409
EYLÜL-EKİM 2019
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • “Mimarlıkla Hocalığı Birlikte Gerçekleştirirdi”
    Sema Soygeniş, Prof. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanı
    Murat Soygeniş, Prof. Dr., S+ ARCHITECTURE Kurucu Ortağı, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Öğretim Üyesi

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

Marmara Depremlerinin 20. Yılında Kentlerimiz Doğal ve Çevresel Tehlikelere Hazır mı?

Meltem Şenol Balaban, Dr. Öğr. Üyesi, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

Türkiye’nin yakın tarihinin en büyük afetleri olarak gösterilen 1999 depremlerinin üzerinden 20 yıl geçti. Geçen yıllar içerisinde atılan adımlarla önemli yollar alınsa da yazar, 2019 yılını bir başka milat olarak düşünerek kentlerin afet risk profillerinin güncel bilgi ve teknolojik gelişmelerin de katkısıyla ele alınmasının ve afet risklerini azaltma konusunda ivedilikle harekete geçilmesinin önemini vurguluyor.

 

Büyük can, mal ve iş / üretim kayıplarına sebep olan, etki alanı birçok şehri kapsayan 1999 Marmara depremleri ile kentlerimizin bu boyutlarda bir depreme hem fiziksel hem de toplumsal olarak hazırlıksız yakalandığını hep birlikte deneyimlemiştik. Bu acı deneyim sonrasında, 99 depremlerinin ders almamız gereken bir milat olarak hatırlanması gerektiği, pek çok akademik, bilimsel ve mesleki çalışmada dile getirilmiş ve getirilmeye de devam etmektedir. Benzer kayıpların bir daha yaşanmaması adına o dönem yaşananlardan gerekli dersleri çıkarıp yeni nesillere aktarmak, o günlerden bugüne risk azaltımı ve yönetiminde ilerleme kaydedebilmek için önemlidir. İçinde bulunduğumuz 2019 yılı, Marmara depremlerinin 20. yıldönümüne denk geliyor ve bu vesile ile her sene olduğu ve olacağı gibi temel bazı sorular karşımıza çıkmaktadır: “Yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel büyük bir depreme karşı ne kadar hazırlık yaptık / yapıyoruz? Bazı çalışmaların gerçekleştirilmesi için yeterli olan bu 20 yıllık süre bize neler kazandırdı? Hâlâ ders çıkarılmayı bekleyen konular nelerdir? Kentlerimizi bekleyen risk ve tehlikelerde bir değişim ya da çeşitlenme oldu mu? 20 sene öncesinden bugüne kentlerimiz ne ölçüde değişti ve gelişti? Bu değişimi geçirirken deprem ve olası başka tehlikeleri olması gerektiği düzeyde dikkate alabildik mi? Kentlerimiz ve kentlilerimiz olası doğal ve çevresel afetlere hazır mı?” Bu yazıda, bu sorular ekseninde bir değerlendirme yapılarak günümüzde geldiğimiz aşamaya ilişkin öncelikli sorun alanlarına değinilecektir. Konumu ve sahip olduğu yersel özellikleri kadar iklimsel özellikleri gereği de Türkiye gibi ülkelerde, bu soruların yanıtlarını aramaya yönelik çabalar her daim sürdürülebilir olduğu takdirde anlam kazanabilir ve geçmişte yaşanan kayıplar, bir daha o düzeyde yaşanmamak üzere geride bırakılabilir.

KENTLERİMİZİ BEKLEYEN TEHLİKE VE RİSKLER

Ülkemiz, en çok can ve mal kayıplarını geçmişte yaşamış olduğu depremlerde vermiş olması sebebiyle bir deprem ülkesi olarak bilinmektedir. Oysa heyelan, çığ, kaya düşmesi, aşırı ve ani yağışlara bağlı gelişen ani su baskınları ve akarsu taşkınları gibi son yıllarda sıklığı ve şiddeti iklim değişikliğine bağlı olarak artışa geçen daha birçok doğal kaynaklı tehlike de ülkemizi ve kentlerimizi tehdit etmektedir. (Resim 1) İlgili grafikte görüldüğü üzere, depremin ardından en sık görülen afet türleri, birbirleri ile sıkı ilişki içerisinde olan taşkınlar ve fırtınalardır. Aşırı sıcaklar ile bunların tetiklediği orman yangınlarını da dikkate aldığımızda, iklimsel olaylara bağlı risk ve tehlikelerin ülkemiz bağlamında ne denli önemli olduğu anlaşılmaktadır. 2018 yılı yaz ayları başında komşumuz Yunanistan aşırı sıcaklara bağlı orman yangınları ile boğuşurken, Doğu Karadeniz bölgemizdeki pek çok kentte can kaybı ve maddi hasara yol açan taşkın olayları yaşanmaktaydı. (Resim 2) 2019 yılı yaz ayları başında da Karadeniz bölgesinde benzer olayların yaşanması sonrasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Temmuz ayında kamuoyuna duyurulan Karadeniz İklim Değişikliği Eylem Planı’nı hazırlamak durumunda kaldı. Dolayısıyla, iklim krizinin, küresel bağlamda olduğu kadar kendi ulusal bağlamımız için de acil çözüm bekleyen bir risk unsuru olarak yadsınamaz bir gerçek olduğu sonunda kabul edildi.

Dünya nüfusunun yarısından fazlasının kentlerde yaşar hale geldiği 2007(1) yılından bu yana artık daha fazla sayıda insan ve insan odaklı faaliyet kentlerde yoğunlaşmaya başlamıştır. 20. yüzyılın ortalarından bu yana nüfus ve ekonomik hareketliliğin merkezi olan kentlerimizde doğal kaynaklı tehlikelerin yanı sıra teknoloji kaynaklı tehlikelerin yol açabileceği afet risklerini göz ardı etmemek gerekir. (Resim 3) Başta kara, hava ve demir yolları ile deniz taşımacılığındaki kazalar olmak üzere endüstriyel alanlardaki yangın ve patlamaları da içeren çeşitlilikte teknolojik afetler de kentlerimizi ve yerleşmelerimizi tehdit etmektedir.

Özetle, 1999 Marmara depremlerinden bugüne ülkemiz kentlerini tehdit eden risk ve tehlikeler, giderek çeşitlenmiştir. Diğer bir deyişle, bugün kentlerimiz; bir kısmı doğal olaylara diğer kısmı ise çevre krizi ile insan eylemlerine bağlı olarak gelişen çoklu riskler ve tehlikelerin tehdidi altındadır.

MARMARA DEPREMLERİ İLE VAN DEPREMİ ARASI GELİŞMELER

Yazının başında sıralanan kritik soruların yanıtlarını aramak ve geldiğimiz durumu tüm netliği ile ortaya koyabilmek önemli olmakla birlikte oldukça güçtür. Bu güçlüğün çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bunlarından bir tanesi, ulusal düzeyde kaydedilen kurumsal ve yasal düzenlemeler ile kentsel düzeyde gerçekleştirilmiş veya gerçekleştirilmekte olan uygulamaların kapsamlı ve detaylı olarak ele alındığı bilimsel çalışmaların az olmasıdır. Bir diğeri ise, 1999 yılından bugüne geçen süre zarfında, farklı zaman aralıkları için programlanmış, bazı temel hedeflere ulaşmayı amaçlayan ve ulusal ve yerel gündemlerle ilişkilendirilmiş çalışmaların, olması gerektiği düzeyde yapılmamasıdır. Ayrıca başlatılan çalışmalar da zaman içerisinde çeşitli nedenlerle akamete uğratılmıştır. Deprem toplanma alanlarının zamanla yapılaşmaya konu edilmesi örneğinde olduğu gibi. Bu da zamana bağlı olarak hedef göstergelere erişmeye dair izleme ve takibin yapılmasını olanaksız kılmaktadır. Bu yazı kapsamında, eksikliği vurgulanan türde kapsamlı bir çalışmanın gerçekleştirilmesi mümkün olmasa da geride bıraktığımız 20 yıllık süre zarfında, ulusal ve yerel düzeylerde gelinen noktalarda öne çıkan temel konu başlıklarının değerlendirilmesi söz konusu olabilir. Yazının izleyen bölümlerinde bu tür bir değerlendirmenin paylaşılması amaçlanmaktadır.

Öncelikle, Marmara depremlerinde yaşananları bugünkü afet risk yönetimi bilgi birikimimizle bir kez daha gözden geçirerek başlamakta fayda bulunmaktadır. Ülke nüfusunun yaklaşık % 23’lük bölümünün yaşadığı ve GSMH’nin % 35’inin yaratıldığı Marmara Bölgesi’nde, 17 Ağustos Gölcük-Kocaeli depremi ile 12 Kasım Düzce depremi sonrası toplamda 81.830 hane ağır hasar görmüş ve 18.253 kişi yaşamını yitirmiştir.(2) Can ve mal kayıplarının bu denli büyük olması öncelikle, sarsıntının etkisi ile ya da sıvılaşma sebebiyle oldukça fazla sayıda konut ve kamu yapısı ile ana ulaşım arterleri ve kritik tesis ve altyapının yıkılması ya da ağır hasar görmesine bağlıdır. Bunun yanı sıra, ikincil afetlerin tetiklenmesi, yardım ve arama-kurtarma ekiplerinin yetersiz sayıda ve tecrübede olması, etkilenen alanla iletişimin ve ulaşım hatlarının kesilmesi, üretim tesislerinin zarar görmesi de kayıpların sayısını artırmıştır. Yaşanan ciddi kayıplar nedeniyle uzun süre kendine gelemeyen ekonomi, afet sonrasında yaraların sarılıp günlük hayata dönebilmede yaşanan gecikmeler, geçici barınma alanlarının olmayışı, bu alanlardaki yaşam koşullarının zorluğu ve travmaların atlatılmasındaki psiko-sosyal desteğin sınırlı olması gibi daha birçok durum, afetlere hazırlıklı olmadığımız gerçeğini göstermiştir. Depremlerden zarar gören illerde, merkezî ve yerel yönetimlerce yapılan ve afet yönetiminin tüm aşamalarını kapsayan yatırım harcamalarının miktarının 1999-2008 döneminde, 2008 yılı fiyatları ile 9,2 milyar TL’ye ulaştığı tahmin edilmekte; bunun % 73,8’inin yeniden inşa / iyileştirme faaliyetleri, % 22,2 sinin risk azaltma, % 3,5’i müdahale, % 0,5’inin hazırlık faaliyetlerine ilişkin projelere yönelik olduğu bilinmektedir. Toplam 6,7 milyar TL olarak hesaplanan yeniden inşa / iyileştirme yatırımlarının % 38,1’lik bölümünün sadece konut yatırımlarına harcandığı belirtilmektedir.(3) Deprem sonrası bu ölçekte bir yıkım ve can kaybına sebebiyet vermeyecek biçimde bir yapı stokumuz olsa idi, bu düzeyde bir ekonomik yükün altına girmek durumunda kalınmaz, bir anda çok sayıda insanın yaşamını kaybetmesi, ailelerin yok olması ve sosyal hayatın yara almasının önüne geçilebilirdi.

1999 sonrası atılan yasal ve kurumsal adımlar içerisinde bazıları kayda değer niteliktedir. Marmara depremlerinin 10. yıldönümünde, afet olayları sonrası zarar azaltma ve tazminine odaklanmak yerine, daha en başından afetler meydana gelmeden önce olası riskleri azaltmaya yönelik anlayışı egemen kılma hedefiyle Başbakanlığa bağlı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın kurulması önemli bir adımdı. Bir başka adım ise “zorunlu deprem sigortası”nın uygulamaya konulmaya başlanmasıydı. Benzer şekilde, yapı yönetmeliklerinde yapılan değişiklikler ve yapı denetim sisteminin kurulmuş olması, olumlu adımlar olarak görülmekteydi. Marmara depremlerinin 12. yıldönümünde yaşanan Van Depremi ise bu adımların yereldeki somut sonuçlarının gözlenmesi bakımından önemli oldu. Yenilenen yapı yönetmeliklerine uygun yapı üretilip üretilmediğinin yeterince denetlenemediği illerimizden biri olan Van’da yaşanan depremde de Marmara’dakilere benzer türde yıkımlar ve sorunlar olduğunu üzülerek deneyimledik. (Resim 4) Van depreminin sonuçları, yerel düzeyde ulusal düzeye eş nitelikli bir ilerleme kaydedemediğimizi gösteriyordu. Öte yandan gelişme kaydedilen konular olduğu da görülmüştü. Bu konuların başında; afetten etkilenen alana ulaşmanın eskisinden daha çabuk olması, arama kurtarma ekiplerinin tecrübeleri ve sayılarının görece artması, daha organize ve çabuk müdahale ve yeniden inşaya yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi geliyordu. (Resim 5) Ancak bu noktada, 2011 yılında Van’da yaşanan depremin, etki alanı ve zarar büyüklüğü bakımından Marmara depremlerinden daha küçük olduğu gerçeği de göz önünde bulundurulmalıdır. Dolayısıyla, afet öncesinde riskleri azaltmaya yönelik eylemlere yatırım yapılmadığı sürece eş zamanlı müdahaleye ihtiyaç duyacak büyük alanları ve nüfusları etkileyecek depremlerde, beklenen İstanbul depremi gibi, enkaz altında zamana karşı kurtarılmayı bekleyenlere yetişmek pek mümkün olamayacaktır.

AFET SONRASINA DEĞİL ÖNCESİNE ODAKLANMAK

Birleşmiş Milletler tarafından geçmiş afetlerin ekonomik kayıp incelemelerine dayanarak yapılan hesaplara göre; afet öncesi risk azaltmaya harcanacak 1 birimlik yatırımın, afet sonrasında ortaya çıkabilecek ekonomik zararların 4-7 birimini kurtarabildiği, bunun yanı sıra çok sayıda can kaybının da önüne geçilebileceği söylenmektedir. Can kaybının önlenmesi her türlü ekonomik hesaplamanın ötesinde, başlı başına önemli bir hedef olmalıdır. Marmara depremlerinin ardından yaptığımız harcamaların büyük bölümü yeniden inşa ve iyileştirmeye yönlendirilmiş olsa da kaybedilen canlar geri getirilememiştir. Dolayısıyla, 1990’ların sonundan bu yana yapılan ulusal ve uluslararası toplantılarda üzerinde uzlaşılan önemli bir konu, risk azaltmada afet sonrasına değil, afet öncesine odaklanmak ve afet öncesi risk azaltımına öncelik vermektir. Son yıllarda yapılan toplantılarda(4) uzlaşma sağlanan diğer bazı hususlar ise şunlardır: Afet öncesinde riskleri azaltma konusunda uluslararası bilgi alışverişi ve işbirlikleri aracılığıyla ulusal ve yerel bilgi birikimini ve afet bilincini artırmak öncelik olmalıdır; Her düzeyde dayanıklılık ve güvenlik kültürünün inşası için bilgi, buluşçuluk ve eğitim imkanları kullanılmalıdır; Her düzeyde afete hazırlıklı olmak gereklidir; Afet risk yönetişimini güçlendirmek ve dayanıklılığı sağlayabilmek adına ulusal ve yerel düzeyde afet risklerini azaltmaya yatırım yapmak kritik önemdedir; “Riskten haberdar bir sürdürülebilir kalkınma”nın yollarını aramak bu sayede mümkün olabilir.

Burada birkaç noktanın açıklığa kavuşturulmasında fayda var. Kentlerde, doğal, çevresel ve / veya teknoloji kaynaklı tüm tehlike ve risklerin senaryo dâhilinde ortaya konulması, ölçülmesi ve azaltılması için ulusal ve yerel düzeylerde yürütülmesi gereken faaliyetlerin belirli bir zaman diliminde önceliklendirilerek eyleme geçilmesi yönünde ulusal bir stratejinin, siyaset üstü biçimde ortaya konulması için kalıcı bir siyasi iradenin varlığı gereklidir. Bunun önemli bir gereklilik olduğu, afet risk azaltımı ve yönetimi konularında söz sahibi olan Japonya, ABD, Almanya gibi ülkelerdeki örnek uygulamalardan da görülebilir. Olayların verdiği zararların boyutuna ve zaman içindeki sıklığına göre değişen, önemini ve ilgisini zaman zaman kaybeden bir afet yönetimi anlayışı ve stratejisinin; Türkiye gibi doğal, çevresel ve teknoloji kaynaklı afet geçmişi olan, yakın gelecekte olması muhtemel afet ihtimalleri barındıran, zarar-görebilirliği yüksek bir yapı stokuna, nüfus yoğunluklarına ve birçok başka risk sektörüne(5) sahip kentleri bulunan ülkelerde ivedilikle terkedilmesi gerekmektedir.

RİSK YÖNETİMİNİN TEMEL UNSURLARI

Afetlere dayanıklı, dirençli kenti(6) yaratmanın yolu yalnızca kentleri oluşturan yapıların fiziksel dayanımından ibaret değildir. Bu gerçeği henüz tam anlamıyla kavramış ve o yönde ilerleme kaydetmiş olmadığımız aşikâr. Bir kentte sürekli değişen ve farklılaşan yeni risk durumlarını farkında olmak, gelecekte gerçekleşmeleri durumuna hazırlıklı olmak ve ileride yeni risk alanları yaratmadan mevcut riskleri azaltmak için fiziksel yapıların zarar-görebilirliklerinin azaltılması tek başına yeterli değildir. Bunun yanı sıra, ekonomik ve kurumsal yapının mevcut ve gelecekte olası risklere göre şekillenmesi, toplumsal ve bireysel olarak farkındalığın canlı tutulması ve afet riskleri ile baş etme kapasitesinin artırılması yönünde atılacak adımlarla ancak bir ülkenin ve onu oluşturan kentlerin dayanıklı / dirençli yerleşmelere dönüşmesi mümkün olabilecektir.

Afetlere hazırlık ve risk yönetimi, bağlam bağımlı konulardır. Önceden hazırlanmış, her yerele uygulanabilir reçeteler ile çözülmesi pek gerçekçi ve mümkün gözükmemektedir. Buna rağmen, uluslararası düzeylerde yapılan toplantı ve çalışmalar ile yaşanan deneyimler ile birtakım kampanyaların(7) yol göstericiliği önemlidir. Bu çerçevede, uluslararası çalışmaların çıktıları ile gerçekleşmekte olan bazı yerel uygulama örneklerinden hareketle, 2019 yılı itibariyle ülkemizin ve kentlerimizin gündeminde olması gereken birkaç kritik konuya dair, afet risk yönetimi literatüründe(8) ortaya konan 3 ana başlık üzerinden bir değerlendirme yapmak anlamlıdır. Bu başlıklar: Risklerden kaçınmak / yenilerini yaratmamak; Var olan riskleri en aza indirmek;  Tümüyle sıfırlayamadığımız ancak kabul edilebilir düzeye indirmeyi başardığımız arta kalan riskleri paylaşmak.

Risklerden Kaçınmak / Yeni Riskler Yaratmamak

Sektörel ve mekânsal yatırım kararlarının, mevcut riskleri artırmadan ve yeni riskler doğurmadan verilmesi önemli bir gerekliliktir. Oysa, Türkiye’de son yıllarda gözlemlediğimiz alelacele gerçekleştirilen bir takım yatırım kararlarının (örneğin, İstanbul’da 3. köprü ve havalimanı projeleri, orman alanlarında altın ve benzeri madenlerin açılması, HES’ler gibi) çevresel ve ekolojik değerlere, mikro iklimsel koşullara, jeolojik / jeofizik özelliklerden kaynaklı kısıtlara yeterince duyarlılık göstermeksizin veriliyor olması, gelecekte yeni riskler yaratacağımız ve dolayısıyla kendi yarattığımız riskleri tekrardan azaltma çabasına girecek olmamız anlamına geliyor. Öncelikle, çeşitli tehlikelere maruz alanlar (afete maruz bölgeler, fay zonları, sıvılaşma ve heyelana maruz alanlar, dere yatakları, alüvyal zemin ve değerli tarım toprakları vb.) ile ekolojik, kültürel ve çevresel değerlere sahip alanlara yatırım ve yerleşim kararlarından kaçınmak birinci öncelik olmalıdır. Aynı zamanda bazı durumlarda, bu tür alanlarda ortaya konulacak koşullu yerleşim kararlarına o koşulların sağlandığı ölçüde izin verecek biçimde düzenlemeler ile bunların takibini sağlayacak mekanizmalar kurmak gerekmektedir. Kentlerin yeni gelişim alanları belirlenirken ve önemli sektörel yatırımlara karar verirken, bu kapsamda bir değerlendirme yapmak, yer seçim ve arazi kullanım kararlarını bu değerlendirmeler çerçevesinde vermek kritik önemdedir. Aynı zamanda, yapılaşmaya ilişkin mevzuatın, 2018 yılında yenilenerek 1 Ocak 2019 yılında yürürlüğe girmiş Türkiye Deprem Tehlikesi Haritası’nın(9) ışığında, (Resim 6) yeni yapıların inşasında gerektiği gibi yürütüldüğünün takip ve denetiminin yerel yönetimlerce ödünsüz yapıldığının güvence altına alınması önemlidir.(10) Ruhsatlandırma süreçlerinde kurallara uyulması ve uygulama aşamasının etkin şekilde takibi ve kontrolü yoluyla yeni riskler yaratılmamasına özen göstermek gerekmektedir. Ne var ki, ülkemizde son dönemde gerek kentsel gelişme gerekse sektörel yatırım kararlarının verilmesinde bu tür bir anlayış ve yaklaşıma yeterince önem ve öncelik verilmediği gözlenmektedir. Bu durum, ülkemizde çevre krizini artıran ve çevresel etmenlerin önemli bir risk unsuru haline getiren gelişmelerin başında gelmektedir. Örneğin, Mersin Akkuyu Nükleer Santrali’nin yer seçim sürecinde depremsellik etüdünün yapılmadığı, bölgede uzun bir süredir suskun ancak aktif olan Ecemiş Fayı’nın dikkate alınmadığı, hatta inşaat alanında zemin çökmesinin yaşandığına dair haberler zaman zaman basına yansımaktadır.

Riskleri En Aza İndirmek

Van depreminden bir sene sonra yürürlüğe giren, mevcut yapı stokunun zarar-görebilirliğini azaltmayı hedefleyen “6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun”un, son 7 senedir bu Kanunda yapılan değişikliklerle birlikte kentlerimizin birçoğunun mevcut konut dokusunda fiziksel ve toplumsal birtakım değişimlere sebep olduğunu gözlemlemekteyiz. Türkiye’de 2015 yılı itibariyle yaklaşık 20 milyona ulaşmış iskân biriminin üçte birinin yetersiz sismik dayanıma sahip olduğu ve güçlendirme ya da yenileme gerektirdiği tahmin edilmektedir.(11) Bu Kanunun çıkış amacı doğrultusunda, kent içinde tekil bina ve / veya alan özelinde risk teşkil ettiği Bakanlar Kurulu kararıyla onaylanan yerlerde, yeniden inşa yoluyla dönüşüm gerçekleşmektedir. Bu dönüşüm süreçlerinde genellikle, önceki emsalden daha fazla emsale olanak veren imar hakları marifetiyle ilgili kent parçasında yoğunluk artışları ve yanı sıra farklı ada-parsel düzenlemeleri gözlemlenmektedir. Dahası, o alanlarda yaşayan nüfusun, alanın fiziksel dönüşümüyle beraber yerinden edildiği örneklere de sıklıkla rastlanmaktadır.

Bu aşamada, afet riski gerekçesiyle yürütülen dönüşüm projelerinde gözlenen üç soruna işaret etmek gerekmektedir. Dönüşüm alanlarında artan ve yoğunlaşan nüfusa karşılık sosyal donatı alanları ile ulaşım ve altyapı olanaklarının genellikle sabit kalması ilk olarak dikkat çekilecek sorundur. Nüfus artışının, altyapı ile donatı alanları üzerinde yaratacağı ek yükten kaynaklanacak sıkıntılar aşikârdır. Örneğin, aşırı yağış dönemlerinde gözlenen ani su baskınlarının önemli bir nedeni bu sıkıntılardır. Benzer şekilde, hava sıcaklıklarının normalin üzerinde seyrettiği dönemlerde, hissedilen sıcaklığın daha da yüksek olması, günün ilerleyen saatlerinde bile sıcak dalgası etkisinin azalmaması da bu tür (yapı / nüfus) yoğunluk artışlarına bağlıdır. İkincisi, bu tür dönüşüm projeleri genellikle, noktasal ve parçacı imar değişiklikleri ile mevcut planlardaki bütünsel ve stratejik kararları dikkate almaksızın gerçekleştirilmektedir. Bu durum ise, kentin mevcut yapılaşma düzeni, dolu-boş oranları ve açık alan varlığı üzerinde ciddi bozulmalar yaratarak kentin geri kalanında yeni bazı problemlere ve risklere yol açılması ihtimalini artırmaktadır. Üçüncü ve son olarak, olası bir afet sonrası yıkılma ve hasar görme riski dolayısıyla belirlenen dönüşüm alanlarını, yeniden inşa yoluyla daha dayanıklı hale getirmenin, ilgili kenti dayanıklı ve dirençli bir kente dönüştüreceğini varsaymak yanıltıcıdır. Tekil yapı ya da tekil alan temelli güçlendirme ve yeniden inşa faaliyetlerinin yanında diğer kentsel risk sektörlerini değerlendirmeye ve azaltmaya yönelik faaliyetleri göz ardı eden bir yaklaşım yetersizdir. 6306 sayılı Kanuna dayalı olarak yürütülen dönüşüm projelerinde, bu türden kapsamlı bir ele alış gözlenmediği gibi, risk algısı da maalesef deprem ile sınırlıdır. Giderek artan çevresel ve teknolojik risklerin de doğal riskler ile birlikte, yerel ve merkezî yönetimlerin etkin iş birliği marifetiyle ele alınması, eksikliği tespit edilen bir husus olarak karşımızda durmaktadır.

Bu konuda umut verici bir gelişme; AFAD Başkanlığı’nın Marmara depremlerinin 20. yıldönümünde tamamladığı belirtilen ancak henüz yayınlanmamış Türkiye Afet Risk Azaltma Planı (TARAP) stratejik belgesiyle beraber, yerelde İl AFAD Müdürlükleri eliyle İl Afet Risk Azaltma Planı (İRAP) hazırlama çalışmalarına, geç de olsa, başlamış olmasıdır. Öte yandan, risk azaltmada önemli rol oynayacak belediyelerin, 6306 sayılı Yasayı yürüten Çevre Şehircilik Bakanlığı gibi diğer kurum ve kuruluşlarla birlikte risk azaltma eylemlerini İRAP’ın çizdiği çerçevede uygulamaya koyabilmesinin önünde mevzuattan kaynaklanan engeller ve belirsizlikler bulunmaktadır. Bununla birlikte, 2014 yılında yürürlüğe giren Mekânsal Planlar Yönetmeliği’nde sadece kavramsal olarak belirtilmiş olan ancak nasıl uygulanacağı belirsizliğini koruyan “Sakınım Planlaması”nın ve İRAP kapsamında ortaya çıkacak ve sorumlu kuruluşların takibinde olacak eylemlerin, farklı tür ve ölçeklerdeki imar planlarına nasıl entegre edileceği henüz belirsizliğini korumaktadır. Bu noktada, kentlerin mevcut risk profillerinin çıkarılması için araştırma ve pilot uygulama çalışmalarına ivedilikle başlanması ve bu çerçevede hem finansal hem altyapı olanakları hem de işgücü ve bilgi birikimi bakımından daha güçlü olan merkezî yönetimin bu çalışmalara öncülük etmesi bir gerekliliktir.

Riskleri Paylaşmak

Tamamıyla sıfırlayamadığımız ancak en aza indirdiğimiz “artık / arta kalan” riskler de olacaktır. Bu risklerin, toplumun geneline paylaştırılmasında, vergi indirimi, fonlar, yardımlar gibi çeşitli finansal araçların etkin kullanımı bir yöntem olabilir. Bu bağlamda, ülkemizde yürürlükte olan Zorunlu Deprem Sigortası (ZDS) sistemimizde risk azaltma faaliyetlerine bağlı olarak primlerin düzenlenmesine olanak sağlayacak bir mekanizma kurulması yararlı bir adım olabilir. Yürürlükteki ZDS sistemine göre, binanızı aynı kullanım türünde ve yapı mevzuatındaki kurallara uygun olarak ek masraf yapıp yeniden inşa ettiğinizde, sismik dirençliliği artmış olsa dahi sigorta primi yine bulunduğu deprem kuşağına ve yapı türüne göre belirlenmekte olduğundan herhangi bir prim indirimi söz konusu olmamaktadır. Bu durum, bireylerin risk azaltma konusunda eyleme geçmelerini teşvik edici olmadığı gibi aksine caydırıcı da olabilmektedir. ABD’de Ulusal Taşkın Sigorta Programı kapsamında 100 yıllık su baskını su seviyesinin üzerine inşa edilmiş yaşam alanlarını içeren konut yapılarının sigorta primlerinde indirime gidilebilmektedir. Benzer uygulamalara olanak veren araştırma ve çalışmaların Türkiye için model teşkil edecek biçimde yürütülmesi ve sonrasında sigorta sistemimize entegrasyonunun sağlanmasına ihtiyaç vardır.

Bu noktada ayrıca, afetlerden doğrudan etkilenecek yerel halkın, bireysel ve toplumsal olarak farkındalığının canlı tutulması, risklerin dışsal değil içsel faktör olarak algılanabilmesi yönünde eğitim ve farkındalık çalışmalarının yaygınlaştırılması kritik önemdedir. Örneğin, İstanbul’da 960 mahalle ve 41.093 hane ile yapılmış, afetler karşısında hasar görebilirlik araştırması sonuçlarına göre riski dışsallaştırma eğilimi yüksek, risk algıları düşük ve daha güvenli bir çevre için paydaş olma isteği düşük olan kesimlerin çoğunlukta olduğu gözlemlenmiştir.(12) Dolayısıyla, kentlilerin risk azaltımı çalışmalarına katkı vermesinin ön koşullarından birisi, farkındalığın ve duyarlılığın artırılmasıdır. Bu da kesintisiz eğitim ve bilgilendirme toplantıları ile sağlanabilecektir.

Kimi afetlerin ortaya çıkması aşamasında erken uyarı sistemlerinin hayat kurtardığı, can kayıplarını azalttığı bilinmektedir. Örneğin, Japonya’da birçok depremden önce erken uyarı sistemleri devreye girmekte ve tehlikeli madde tesislerinde, hızlı tren(13) seferlerinde ve büyük ölçekli inşaat projelerinde deprem sarsıntısı gelmeden önce otomatik olarak güvenlik kesintileri yapılabilmektedir. Aynı zamanda Tsunami uyarısı ile gerekli tahliyelerin güvenli alanlara yapılmasına olanak sağlanabilmektedir. Bu sayede can kayıpları en aza indirilebilmektedir. Dolayısıyla bu yönde yatırımlara olanak yaratmak riskleri paylaşmak yönünde katkı sağlayacaktır. Bu aynı zamanda acil durumda gerekli tahliye faaliyetleri ve tahliye alanlarının belirlenmesini ve halkla paylaşımını da zorunlu kılmaktadır. (Resim 7) Günümüzde kentlerimizde yerleri ve büyüklükleri giderek azalan, erişilebilirlikleri zora girmiş tahliye alanlarının yeniden gündeme alınması ve düzenli tatbikatlarla bu alanlara erişimde yaşanan sıkıntıların, olaylar gerçekleşmeden önce çözülmesine yönelik çalışmaların hızlıca başlatılması ve sürdürülmesi gerekmektedir. Son yıllarda, kentlerimizde ani taşkın olaylarının, özellikle düşük kotlar ile zemin / zemin altı katlardaki konutlarda can kaybına yol açtığı gözlenmektedir. Benzer şekilde, taşıt alt geçitlerinde mahsur kalan araçlar ve araç sahiplerini de sıklıkla görmekteyiz. Erken uyarı sistemlerinden yararlanılması, bu gibi olumsuz sonuçların da önüne geçilmesinin uygun yollarından birisidir.

SONUÇ

Ağustos ve Kasım 1999’da yaşanan Marmara depremlerinin 20. yıldönümü olan 2019 yılını bir başka milat olarak düşünerek, ülkemiz kentlerinin afet risk profillerinin güncel bilgi ve teknolojik gelişmelerin de katkısıyla ele alınmasında ve afet risklerini azaltma konusunda ivedilikle harekete geçilmesinde yarar bulunmaktadır. Bunları yaparken, bizden önceki kuşaklardan devraldığımız ve bizim de gelecek kuşaklara bırakma sorumluluğuna sahip olduğumuz çevresel, ekolojik ve kültürel değerlerimizi korumamız ve canlı tutmamız gerekmektedir. Günümüz küresel toplumunun karşı karşıya olduğu risklerin sadece doğal afet risklerinden ibaret olmadığını, iklim değişikliği başta olmak üzere çevresel risklerin sınır tanımaksızın her toplumu, kuşağı ve sınıfı etkileyebilir olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Doğal, çevresel ve dahi teknolojik risklerden oluşan bu çoklu risklerin, sonuçlarını hesaplamanın ve tazmininin oldukça güç olması nedeniyle, riskler gerçekleşmeden ve geri dönüşü olmayan noktaya gelmeden önce, riskleri yaratan faktörleri azaltmaya yönelik yaklaşımın geliştirilip uygulanmasının sadece kendimizin değil, parçası olduğumuz küresel toplumun da yararına olduğunu kabul etmeliyiz.

NOTLAR

1. Tüm dünya kentsel nüfusunun küresel kırsal nüfustan fazla olmaya başladığı 2007 yılından sonra artık dünya nüfusunun çoğunluğu kentlerde yaşamaya devam etmektedir. “World Urbanization Prospect 2014 Revision” population.un.org/wup/Publications/Files/WUP2014-Report.pdf [Erişim: 03.08.2019]

2.“Türkiye’de Deprem Gerçeği ve TMMOB Makina Mühendisleri Odasının Önerileri Oda Raporu” http://www1.mmo.org.tr/resimler/dosya_ekler/8273773702779a0_ek.pdf [Erişim: 03.08.2019]

3. Erkan, Ayşe, 2010, Afet Yönetiminde Risk Azaltma ve Türkiye’de Yaşanan Sorunlar, DPT - Uzmanlık Tezleri, Yayın No:2812, Ankara, preparecenter.org/sites/default/files/afet_yonetiminde_risk_azaltma.pdf [Erişim: 03.08.2019]

4. Bu toplantılar şunlardır: Hyogo Framework for Action 2005, Sendai Framework for Disaster Risk Reduction 2015, The Global Assessment Report on Disaster Risk Reduction 2019.

5. Balamir, Murat, 2007, “Afetler Politikası ve Sakınım Planlaması”, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Haber Bülteni, sayı:2007/3, ss.87-92, Ankara. jmo.org.tr/resimler/ekler/20ab15a36e8643d_ek.pdf?dergi=HABERBULTENI [Erişim: 03.08.2019]

6. Şenol Balaban, Meltem, 2017, “Afet Risk Yönetimi Terminolojisi”, Kent, Planlama ve Afet Risk  Yönetimi, (ed.) M. Şenol Balaban, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, ss.107-134.

7.  “Şehrim Hazırlanıyor! - unisdr”, unisdr.org/files/14043_campaignkittr03.09.pdf [Erişim: 03.08.2019]

8. Şenol Balaban, Meltem, 2017, “Afet Risk Yönetimi, Sakınım Planlaması ve Dirençli Kentler”, Kent Planlama, (der.) Suna Senem Özdemir, Ö. Burcu Özdemir Sarı, Nil Uzun, İmge Yayınevi, Ankara, ss.521-549.

9. AFAD’ın web sitesinde yeni hazırlanan ve interaktif olarak incelenebilen deprem tehlike haritası ile ilgili şu bilgi yer almaktadır: “Türkiye Deprem Bölgeleri Haritası (1996) sadece 475 yıl tekrarlanma periyodu ‘en büyük yer ivmesi’ değerini temel alırken, yeni haritalar farklı mühendislik kullanım alanları için 43, 72, 475 ve 2475 yıl tekrarlanma periyotları için ‘en büyük yer ivmesi’, ‘en büyük yer hızı’ ve farklı periyotlar (0.2 ve 1.0 saniye) için hesaplanan ‘spektral ivme’ değerlerini içeren 16 farklı versiyonda, Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği ile uyumlu kontur haritaları olarak üretilmiştir.” https://deprem.afad.gov.tr/icerik?id=23&menuId=103#_Toc534895748 [Erişim: 20.08.2019]

10. AFAD Kayseri’nin web sitesinden ulaşılabilen “Yeni Deprem Tehlike Haritası Yayımlandı” başlıklı haberde verilen bilgi şu şekilde: “46 il merkezinin deprem tehlikesinin düşürüldüğü haritada 6 il merkezinin deprem tehlikesi yükseltildi. Eski haritada Türkiye topraklarının %47’si en tehlikeli kısımda yer almaktayken yeni haritada bu oran %17 olarak güncellendi. Yine eski haritada Türkiye nüfusunun %43’ü en tehlikeli alan olarak tanımlanan bölgede bulunurken yeni haritada bu veri %27 olarak belirtildi. En tehlikeli alan verileri bina sayılarına göre de güncellendi. Eski haritada binaların %44’ü en tehlikeli alanda gözükürken yeni haritaya göre bu oran %26’ya düşürüldü.” https://kayseri.afad.gov.tr/tr/26541/Yeni-Deprem-Tehlike-Haritasi-Yayimlandi [Erişim 07.04.2019]

11. Güneş, Oğuz, 2015, “Turkey’s Grand Challenge: Disaster-proof Building Inventory within 20 Years”, Case Studies in Construction Materials, cilt:2, ss.18-34. https://doi.org/10.1016/j.cscm.2014.12.003

12. Kezban Çelik’in 26-28 Haziran 2019 tarihlerinde Eskişehir’de düzenlenen International Disaster and Resilience Congress (idRc 2019) isimli konferansın üçüncü gününde gerçekleşen “Riskten Dirençliliğe Kongresi, Toplumsal Dirençlilik: Uluslararası/Ulusal İşbirliği – Yerel Çeşitlilikler” başlıklı oturumda yaptığı “İstanbul İlinde Afetler Karşısında Hasar Görebilirlik Araştırması” başlıklı sunumu.

13. “Cover Story: Lessons From Disasters The Appliance of Science” https://www.gov-online.go.jp/eng/publicity/book/hlj/html/201303/201303_03.html [Erişim: 03.08.2019]

Bu icerik 2556 defa görüntülenmiştir.