409
EYLÜL-EKİM 2019
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • “Mimarlıkla Hocalığı Birlikte Gerçekleştirirdi”
    Sema Soygeniş, Prof. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Dekanı
    Murat Soygeniş, Prof. Dr., S+ ARCHITECTURE Kurucu Ortağı, Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Öğretim Üyesi

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Doğa Yiyen AKP Rejimi

Aykut Çoban, Prof. Dr.

“Hayatta kalmak için ormanları yiyen insanlardan, soylular zevklerinden vazgeçmesin diye köylüleri yiyen koyunlara gelinmişti. O tarihten başlayarak kapitalizm geliştikçe, doğada sermaye birikimine konu olabilecek ne varsa, ne kaldıysa, birer birer ya metalaştırıldı ya da ticarileştirildi.” “Doğanın yıkımını açıklamaya yönelik dayanaksız gerekçeler ise otuz yıldır değişime uğratılmadan yineleniyor: kalkınma, dış borç açığını giderme, istihdam yaratma, yoksulluğu azaltma… Onca madene, baraja, HES’e, TES’e, turizm yatırımına, boş duran konutlara, 3. havalimanıyla 3. köprüye ve benzerlerine rağmen, Türkiye kalkınmadı.” “Yok edilmenin eşiğindeki doğa varlıklarının doğal, ekolojik, estetik varlığını, toplumsal değerini, katkısını, etkisini deneyimleyen belki de son kuşağız. Yıkım engellenemezse, gelecek kuşakların bu olanağı olmayacak. Oysa şimdiki kuşakların bir sorumluluğu da, gelecek kuşaklara o deneyim fırsatını sağlamaktır.”

 

Binlerce yıl önce avcı-toplayıcı topluluklar, tarımsal etkinliği başlattılar. Yar-kurut-yak yöntemini icat ederek kolayca ekilebilir, verimli tarımsal alan elde ettiler. Bu yönteme göre, ağaç dallarını, çalıları kesip ateşe verirler ya da ormanı, ağaç gövdelerinin kabuğunu çepeçevre yarıp soyarak kuruttuktan sonra yakarlardı. Toprağı sürmeye, yabanıl otları ayıklamaya gerek kalmadan, ağaçların külü üzerinde tarımsal üretim yaparlardı. Birkaç yıl içinde ağaç külü, yağmur suyuyla akıp gittiğinden bitişik ormanlık alanda aynı işlem yinelenirdi. Marvin Harris’in belirttiği gibi, yar-kurut-yak tarımı yapan Güneydoğu Asya çiftçileri, kendilerini, “ormanları yiyen insanlar” olarak adlandırırken haklıydılar.

İngiltere’de soylu sınıf, koyun yününün yarattığı nakit geliri fark edince, 16.-18. yüzyıllar boyunca, çitleme denilen yönteme başvurarak köylü toplulukları, yararlandıkları topraklardan zorla ve baskıyla çıkarıp attı. İnsansızlaştırdıkları o toprakları otlak olarak kullanıp koyun yetiştiriciliğine giriştiler. Thomas More, Ütopya adlı yapıtında, yoksul halka reva görülen açlığı ve yoksulluğu, “İngiltere’de koyunlar öyle açgözlü olmuşlar ki insanları parçalayıp yiyorlar.” cümlesiyle dile getirir.

Hayatta kalmak için ormanları yiyen insanlardan, soylular zevklerinden vazgeçmesin diye köylüleri yiyen koyunlara gelinmişti. O tarihten başlayarak kapitalizm geliştikçe, doğada sermaye birikimine konu olabilecek ne varsa, ne kaldıysa, birer birer ya metalaştırıldı ya da ticarileştirildi. Dünya, 1970’lerden bu yana neoliberal kapitalizmle birlikte bu sürecin en azgın evresini deneyimliyor. Neoliberalizmi dinbazlık sosuyla süsleyen AKP iktidarları, “doğa yiyen” bir nitelik sergiliyor. 2002 yılından bu yana doğa-obur AKP’nin yönetimindeki devlet ile sermaye kol kola, doğanın, insanlar ve insan dışında kalan varlıklar olmak üzere her iki bileşenini de tüketerek kapitalist bir birikim rejiminin semirmesini sağlıyorlar.

AKP’nin doğaya verdiği zarar, Türkiye için yepyeni bir olgu değil, kuşkusuz. Kapitalizmin olduğu her yerde doğa yıkımı olur. 1970’lerde barajlar kralı Süleyman Demirel ile 1980’lerde otoyollar prensi Turgut Özal da devlet olanaklarını ve idarenin yetkilerini, sermayenin doğayı kolayca sermayeleştirmesi için seferber etti. Ama Tayyip Erdoğan’ın 17 yıllık AKP döneminde doğanın sermayeleştirilmesi, hem hacim hem de tür olarak önceki iktidarlarla karşılaştırılamayacak bir düzeye ulaşmış durumda. Bir de buna, AKP’nin, başvuracak bir toplumsal gelişme stratejisi oluşturamama acizliğini eklemek gerekir. Tarım, hayvancılık, sanayi üretimi yerlerde sürünüyor. Saman ithal ediliyor, başka örneğe gerek var mı? İnşaat sektörü de bir süredir krizde. Raydan çıkmış ekonomiyi toparlamak için AKP kurmaylarının aklına gelen ilk şey ise doğa.

AKP hükümetlerinin verdiği izinler sayesinde, dereler üzerinde hidroelektrik santralleri, pınarların kaynağında da şişe suyu tesisleri var. Oysa halk katmanları ve börtü böcek için, su yoksulu bir ülke Türkiye. Bir taraftan da zeytinlikler termik santraller için katledildi. Halk sağlığı ise tehdit altında. O kadar ki, kömüre bağımlı enerji üretimi ve tüketiminin etkisiyle, Türkiye, dünyada havası en kirli ülkeler sıralamasına giriyor. Her yıl elli binden fazla insanımız hava kirliliğine bağlı nedenlerle beklenenden erken yaşta ölüyor. AKP’nin doğa-obur kalkınma stratejisi, hava ve suyla birlikte insanı da yok ediyor.

Kıyılar, ormanlar, meralar, yaylalar, enerji tekellerine, maden firmalarına, turizm yatırımcılarına, inşaat şirketlerine tahsis edildiler. Şimdilerde kriz içinde debelenen inşaatçılık, yalnızca konutların, otoyolların, İstanbul Havalimanı’nın üstünde yükseldiği doğa parçalarını yok etmez. Dahası, inşaat malzemesini sağlamak için taş ocaklarıyla, mermer ocaklarıyla, tuğla fabrikalarıyla, demir madenciliğiyle ve çimento üretimiyle de dağı, taşı, doğayı yiyip bitirir.

Bergama’dan Cerattepe’ye, Ulukışla’dan Kaz Dağları’na altın madeni şirketleri delik deşik ediyorlar toprağı. Munzur Dağları’nın tamamı maden sahası ilan edildi. Yakınlarda çıkarılan bir düzenleme de madenciliğe yeni bir olanak sunabilir. 15 Temmuz 2018 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü kuruldu. Bu enstitü, nadir toprak elementleriyle ilgili bilgi birikimini sağlamak, şirketlerin gereksinim duyduğu konularda Ar-Ge projeleri geliştirmek, bu elementlere ilişkin ürün ve teknolojilerin üretilmesi için araştırmalar yapmak ve altyapıyı oluşturmakla görevli. Türkiye’deki nadir toprak elementleri yataklarının işletilmesi ve çeşitli ürünlere dönüştürülmesi için ön hazırlıkların başladığı görülüyor.

Düne kadar bozulmadan kalan, Atatürk Orman Çiftliği gibi sit alanları ya da Salda Gölü gibi özel çevre koruma bölgeleri, iktidarın en çok ilgisini çeken yerler. Doğa varlıkları “ekonomiye kazandırma” söylemiyle talan edilerek azaldıkça, en iyi durumda kalan korunan alanlar, en çok rant getirecek iktisadi değerler olarak görülüyor. Bu nedenle, korunan alanlarla ilgili düzenlemelerde yapılan değişikliklerle bu yerler, yüksek rant getiren yapılaşmaya ve ticarileştirme amacı güden öteki iktisadi etkinliklere açılıyor.

Bu örneklerin gösterdiği üzere, iktisadi planda AKP iktidarı, değerli madenleri, ormanları, kıyıları, meraları, yaylaları, yeraltı, yerüstü suları ve yaşamları doğa varlıklarına bağlı olan emekçi yığınları yiyerek hayatta kalıyor.

Doğanın yıkımını açıklamaya yönelik dayanaksız gerekçeler ise otuz yıldır değişime uğratılmadan yineleniyor: kalkınma, dış borç açığını giderme, istihdam yaratma, yoksulluğu azaltma… Onca madene, baraja, HES’e, TES’e, turizm yatırımına, boş duran konutlara, 3. havalimanıyla 3. köprüye ve benzerlerine rağmen, Türkiye kalkınmadı, tersine iktisadi daralma var, kişi başına milli gelir yerinde sayıyor, dış borç açığı azalmadı sürekli artıyor, işsizlik rekor kırıyor, yoksulluk yaygınlaşıp daha da derinleşiyor. Öyküdekine benzer bir durumdayız: “Peki, biz bu b.ku niye yedik, Ağam?” Sermaye, doğayı yok eden yeni yatırım alanlarında at oynattı, kârlarına kâr kattı; bir de sermayeyle işbirliği yapanlar kalkındı, hepsi bu.

Kuralsızlaştırılmış, denetimsizleştirilmiş, kılıfına uydurulmuş biçimde doğaya hoyratça saldırıların olduğu her yerde, toplumsal direnişler de belirir. Yıkıma yol açacak projelere direnenler, hem doğanın korunmasını önemsedikleri için hem de çoğunun varoluşu, geçim yolu, doğadan elde ettiklerine dayandığı için karşı çıkar. Nitekim, Türkiye’de doğaya, devlet destekli sermaye saldırısı şiddetlendikçe, ekolojik mücadelelerin de o ölçüde yoğunluk kazanıp geliştiğini görüyoruz.

AKP sözcüleri, “Sana mı soracağız!” otoriteryanizmiyle karşılık veriyorlar mücadelede saf tutanlara. “O projeyi sen istesen de istemesen de yapacağız!” diye buyuruyorlar. Bu buyurganlık, demokratik devlet ilkesine açıkça aykırı olduğu gibi, hukuki bir dayanağa da sahip değil. Oysa, Anayasa’nın 56. maddesindeki çevre hakkı, ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası çevre sözleşmelerinde ve Çevre Kanunu’nda yer alan katılım ilkesi, “Doğayı yok edecek olan projenle ilgilenmiyoruz, istemiyoruz, yapamazsınız!” talebini yükseltenlerin mücadelesini, ekolojik ve siyasal gerekçeler yanında, hukuki olarak da meşru ve haklı kılmaya yeterlidir.

Kuzey Ormanları, Cerattepe, İnceburun Ormanı, Ergene Nehri ve daha niceleri elden gitti. Hasankeyf, Kaz Dağları, Murat Dağı, Salda Gölü, Munzur Gözeleri’nin eli kulağında. Yok edilmenin eşiğindeki bu doğa varlıklarının doğal, ekolojik, estetik varlığını, toplumsal değerini, katkısını, etkisini deneyimleyen belki de son kuşağız. Yıkım engellenemezse, gelecek kuşakların bu olanağı olmayacak. Oysa şimdiki kuşakların bir sorumluluğu da, gelecek kuşaklara o deneyim fırsatını sağlamaktır.

Ne yapsın nefes alamayan, su bulamayan gelecek kuşaklar, betonu, otoyolu, Yeşil Yolu, havalimanını, nükleer çöplüğü, kurumuş dereyi, havuza çevrilmiş Uzungöl’ü, suya gömülmüş Hasankeyf’i, madenciliğin bıraktığı ağır metallerle ve siyanürle dolu atık havuzlarını, ağaçları kazınmış ve kelleşmiş Kaz Dağları’ndaki açık maden ocağının cehennem çukurlarını? Şu anda direnen şimdiki kuşaklar gibi, gelecek kuşaklar da, doğa talanını yapanlardan, yaptıranlardan, izin verenlerden, susarak ekolojik suça ortak olanlardan hukuki, siyasi ve ahlaki bakımlardan hesap soracaklar. Öyle ya; keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner.

 

Bu icerik 2069 defa görüntülenmiştir.
<p>1936 da hayal edilenin  aksine şu an Atatürk Orman Çiftliği arazisi “yenilebilecek” bir rezerv alan  olarak her geçen gün imara açılarak parça parça eksiltiliyor. Atatürk Orman  Çiftliği arazisinin korunması adına yürütülen çalışmalar http://www.aocmucadelesi.org web  adresi üzerinden takip edilebilir.</p>