elbette durum böyledir de, biz konumuza dönersek:

Kan Mimarisi

“O bina altındaki imzasıyla (yıldız) mimar, binanın üretim sürecindeki öngörülebilir ve önlenebilir cinayetlerin önüne geçilmesi için mücadele vermiyorsa kendisini sorumluluktan azade gördüğü bir konfor zırhının arkasına saklanmış demektir. […] Kaldı ki, yıldız mimar özelinde, altına imza attığınız ve üretim sürecini de aslında sürekli kontrol ettiğiniz bu projeler, sadece işçilerin canını almıyor, aynı zamanda birer kent suçu olarak sorumluluk katmanlarınız çoğalmaktadır. ‘Nasıl olsa bu projeleri çizecek piyasada birini bulurlar, en azından ben iyi tasarım yapıyorum’ gibi bir konfor zırhınız, yine ahlaken, vicdanen ve hukuken kabul edilemez. […] Genişleyerek büyüyen ‘sorumluluk halkası’ içine er ya da geç, tasarımcı da girecektir. Bununla ilgili, daha fazla kafa yormaya başlamaları kendileri de dâhil inşaat sürecinin bütün paydaşları için hayırlı olacaktır.”

(Yaşar Adanalı, 10 Eylül 2014, Arkitera)

İnşaatla Büyüme Olmaz

İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali gayrimenkul piyasasında oluşturulan cazibeyle sürdürülebilir bir büyümenin mümkün olamayacağını söyledi. Bali, “Gayrimenkul piyasasının kentler için yarattığı cazibe sürekli olamaz.” dedi.

(Adnan Bali, 10 Eylül 2014, Cumhuriyet)

Ekonomi kendi rasyonelini dayatacakmış gibi görülüyor. Bakalım ne sonuç verecek bu tepkiler?

İNŞAAT ÇILGINLIĞI SAHNESİNDEKİ BAŞROL OYUNCULARINDAN BİRİ: AKTÖR OLARAK MİMAR

Sözkonusu “inşaat çılgınlığı” süreci, mimarlık ortamında ilginç sonuçlar verdi. Aslında, çağın bu yeni koşulları içinde etik konusunun tartışılması çok önemli, ama bu konuyla pek de ilgilenen yok ne ‘academia’da ne de meslek çevrelerinde. Bir tek Mimarlar Odası’nın tutumu net bu konuda. Ne yazık ki profesyonel dünya da Oda ile çok barışık değil. Bu nedenle aralarında sağlıklı bir iletişim de kurulamıyor. Tüm bunların olumlu mu olumsuz mu olduğunu tartışmayı zamana bırakarak burada mimarlık dünyasının profesyonellerinin durumunu anlamaya çalışalım.

Elbette kimi gerçekleri görmezden gelemiyorum: “Mimarlık” bir iki istisna dışında her dönemde iktidardan yana veya en azından iktidar ile yan yana olmuştur. Yine bir iki istisna dışında her türlü “mimarlık” etkinliği çevreye, şantiye tabelalarında nazikçe belirtilenden çok daha fazla “rahatsızlık verir” ve elbette çok ağır bir rant da üretir. Modernist ütopyalara, toplumcu ideolojilere, çevreci felsefeye dayalı bir iki istisna dışında. Biliyorum ve yalnızca sorguluyorum. Mimarın bu yeni dönemdeki konumuna bakalım:

Öncelikle elbette, nicelik kimi yerlerde ve durumlarda niteliğe dönüşmeye başladı.  Böylece burada da giderek çok odaklı, çoğul söylemli bir mimarlık evrenine eriştik. Nitelikli mimari ürün sayısı çoğaldı, ileri teknoloji ve çağdaş malzeme kullanımı arttı. Uluslararası arenada sözü edilebilecek ve rekabet edebilecek “yerli” mimarlık, mühendislik bürolarının nicel ve nitel düzeylerde geliştiğini gördük. Kamu ve daha çok özel sektör eliyle üretilmekte olan yapılarda ve pazarlanma süreçlerinde artık yerli olsun, yabancı olsun “tasarımcı star mimarların” da adı geçmeye başladı ve elbette küresel “star mimar” piyasasına yerli malı kimi kimlikler sunabildik. Kimi mimarlarımızın yabancı dilde de yayınlanan monografileri ile övünebildik. Artık bir dünya metropolü olan İstanbul siluetinde “ikonik” binaların yarışması da bizi mutlu ediyor! Beklenen olmuş, küreselleşen dünyada artık Türkiye mimarlarının da adı anılmaya başlamıştı. İyi mi kötü mü bilemiyorum. İzniniz ile bu konuda da önemli bir alıntı yapayım:

“Herkes gibi mimarlar da bu inşaat furyasından olabildiğince yararlanıp kendi sermayelerini biriktirmek peşinde. Tabii bu arada sadece Türkiye’de değil Avrupa’da da mimarlar mesleklerinin ilerici rolünden, yani toplumsal sorunları dert etme ve çözüm arama meselesinden, toplumsal sorunlar karşısında politik tavır alma meselelerinden fazlası ile uzaklaşmış durumda. […] Bizde Mimarlar Odası kentsel gelişmeler meselesinde kamu yararı, sürdürülebilirlik, kent hakkı, gibi kavramlara sahip çıkmakta, ancak bu meselelerde yıldız mimarların çok da desteğini bulamamakta. Aksine statükoculukla suçlanmakta. Mimarlar Odası’nın eleştirilebileceği çok nokta olduğuna katılmakla beraber, yıllardır kentsel projeler konusunda gösterdiği mücadelenin tamamen desteklenmesini gerektiğini düşünüyorum ve bu konuda yıldız mimarların kafalarını kuma soktuklarını ya da Mimarlar Odası’nı yapıcı biçimde eleştirmediklerini ya da katkıda bulunmadıklarını düşünüyorum. […] Bana temel sorun mimarların bir kısmının ve özellikle de yıldız mimarlarımızın çoğunun toplumsal sorumluluklarını unutmaları, politik duruşlarını sistemle uzlaşma üzerinden kurmalarıdır gibi geliyor.”

(Dr. Binnur Öktem, özel söyleşi)

Tüm bu nicel ve nitel patlama sonucunda, bu koşullarda, bizim anladığımız, beklediğimiz anlamda “mimar” kendini nasıl konumlayacak konumunu nasıl belirleyecek, kimliğini nasıl yeniden üretecek?

Biliyoruz ki ışıltılı mimarların tasarladığı pırıltılı kulelerin yükseldiği arsalar TOKİ tarafından seçilmekte, hazırlanmaktadır. Kamuya ait ulaşım altyapısı (Şişli, 4 Levent), fabrika (Paşabahçe), tersane, liman (Haydarpaşaport, Haliçport, Galataport), spor alanı ve açık alan (Ali Sami Yen, Gezi)… TOKİ tarafından “hasılat paylaşımı” (bildiğimiz dilde kat karşılığı) yöntemi ile özelleştirilmektedir. Kimi bilirkişi öğretim üyeleri tarafından korunması gereken tarihsel veya doğal değerleri gibi gereksiz “pürüzlerinden” arındırılmaktadır. Bu alanlara özel imar durumları ile yerin yedi kat dibine ve gökyüzünün altmış kat üstüne doğru yapılaşma izni verilmektedir. Bu aceleci süreçte küçük teknik eksikler ayrıntıdır, bir iki yol kazası, bir iki usulsüzlük ricası, bir iki iş kazası olağandır.

“Star Mimar” Sen Aynı Zamanda Bir Rol Model değil misin?

Konuşma yapmaya gittiğin mimarlık okullarında, salonları dolduran genç hayranlarına başarı hikâyelerini anlatırken nasıl bir sorumluluk duyarsın acaba?

Sonuçta her nasılsa çevremizi kuşatan, kenti boğan mega projelerin, TOKİ yapılaşmalarının, AVM’lerin, hiper-lüks rezidansların, marka otellerin yapım teknikleri, emek kullanım biçimleri, güvenlikleri arkaik olmakla birlikte; iç ve dış görüntüleri, vadettikleri yaşam biçimleri ve satış değerleri Londra, New York mertebesindedir.

Ünlü mimarlar ise süreçteki pek çok hukuksuzluğu görmezden gelmekte, kişisel şöhretleri ve kazançları uğruna bu oyunun “masum” birer aktörü olduklarını söylemektedirler. Vah ki “yıldız mimarlar” sadece modalar üzerinden yapı üreten, ulusal / uluslararası rekabet koşulları altında iş odaklı proje kapan değil, aynı zamanda mimarlık alanında yeni gelenlere, gençlere iş kültürü anlamında referans modelleri oluşturanlardır. Bu nedenle bizim gibi ülkelerde yıldız mimarların piyasa odaklı davranış tercihleri genel gelişmişlik iklimimizle ilgili ipuçlarını da yansıtıyor. Yıldız mimardan toplam kalitenin parametrelerini sadece mimari proje odaklı değil toplam kalitenin tüm bileşenleriyle birlikte ele alması, örneğin kent ölçeğinden, şantiye uygulamalarındaki güvenlik faktörlerine kadar geniş bir yelpazeden ele alması beklenilir. Kalite parametreleri yerine getirilmediğinde ise projenin çekilmesi için asgari iradi ahlak gelişmişliğinin olması beklenmelidir.

Bu dönemde mimarlardan aşağıdakine benzer söylemleri kim bilir kaç kez duyduk, daha da duyacağız.

“Bu da bir meslek değil mi diğerleri gibi, aç mı oturalım?”,

“Bu küresel rekabet içinde işi biz alabildik ya!”,

“Ben yapmasam başkası yapacaktı!”,

“Hiç olmazsa doğru düzgün bir şey yapıldı!”,

“Orada sosyal sorunlar vesaire de var ama elbette bu kent de dönüşecek!”,

“Oradaki tescilli yapıyı yıktık ama yeniden yapacağız, endişelenmeyin!”,

“İmar durumunu da ben vermiyorum ya!”,

“Bir iki ağaç biz taşıdıktan sonra kurudu, ama daha fazlasını diktik!”

“Yeşil bina yaptık, BREEAM aldık, LEED aldık!”,

“Narin görünsün diye ince uzun ve saydam yaptık!”,

“Bitince önünde otuz bin metrekare yeşil alan olacak!”,

“Benim kulem Boğaz’dan gözükmüyor ki!”,

“Siluette görmek için tepelere çıkmak gerekiyor!”,

“Şantiye güvenliği de mi bizim sorumluluğumuzda olacaktı?”


İşte böyle.

Bu duruşlar, bu savunmalar, bu kendini doğrulama çabaları ne yazık ki yeni dönem mimarlığının meslek etiğini de tanımlıyor.

 

Katkıda bulunan Binnur Öktem, Aslı Odman ve Demet Yücel Kap’a teşekkürler.

 

KAYNAKLAR

www.yanginkulesi.org/

www.yanginkulesi.org/index.php?option=com_content&view=article&id=11699:adi-isci-olumleriyle-anilan-bir-balon-insaat-sektoru-3-emre-gurcanli&catid=151:yazar-arsivi&Itemid=216

www.evrensel.net/galeri/90/torun-center-gokyuzunde-can-pazari-yeraltinda-hapishane.html

 

NOTLAR

1. Bu acı verici kayıtları tutanlara teşekkür etmek gerek.

Kaynaklar, şu not ile geldi: “Bu yıl kaza olarak tanımlanan kayıtlara geçmiş rakamlara göre; şantiyelerde ölen 187 işçinin sadece 3’ü kendi işinde çalışırken 184’ü ücretli işçidir...

Ülke ekonomisinin lokomotifi olarak adlandırılan inşaatlar her geçen gün daha fazla işçi kanı üzerinden yükseldi. Duble yol, köprü, viyadük, tünel ve hızlı tren hattı gibi ulaşım projeleri; baraj, su ve kanalizasyon gibi hizmetler ile başta TOKİ olmak üzere özellikle AKP Hükümeti’ne yakın sermaye grupları tarafından yürütülen rezidans ve kentsel dönüşüm projeleri sonucu ülkemizin dört bir yanında işçiler ölmeye devam ediyor...”

Bu icerik 4651 defa görüntülenmiştir.