382
MART-NİSAN 2015
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Türkiye'deki Modern Mobilya Tasarımları Gün Yüzüne Çıktı
    Yaşar Üniversitesi, İçmimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü: Zeynep Tuna Ultav, Yrd. Doç. Dr.
    İzmir Ekonomi Üniversitesi, İçmimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü: Deniz Hasırcı, Doç. Dr.; Seren Borvalı, Araş. Gör.; Hande Atmaca, Araş. Gör.

YAYINLAR



KÜNYE
KAMUSAL MEKÂN

Türkiye'de Devlet ve Kamusal Alan Üzerine

Birge Yıldırım, Arş. Gör., İTÜ, Peyzaj Mimarlığı Bölümü

“Kamusal alan” kavramı, toplumun karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu özgürlük alanını tanımlaması gerekirken, Türkiye’de “devletle özdeşleşmiş bir kamu” tanımıyla yeni bir anlama kavuşuyor. Yazar devletin temsiliyetine hapsedilmiş bu simgesel anlamı sorgularken, fiziksel ve kavramsal olarak sınırları bulanıklaşan kamusal alanın sosyal ağlar üzerinden örgütlenen alternatif anlamlarını açıyor. Bugün işgal etme üzerinden gelişen eylem pratiğinin yeni bir kamusal alanın göstergesi olup olamayacağını tartışıyor.

Türkiye’de kamu, devleti çağrıştıran bir sözcüktür. Kamusal alan ise devlet idaresi, kuruluş veya organları altında olan alanı çağrıştırır. Türkiye’de kamusal alanın devlete ait bir kavram olarak algılanması ve anlamının daralması Cumhuriyet Türkiyesi ile başlar. Aşkın bir bütünsellik içinde kurgulanan yeni bir vatan, devlet ve ulus yaratma çabası, devletçi elitin dikteleri ile homojen bir toplumu zorunlu kılar ve tüm farklılıkları yoketme çabasına girer. Yeninin yaratılması için ilk olarak eski / Osmanlı’ya ait her şey terkedilir. Gerçekleştirilen kültürel, linguistik, fiziksel arındırma operasyonu ile Batıdaki modern devlet bürokratik bir aygıt olarak Türkiye’ye tarihsel, kültürel, toplumsal bağlamından kopuk ve adaptasyon süreci geçilerek aktarılır. Tüm farklı muhalif etkinliklerin önüne geçilmek üzere, devlete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu (1925) ile devlet mutlak bir güce dönüşür.(1) Siyasi erkin sosyal yaşamı üniterleştirme projesi her türlü dernek, medya, vakıf, partiye sızar, siyasi erk kamusal alanda mutlak bir kontrol mekanizması olarak devreye girer. Özel ve öznel olan tüm iradeler devletin tek partisi ile bütünleşir, kamusallık hali tek bir bünyede toplanarak sınırlandırılır, devlet her tür faaliyetin belirleyicisi olan aşkın bir güç olarak ortaya çıkar. Eğitim kurumları, dernekler, siyasi partiler, radyo ve gazeteler, sinema, tiyatro, opera, bale gibi sosyal etkinliklere resmî ideolojinin taşıyıcılığı misyonu yüklenir. Siyasi ideolojiye uyumlu ve sadık bireyler yetiştirmeye yönelik bu süreç, homojen bir ulus devletin vazgeçilmezi olarak görülür. Erken Cumhuriyet döneminde Türkiye özelinde vatan, millet, devlet üçleminin mutlak bütünsellik çatısında birleşmesi, çoğulculuk söylemi ile dayanışma ve birlik coşkusunu ifade etse de, devletin homojenleştirici etkisi kamusal alanı siyasi erkin temsili mekânına dönüştürür. Devletin tanımladığı parametreler dışında kalan tüm farklılıklar özel alanlara hapsedilerek kamusal alandan dışlanır.

Devlet ve kamusal alan arasındaki patolojik ilişki kamusal alanı bireylerin özel dünyalarından çok uzaklara taşıyarak onu devlete ait olana hapseder. Kamusal alanın kamuoyunu yansıtan bir özgürlük alanına dönüşmesi ancak devlet ve kamusal alan ilişkisinin ayrışması, yani siyasi erkin kamusal alan üzerindeki kontrol ve etkinliklerinin sınırlandırılması ile mümkündür. Türkiye’de mutlak devlet gücünün sınırlandırılmasına yönelik adımların atılması uzun bir süreç alır. Bunun nedeni Tanzimat’tan başlayarak, Cumhuriyet döneminde anayasal bir devlet olma yolunda atılan adımların Türkiye’yi bir hukuk devletine dönüştürememiş olmasıdır. Modernleşme hamlesi devlet ve toplumu keskin bir şekilde ayırır. Osmanlı döneminde modernleşmenin öznesi olan devlet, Cumhuriyet dönemi ile aktör konumuna geçer.(2) Çünkü Cumhuriyet dönemi, sisteme ve devlete yönelik reformlar yapmakla birlikte öncelikli olarak toplumun modernleşme projesi olarak uygulanır. Devletin toplumu modernleştirme aktörü haline gelmesi devletin mutlak bir doğruyu temsil ettiğine, toplumun yanlış yapma potansiyeline sahip olduğuna dair inancın gelişmesine neden olur. Devlet dikte eden, öğretici bir otorite olarak ortaya çıkar.

Salt ideolojik kamusal alanın terk edilmesi, 1980’li yıllara rastlar. Liberalizmin yeni bir ideoloji olarak Türk siyasetine girişi ile kısmen sınırlandırılmış kamusal alanda sivil inisiyatiflerin varlığı hissedilir ve devletin kamusal alandaki yeri sorgulanmaya başlanır. Kamusal alanı homojenleştiren tüm politikalar tartışılır ve sivil kamunun alt yapısı bu dönemde atılır. Tüm çözüm kanallarını siyasi erke teslim eden devletçi zihniyet, liberal paradigmanın devreye girmesiyle terk edilmeye başlar. Devletin kontrol sahasını sınırlandıran bu sistemle kamusal alanda özgürlük, insan hakları adalet gibi kavramlar yaygınlık kazanır. 1980 sonrası dönemde bu farklılaşmanın kamusal alana yansıyışının en güzel örneği sokağa dökülen muhalif kalabalıkların sloganlarıdır. 1970’lerin protesto gösterileri “kahrolsun” ile başlarken ve sistemi tümden yok sayarken, 1980’lerde sloganlar haklar üzerinden ilerler ve “hakkımızı söke söke alırız” gibi söylemlerle, sistemin tümden reddi yerine, hak taleplerini dile getirir.(3) Kamusal alanda siyasi ideolojiye dair baskıların kaldırılması farklı etnik, dini, cinsi, kültürel, sosyo-ekonomik gurupları biraraya getirir ve homojenleştirilmiş kamusal alanda sivilleşmeye doğru küçük bir adım atılır.

Türkiye’de, “kamusal alan” kavramı akademik çevreleri aşarak, 2002 yılında türban tartışmaları ile gündeme gelir. Cumhurbaşkanı üniversite ve devlet kurumlarında türban yasağının iptaline ilişkin anayasa mahkemesi kararını açıklar. Devlet - kamu - kamusal - kamusal alan kavramlarının çeşitli ideolojiler doğrultusunda temsiliyet kazanarak medyada yayınlanması, “kamusal alanda türban yasaktır” manşetleri, “kamu” ve “kamusal alan” kavramını türban tartışmaları içinde, sıkışmış, parçalı, diyalektikten uzak sloganlara dönüştürür. Özellikle sosyal bilimler alanında yaşanan bilinçsiz anarşizm, çeşitli kavramların farklı kişilerce değişik biçimlerde, anlamlarda kullanılmasına ve anlam kaymasına neden olmaktadır.(4) Bu anlam kaymasının çarpıcı örneklerinden birini Ankara ve Mersin Ülkü Ocaklarının kamusal alan söylemlerinde görebiliriz, onlar bu tartışmayı, “Ne kamusal alanı ulan; Allah her yerde!” sloganı ile sonlandırmışlardır. (Resim 1)

Dönemin YÖK Başkanı Erdoğan Teziç kamusal alanı otoriter bir hegemonya alanı olarak görmüş ve “kavramın işlevsel olduğunu,” vurgulamıştır. Teziç kamusal alanın işlevselliğini şu cümlelerle tanımlamaktadır; “Örneğin, biz şu anda parktayız. Siz, benim yanımda tesettürlüsünüz ve yürüyoruz. Park gibi özel bir alanda ilerliyoruz. Bir olay var ve polis kimlik kontrolü yapıyor. Bizi de durdurdu, kimlik görmek istedi. Siz çıkardınız kimliğinizi ancak kolluk kuvveti, ‘Sizi, üstünüzdeki giysi nedeniyle tanımakta güçlük çekiyorum,’ dedi. Orada birden bire kamusal alan oluşmaya başlar. Onun için işlevseldir.”(5)

Tartışmalar sırasında kamusal alanı, özel alan devlet ve sivil toplum üçgeninde bir ara alan olarak tanımlayanların sesleri duyulamamıştır. Meclis Başkanı Arınç ise kamusal alana ilişkin anayasada kamusal alanın var olmadığını savunarak kavramı reddeder. “Ben Anayasa’ya baktığımda kamusal alan diye bir şey görmedim. Eğer gören varsa lütfen bana söylesin. Yasama halk tarafından TBMM’ne verilen bir yetkidir ve TBMM bu yetkisini kimseye vermeyecektir...”(6)

Başbakan Erdoğan ise dünyanın hiçbir yerinde kamusal alan diye bir şey olmadığını açıklamasının ardından danışmanlarının düzeltmeleriyle yeni bir açıklama yapar ve “kamusal alanı insanlarla, renklerle, farklılıklar ve özgürlüklerle donatılmış bir alan haline getirme” gerekliliğinin altını çizer.

Kamusal alan kavramı, özgürlük, temel haklar, azınlık hakları, özelleştirme kavram kümesi ile Türkiye’de simgesel bir evren oluşturur. Simgeselleşme ve simgesel algı, kavramları katı bir temsiliyete hapseder. Bir politik çekişmeye ve kutuplaşmaya dönüşen kamusal alan tanımları, kamusal alanın mekânsal temsiliyetlerini aşarak, kavramsal olarak da temsiliyet kazanmasına neden olur ve kavram çeşitli ideolojiler ile sınırlandırılır. Tartışmalar siyasi kutuplaşmanın erk mücadelesi halini alırken, devlet ve kamunun eşdeğer görülmesi geleneği, tartışmayı dar bir alana sıkıştırır.

Kamusal alanın, her bir bireyin özgür söylem geliştirebildiği, çoğulcu ve politik bir alan olarak anlamının daralması ve kavramın ideolojik bir araca dönüştürülmesinin temellerini atan pek çok neden bulunmaktadır. Bunlardan en çarpıcısı devleti toplumdan korumayı gözetmek üzerine şekillendirilmiş 1982 Anayasası’dır. Liberal anayasacılığın özü olan siyasal iktidarın sınırlanması ilkesini ihlal eden bu anayasa, düşünce özgürlüğünü yasaklar.(7) Kamusal alanı siyasetten arındırmaya veya apolitikleştirmeye yönelik bu girişimin ardından, kamusal alan kavramı gözle görülemeyen bir özgürlük ve örgütlenme alanı olarak pek çoklarınca kavranamaz veya siyasi erkin ötekilere karşı verilen bir hegemonya mücadelesinin aracı olarak anlamı bulanıklığa terk edilir.

Kamusal alanın kavranışının bulanıklığa terk edilişi kamusal alanın rasyonel-eleştirel, bağımsız ve eşit katılımın sağlandığı, söyleme dayanan bir ortam olarak var oluşunu yok eder. Fakat daha da önemlisi siyasi erkin hegemonyası altında gelişen iki cepheli kutuplaşmalar tüm çıkarlardan ve otoritelerden özerk bir ortamın varlığını imkânsız kılar. Türban tartışması içine sıkıştırılmış yeni ortam devlet kontrolünde tartışmaların yönetildiği anti-politik kamusal gündemi yaratır. Bu noktada politika salt iktidar ilişkilerinin alanına dönüşür, kamusal alan da insanların yaşamının yüksek potansiyellerini gerçekleştirdiği bir sahne olmaktan uzaklaşır.(8)

Öznenin toplum önünde açığa çıkacağı bir ortam olarak kamusal alan, öznenin kendi var oluşuyla, öteki öznelerle, toplumsal gruplarla ve bizzat mekânın kendisiyle çarpışarak inşa edilecek toplumsal bir sahnedir. İçinde bulunma hakkı yalnız kuramsal olarak herkese tanınmış, kamusal alan hem kavramsal hem de mekânsal olarak temsiliyet kazanarak, bireylerin özgür olarak var olabilecekleri bir müzakere ortamı olma özelliğini yitirir.

Arendt kamusal alanı hukuksal ilişkilerden çok katılıma, hayal gücünün geliştirilmesine açık, gerçek politikanın göstergesi olan bir görünümler sahnesi olarak tanımlar. Politik söylemin iktidar ilişkileri içinde sığlaştırılması, görünümler sahnesini karanlığa hapseder ve kamusal alanın insan benliğini açığa çıkartan edimler çeşitli sembollere hapsolur. İnsan varoluşunun politik boyutu değersizleşir. Arendt kamusal diyalektiğin ontolojik önemini vurgular: “Dünyadaki şeylerden ne denli etkilenirsek etkilenelim, bunlar bizi ne denli kavrarsa kavrasın, ancak başka insanlarla onlar hakkında konuştuğumuz zaman bizim için insanlık kazanırlar. Dünyada ve kendi içimizde olup bitenleri yalnızca onlar hakkında konuştuğumuz zaman insanileştiririz ve ancak bu konuşma süreci içinde insan olmayı öğreniriz.”(9)

Bu noktada kamusal alan, politikanın konuşulduğu, tartışıldığı, üretildiği ve deneyimlenerek eyleme geçildiği bir özgürlük alanıdır. Bu alanda herkes, tüm farklılıklar kabul edilir ve eşittir. İnsanların, eşitlik ve farklı olma niteliklerini temellendiren söz ve eylemlerin varlığıdır. Eylem kamusal alanda insanların etkileşiminden doğar ve bu etkinlik aracılığıyla insan kendi kimliğini keşfeder. Günümüzde Arendt’in, Habermas’ın, Negt ve Kulge’nin bir sahne olarak bireylerin kendilerini gerçekleyebildikleri, politik ve çoğulcu kamusal alanın inşasının, liberal devlet sistemi içinde mümkün olmadığı açıktır. Fakat paralel bir sav olarak, sanal ağlar ile gelişen, tüm bireyleri kapsayan alternatif kamusal alanların var olduğu günümüz toplumlarında ulus-devletlerin hegemonik, homojenleştirici yapısı içine, toplumların hapsedilemeyeceği de ortadadır. Dolayısıyla devletlerin, siyasi erklerin kendi hassasiyetleri üzerinden sınırladıkları kamusal alan söyleminin sürdürülmesi bir anakronizmdir.(10) Bugün bireylerin oluşturabileceği topoi gitgide genişlemekte ve yeni ağlarla daha çok yayılmaktadır. Ukrayna’da, İngiltere’de, Venezüella’da, Bolivya’da, Amerika’da, İspanya’da, Tunus’ta, İstanbul’da gerçekleşen ve birkaç kişi ile başlayıp kitleleri ardından sürükleyen, umut ağları toplulukların daha çoğulcu yeni kamusallara açıldığının habercisidir. Yeni ağların sanal ortamlarda gelişimini tetikleyen sadece teknolojik gelişim değil aynı zamanda kişisel temsilin ve dışavurumun ortaya çıkarılabileceği özgür ortam arayışlarıdır. Sosyal ağlar, siyasi erkin kontrolü ve tekelci politikaların dışında, bireylerin özerk alanı olarak doğmuştur. Kamusal alanın ekonomik, siyasi, yasal sınırlayıcılardan uzak olarak oluşumu özerk alanlar içinde esnek örgütlenmeler, paylaşımlar yaratmıştır. Sanal ortamın güvenli alanının kent ortamına taşınması ise kendi tarihlerini yazmak isteyen, haklarını talep eden, kalabalıkları meydanlarda buluşturmuştur. Kentin, fiziksel kamusal alanında oluşumuna izin verilmeyen karşı iktidar sanal kamusal ortam yolu ile tekrar var olmuştur.

İktidar ilişkilerinin ve iktidar sahiplerinin toplumları şekillendirdiği günümüz sisteminde zorlama ve manipülasyon mekanizmaları ile toplum zihninde yaratılan anlamlar, var edilen korkular, sanal kamusal alanın birleştirici dışavurumcu gücüyle aşılır ve karşı iktidar yeniden doğar. İktidar gücünün etkisine karşı tepki veren karşı iktidarın şekillenmesi ile iktidarın sınırları yeniden belirlenir. Toplum içinde ve toplumun iktidarla iletişiminde yeni diyalektiğin doğuşu, aynı zamanda yeni iktidarların doğmasına ve iktidar ilişkilerinin dönüşmesine neden olur.

Kentsel toplumsal hareketler terimi ilk defa 1970’li yıllarda Manuel Castells tarafından kullanılır. Castells bu toplulukları dört unsur ile tanımlar: Birincisi, kolektif üretim ve tüketim talepleri doğrultusunda, topluluk kültürüne ve örgütlenme öz yönetimine sahip olmak; ikincisi, kentsel toplumsal hareket içinde rol bilincine sahip olmak; medya, profesyoneller, siyasi oluşumlar veya partiler üzerinden ağlar oluşturarak yayılmak; son olarak, örgütsel ve ideolojik olarak siyasi partilerden bağımsız olmak.(11) Rejim değişikliklerine paralel olarak toplumsal ağlar ile şekillenen kentsel toplumsal hareketler farklı dönemlerde farklı özellikler gösterir. Fordist üretim krizinin egemen olduğu 1960-1970’lerde kentsel örgütlenmelere ait sloganlar “kenti dönüştür, hayatı dönüştür” (transform the life, transform the city) iken 1970’lerde sloganlar militanlaşarak “kenti fethedelim”e (let’s take the city) dönüşür. 1980’lere gelindiğinde kemer sıkma politikalarından kaynaklanan ve neoliberal paradigmaya yönelim, işsizlik, konut yetersizliği sorunları ile yerel yönetimler için artan mali sıkıntılar sonucu yerel yönetimler, sivil örgütlenme ve inisiyatiflerle ortak çalışarak sorunları çözme yoluna gider, bu ise örgütlenme konusunda sivil inisiyatiflerin profesyonelleşmesine ve radikalleşmesine yol açar. 1990’larda artan taleplerin karşılanamaması ile neoliberal paradigmaya karşı örgütlenen hareketler, işsizlik, evsizlik, yoksulluk ve hak arayışları ekseninde çalışır ve direnir. (Resim 2) 1990-2000’ler arasında geçen dönemde neoliberal politikalar ışığında hızla dönüşen, soylulaşan, metalaşan kentlere karşı geliştirilen, “Başka bir dünya mümkün,” sloganı üzerinden kentsel dönüşüm, ayrışma, yerinden etme gibi sorunlara yönelik sivil örgütlenmeler gerçekleşir.(12) Mayer içinde bulunduğumuz dördüncü dönemi küresel olarak kentleşen dünyada sermaye akışı ve piyasa entegrasyonuna göre kentlerin yatırımcı ve girişimciye dönüştüğü bir dönem olarak tarifler.(13) Bu dönemde kentsel mekân ve kamusal

alanlar yatırımcıya cazip ortamlar sağlamak üzere yerel ve ulusal siyasi erk tarafından araçsallaşırken kentlilerin yerleşim bölgeleri piyasanın tasarruflarına sunulur. Bugün kamusal alanın, sokağın, kendilerinin olanın geri alınmasına yönelik sloganlarla (Sokakları Geri Al-Reclaim the Street) yeni örgütlenmelere tanık olmaktayız. (Resim 3, 4)

Neoliberalizme karşı küresel bir adalet arayışı da olan bu hareketler sadece protestolar şeklinde değil, demokratik hak talepleri çevresinde örgütlenir. İletişim teknolojileri ile dalgalar halinde yayılan kentsel ağlar küresel düzlemde bir iletişim kanalı olarak örgütlenmeyi sağlar. Kitlesel iletişime geçiş sonsuz ağ sistemine bağlanma ve sesini duyurma deneyimini mümkün kılar. Sosyal ağların, yatay ve şeffaf örgütlenişleri, onları kontrolsüz kılarak siyasi iktidarı korkutur. Kent aktörlerinin iktidarlara karşı özerkliğini inşa eden teknolojik platformu aynı zamanda yeni bir meta ve kendi başına bir iktidardır.

Devletin, hareketi kontrol altına almak için uyguladığı böl-yönet taktiği aktivistler arasındaki bağları keserek hareketi sindirmeye yöneliktir.(14) İşgal edilen alanda var olmanın gücü, motivasyonu ve özgürlüğüyle politik kamusal alanın inşası gerçekleşir. Bu alanların temsiliyetleri ve rolleri büyüktür. Genellikle bu alanlar önceden çeşitli anlamlar yüklenerek kent sahnesinde yer edinmiş alanlardır. Halk ayaklanmasında işgal edilen uzam üzerindeki kontrol, insanların hayatları, hakları, özgürlükleri üzerindeki kontrol anlamına gelir.(15) Gezi direnişinin Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı ile başlamasının nedeni kuşkusuz Taksim Meydanı’nın bir yüzyılı aşan iktidar ve karşı iktidar(lar) arasında bir gerilim, etkileşim, savaşım alanına dönüşerek fiziksel veya sezgisel temsiliyetler takınmış olmasıdır.

Birkaç amil ile başlayan işgallerin toplumsal hareketlere dönüşümü, duyguların eylemlere dönüşümü, dijital kamusalın fiziksel kamusala aktarımı ile gerçekleşmektedir. Kamusal alanı bedenleri ile işgal eden bireyler tüm iletişim araçları ele geçirildiğinde, bedenleri ile muhalefet savaşının sürdürülebildiğini kanıtlamıştır. İşgal edilen alan ve sınırları belirleyen barikatların polis şiddetine karşı savunmaya yönelik pek az değeri olsa da biz ve onlar arasındaki fiziksel sınırı belirleyerek birlik duygusunu dolayısı ile gücü artırmaktadır. Aslında işgal mekânında (kamusal alanda) gerçekleşen fiziksel savaş taleplerini duyurmaya yönelik psikolojik bir savaştır. İşgal alanında inşa edilen yeni kamusal, siyasi, politik bir uzam yaratır. Bu mekân, siyasi erkin, sermayedarın elinde tuttuğu temsiliyet haklarının geri kazanılması için inşa edilmiş heterotopik bir mekândır.

Lefebvre'in soyut mekân olarak tanımladığı temsiliyet kazanmış kamusal alanlar, siyasi erklerin otoriter dilleri altında özgür eylem pratiğinin alanı olmaktan uzaklaşmaktadır. Bugün dünyanın bir çok yerinde “işgal etme” pratiği ile gerçekleşen eylemler bu temsili gücün göstergesidir. İşgal edilen kamusal alan devrime doğru atılan bir adımın, bir başkaldırının temsilidir. Bu nedenle Türkiye’de Kızılay Meydanı, Taksim Meydanı, geçmişte Beyazıt Meydanı kitleler için yasaklıdır. Temsiliyet kazanmış kamusal ele geçirenindir. Bu nedenle siyasi erk tarafından kamu=devlet denklemi bir öğreti olarak herkesin içselleştirdiği bir formüldür ve kamusal alanı işgal etmek sadece sesini duyurmanın değil siyasi erki sarsmanın bir aracı olagelmiştir. Bugün işgal etme üzerinden gelişen eylem pratiği yeni bir kamusal alanın habercisidir. Kitlelerin kendilerine ait olanı alma çabasıdır. Mahallelerini, meydanlarını, ağaçlarını sahiplenen bireylerin kamusal alanlarını dönüştürme hakkı üzerinden bugün kamusal alan yeniden tanımlanmaktadır. Kavramsal olarak kamusal alanın siyasi erkin baskıları / tanımlamaları ile şekillenen bir öğreti olamayacağının anlaşılması, mekansal olarak bireylerin şekillendireceği bir kamusal alanın müjdecisi olabilir.

KAYNAKLAR


Arendt, Hannah, 1968, Men in Dark Times, Harcourt, Brace & World, s.24.

Arınç, Bülent, 2004, “Ben Anayasa'ya Baktığımda 'Kamusal Alan' Diye Bir Şey Görmedim”, Haber Vitrini, 15 Temmuz 2004. www.habervitrini.com/gundem/ben-anayasaya-baktigimda-kamusal-alan-diye-bir-sey-gormedim-137689/ [Erişim 27.10.2013]

Bacık, Gökhan, 2005, “Kamusal Alan Tanımı Üzerine Bir Tartışma”, Sivil Bir Kamusal Alan, (ed.) Lütfi Sunar, Kaknüs Yayınları, İstanbul, ss.9-16.

Berktay, Fatmagül, 2004, “Çoğulluk Yeryüzünün Yasasıdır”, Kamusal Alan, (ed.) Meral Özbek, Hil Yayınları, İstanbul, ss.551-556.

Castells, Manuel, 1983, The City and the Grass Roots: A Cross-Cultural Theory of Urban Social Movements, University of California Press, Los Angeles.

Castells, Manuel, 2012, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

Çaha, Ömer, 2005, “Mahrem Kamusal Alan”, Sivil Bir Kamusal Alan, (ed.) Lütfi Sunar, Kaknüs Yayınları, İstanbul, ss.143-163.

Çaha, Ömer, 2006, “İdeolojik Kamusalın Sivil Kamusala Dönüşümü”, Kamusal Alan ve Türkiye, (ed.) Ahmet Karadağ, Asil Yayın Dağıtım Şirketi, Ankara, ss.159-191.

Fendoğlu, Hasan Tahsin, 1999, “Özgürlükçü Anayasa Üzerine”, Av. Dr. Faruk Erem’e Armağanı, (ed.) Eralp Özgen, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara, ss.245-275.

Gellner, Ernest, 1992, Postmodernism, Reason and Religion, Routhledge, Londra.

Harvey, David, 2013, Asi Şehirler, Metis Yayınları, İstanbul.

Mayer, Margit, 2009, “The Right to the City in the Context of Shifting Mottos of Urban Social Movements”, City, cilt:13, sayı:2-3, ss.362-374, Routledge, London. DOI: 10.1080/13604810902982755.

Nicholls, Walter J., 2008, “The Urban Question Revisited: The Importance of Cities for Social Movements”, International Journal of Urban and Reginal Research, cilt:32, sayı:4, ss.841-859. DOI: 10.1111/j.1468-2427.2008.00820.

Özbek, Meral, 2004, Giriş: “Kamusal Alanın Sınırları”, Kamusal Alan, (ed.) Meral Özbek, Hil Yayınları, İstanbul, ss.19-91.

Teziç, Erdoğan, 2004, “Teziç: Kamusal alan coğrafi bir tanım değildir, işlevseldir...”, Milliyet, 10 Temmuz 2004. www.milliyet.com.tr/2004/07/10/son/sonsiy02.html [Erişim: 27.10.2013]

NOTLAR

1. Çaha, 2006, s.180.

2. Çaha, 2005, s.155.

3. Çaha, 2005, s.155.

4. Bacık, 2005, s.9.

5. Teziç, 2004.

6. Teziç, 2004.

7. Fendoğlu, 1999, s.3.

8. Berktay, 2004, s.551.

9. Arendt, 1968.

10. Bacık, 2005, s.16.

11. Castells, 1983, s.322.

12. Mayer, 2009, s.365.

13. Mayer, 2009, s.366.

14. Nicholls, 2008.

15. Castells, 2012, s.25.

 

Bu icerik 9500 defa görüntülenmiştir.