417
OCAK-ŞUBAT 2021
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Mimarın Adı Yok…
    Deniz İncedayı, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü, Mimarlar Odası Genel Başkanı

  • Depremin Ardından İzmir: İhmal Nerede, Sorumluluk Kimde?
    A. Muzaffer Tunçağ, Eski İnşaat Mühendisleri Odası Genel Başkanı, Eski Konak Belediye Başkanı
    Özgür Bozdağ, Öğr. Gör. Dr., DEÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü
    İlker Kahraman, Dr., Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

Pandemi Etkisinde “Yeni” Sergi Mekânı Deneyimi

Pınar Kılıç Özkan, Öğr. Gör. Dr., Yaşar Üniversitesi Mimarlık Bölümü

Pandeminin ortaya çıkardığı yeni deneyimlerin hayatlarımızı şekillendirmesinin ardından sıklıkla karşılaşır olduğumuz dijital sergiler, gerçekten de bizim için “yeni” deneyimler vaad ediyor mu? Tarih boyunca sergileme mekânlarında yaşadığımız deneyimlerin dönüşümünden çıkarsamalarla sanal sergilere eleştirel bir gözle yaklaşan yazar, sergi mekânlarının geleceğine dair izler sürüyor.

 

PANDEMİ SÜRECİNDE YENİ DENEYİMLERİMİZ

İlk başlarda tam olarak ne olduğunu anlayamadığımız COVID-19, gündelik hayatlarımız olağan akışında karşılaştığımız muğlak haberlerden ibaretken, 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilanıyla hayatlarımızın ve tüm alışkanlıklarımızın ortasına bir bomba gibi düştü.[1] Bugün ise hayatlarımızın akmakta olduğu her mekânda çok farklı deneyimlerle karşı karşıyayız. Sergi mekânı da bu çeşitli deneyimlerin yaşanmakta olduğu mekânlardan yalnızca biri.

Pandeminin hemen öncesinde bazı kurumsal sanat müzeleri ve müze profesyonelleri için kamuya açılmak çok önemsenen fakat aynı zamanda da çokça tartışılan bir gündem maddesiydi. Öyle ki, kamusallığı merkeze alan yeni bir müze tanımı önerisini oylamak için gerçekleştirilen son ICOM (International Council of Museums) toplantısı yaşanan fikir ayrılıkları nedeniyle ertelendi.[2] Çok seslilik, kapsayıcılık ve paylaşım vurgulu yeni bir müze bir tanımı üzerine ortaya çıkan fikir ayrılıkları hâlâ gündemde iken, bugün pandemi süreci içinde tüm bu tartışmaları çok daha önemli hale getiren farklı bir noktadayız.

Karantina başladığında birçok müze ve galeri bizlere ulaşmak için çevrimiçi olarak çok sayıda etkinlik üreterek hızla harekete geçti. Dolayısıyla bugünlerde müze ve galerilerin pek çoğuna bilgisayarlarımızla ya da telefonlarımızla evden erişim mümkün. Üstelik bu erişim çok zengin seçenekler sunuyor biz izleyici / takipçilere, öyle ki bazen yetişemez oluyoruz. Aynı akşam Londra’da bir sergiye katılıp, oradan ayrılıp İstanbul da bir sergiye katılmamız ve o bittikten sonra -hatta aynı anda- Dubai’deki bir sergiyi görmemiz mümkün olabiliyor.

Aslında bu durum sadece pandemi ile ortaya çıktı denilemez. Tüm dünyada pek çok müze ve galeri kurumu 2010’lu yıllardan itibaren dijital erişime uzak değil. Örneğin, Los Angeles County Sanat Müzesi, 2018 yılında kürator Megan O'Neil’in rehberliğinde Facebook üzerinden bir canlı yayın ile tüm dünyanın yorumlarına ve sorularına açık ve çok ses getiren sanal bir sergi turu düzenledi.[3]

Coğrafik sınırlardan bağımsızlaşmış bu yeni hal çok heyecan verici. Çünkü dijital sergileme sadece sanat kurumu ve izleyicisi / takipçisi arasındaki iletişim biçiminin değişmesi demek değil, aynı zamanda bir kurum için bilgi birikimini ve deneyimini açık erişimle kamu ile paylaşmayı kabul etmek demek. Bu cesaret de, Jurgen Habermas’ın kulaklarını çınlatırcasına soyut bir mekânda paylaşım üzerinden kamusallığın üretimine gebe.[4] Fakat bu heyecanlı yeni hal içinde bir soru kafamı kurcalamakta. Dijital erişebildiğimiz bu sergilerde edindiğimiz deneyimler bizim için ne kadar yeni? Bunu tartışmak için öncelikle tarih boyunca sergileme mekânlarında yaşadığımız deneyimlerin dönüşümüne kısaca değinmekte fayda var.

NADİRE KABİNELERİ VE İLK SERGİLEME MEKÂNLARI

Antik Yunan'da, dini ritüeller sonucunda Yunan tapınaklarının sunaklarına sunulan adaklarla başladığı kabul edilen koleksiyonculuk pratiği, Roma İmparatorluğu'nun savaş ganimetlerinden kendi özel koleksiyonlarını oluşturmak için Romalı generaller tarafından miras alındı.[5] Bu koleksiyon çalışmaları, Rönesans döneminde mimarlık tarihindeki ilk sergi mekânlarını, nadire kabinelerini ortaya çıkardı. Bu mekânlar soylu koleksiyonerlerin ilgi alanlarına giren çeşitli nesneleri biriktirip sergiledikleri özel alanlarıydı. Günümüz bilim müzelerine daha yakın olan nadire kabineleri, özel sanat müzelerinin ataları olarak kabul edilir.[6] Çünkü bu mekânlar, kamuya açık olmayan ve yalnızca koleksiyoncunun soysal çevresinden çok sınırlı bir grup insan tarafından erişilebilen özel mekânlardı. Burada, mercanlar, taşlar, fosiller, hayvan iskeletleri, doldurulmuş hayvanlar, haritalar gibi çeşitli ve ilginç objeler ile resimler ve heykeller, çok bölmeli çekmecelerde, raflarda, dolaplarda ve vitrinlerde saklanır ve koleksiyonerin hayal gücü doğrultusunda sergilenirdi.[7] (Resim 1)

Küratör James Putnam, nadire kabinelerinin tek tip bir sergileme düzeninden uzak, koleksiyonerlerin hayal gücünün şekillendirdiği son derece keyfi ve farklı sergileme düzenleri olduğundan bahseder.[8] Çok farklı nesnelerin yan yana ve birlikte teşhir edildiği bu düzenlemelerde esas aktör sergi mekânı değil, objelerin nadirliğidir. Bu sergileme biçiminde izleyici mekânın her köşesinde yerden tavana kadar nadir bulunan çok sayıda ilgi çekici nesne ile bir anda karşı karşıya gelirdi. (Resim 2) Bu karşılaşmadan beklenen etki objelerin nadirliği ve çeşitliliği karşısında bir büyüleniş halinin ortaya çıkmasıydı.

Nadire kabinelerinin yaygınlaşmasıyla, koleksiyonlarının zenginliğinin yanı sıra kendi ekonomik ve soysal güçlerini de sergilemek isteyen soylulara, tüccarlara veya toplumun önde gelen ailelerine ait sergileme pratiklerin sürdüğü farklı bağlamlar da söz konusu oldu. Ve koleksiyonlar artık kapalı dolaplardan ve küçük iç mekânlardan çıkıp daha geniş ve aydınlık mekânlarda sergilenmeye başlandı. Bu mekânların ilk ve en eski örneği olarak, nadire kabinesinden sanat galerisine dönüştürülen Medici ailesinin koleksiyonlarının bulunduğu Medici Sarayı örnek verilebilir. Medici ailesinin özel misafirlerine açık olan Medici Sarayı, ziyaretçi ve sanat eseri etkileşimi göz önüne alınarak tasarlanmış ilk sergileme mekânıdır ve 17. yüzyılda Avrupa'da Medici Sarayı'nı takiben pek çok galeri açılmıştır.[9]

Bununla birlikte, nadire kabinesinin ve galerinin iki farklı mimarlık ürünü olduğunu belirmekte fayda var. Nadire kabinesi için genel ve ortak bir mimari biçimden bahsetmek zor olsa da, galerinin bir mimari mekân olarak ortaya çıkışı ile sergi mekânının gün ışığına ve doğal havalandırmaya erişim, geniş ve ferah bir ölçek gibi bir takım ortak mekânsal özeliklerinin de ortaya çıktığından söz edilebilir.

18. VE 19. YÜZYIL GALERİ MEKÂNLARI

18. yüzyıldaki galeri mekânları, nadir koleksiyonların zamanla geniş grupların erişimine açılmasıyla oluştu. Bu mekânların sayısının artması ile daha önce sadece koleksiyonerin sosyal çevresinden sınırlı sayıda kişiyle paylaşılan ilk sergi mekânları, farklı sosyal çevrelerden çeşitli kişiler tarafından erişilebilir hale geldi ve tam anlamıyla kamusal sayılmasalar da birtakım kamusal işlevler kazanmaya başladılar.[10] Ayrıca, geniş grupların erişime açılan bu mekânlarda sergileme pratiklerinde kullanılan yeni teknikler de ortaya çıktı.

Bu mekânlarda sergileme, doğal ışığa ve havalandırmaya açık, büyük ve gösterişli salonlarda yapılmaktaydı. Sergileme düzeninin iç mekânın tasarımıyla uyum içinde olmasına özen gösteriliyordu. Tablolar, alışık olduğumuz sergi düzeninden çok farklı şekilde, çerçeveleri yan yana ve üst üste gelecek şekilde, tavandan yer düzlemine kadar duvarda hiç boş yer kalmayacak şekilde asılıyordu. Altın süslemeler, bordo, yeşil lacivert, gümüş-gri boyalı veya kumaş ya da kâğıt kaplı duvarları ile iç mekânlar çok farklı ve renkliydi.[11] Bu sergileme biçimi, 18. yüzyılda tüm sergileme mekânlarında uygulanan standart bir pratik haline geldi.[12] Resim 3’teki Ressam Johann Zoffany’nin tablosu o dönemin hakim sergileme düzenini belgeleyen önemli bir örnektir.

Sanat eleştirmeni Brian O’Doherty’e göre, 18. yüzyılda sergileme mekânları çok gösterişli ve özgürce tasarlanmış olsa da, sergi mekânında tuvalin çerçevesi izleyici için son derece otoriter idi.[13] İzleyicinin gözü, tuvalin kapalı alanı içinde merkezî bir odak etrafında dolanırken, bu gezintinin sınırlarını çerçeve çizerdi. 19. yüzyılda merkeze odaklanmayı gerektirmeyen manzara resminin ortaya çıkışıyla, göz figür dışında kompozisyonun başka bir parçası olan arka planı da fark etmeye başladı. Böylece, sergi düzeninde bazı resimler daha iyi algılanabilmek için diğer resimlerden daha mesafeli bir şekilde yerleştirilmeye başladılar. O’Doherty’e göre çok önemli bir dönüşümün başlangıcı olan bu mesafeli yerleştirme 20. yüzyılda çok farklı bir sergi deneyimine yol açtı.

20. YÜZYILIN MODERN “BEYAZ KÜP”Ü

20. yüzyılın başında sergi mekânı deneyimi açısından çok önemli dönüşümler yaşandı. Örneğin, 20. yüzyılın başlarında soyut sanatın ortaya çıkmasıyla birlikte bu yeni sanat formunun nasıl sergileneceği sorgulanmaya başlandı. O’Doherty’nin “Beyaz Küp” olarak isimlendirdiği yeni bir sergi düzeni sayesinde, sergi mekânlarında sanat eseri ve izleyici arasındaki ilişki ve bu ilişkide mimarlığın rolü değişmeye başladı.[14] 20. yüzyılda ortaya çıkan bu yeni sergi düzeni, sadece beyaz duvarlarla çevrilmiş kapalı bir hacimde ziyaretçilere sanat eserlerini sunmakla kalmadı, aynı zamanda izleyiciyi de dönüştüren estetik bir deneyim üretti. O'Doherty’e göre, dönüştürücü bir deneyim sunan bu yeni sergi düzenin ana mekânı, açıklıksız beyaz duvarları, aydınlatma kaynağı olarak kullanılan tavanı ve monokrom zeminleri ile modern sanat müzesidir.[15]

20. yüzyılın modern “Beyaz Küp”ü, izleyiciye kuralcı ve indirgeyici bir deneyim sundu.[16] Burada, sanat mekânının deneyimi, sadece görme duyusuna ve izleyici de görsel bir alıcı olarak var olduğu düşünülen mobil bir varlığa indirgendi. Görme duyusunu bütünsel bir mekân algısından soyutlayan bu kuralcı yeni deneyim, izleyicinin tüm dikkatini talep ettiği için, gün ışığının, hayatın seslerinin ve görüntülerin içeriye girmediği, açıklıksız mekânlarda izleyiciyi dış dünyanın gerçekliğinden kopardı.

Sergi mekânı, sanat eserinin izleyiciyle buluşması sırasında bağlamı sadece yok eden değil, aynı zamanda yeniden yapılandıran vazgeçilmez bir koşul haline geldi. Sanat eserlerinden rol çalmamak için neredeyse algılanamaz hale gelerek bağlamı yok etti. Bununla birlikte, İzleyicinin sergi deneyiminde beyaz duvarlar işlerin ayrılmaz bir parçası haline geldiği için, içeriği de yeniden üretti. (Resim 4)

21. YÜZYILIN GÜNCEL DENEYİMLERİ GERÇEKTEN NE KADAR YENİ?

Pompidou Merkezi ve Guggenheim Bilbao’yu takiben müze mimarisinin 21. yüzyılın çeyreğini tamamlamaya doğru ilerlemekte olduğumuz günümüzde çok çeşitlenmiş olduğu net bir konu. Fakat bu müzelerin içinde yaşadığımız fiziksel sergi deneyimlerimizin çok da çeşitli olduğu söylenemez. Öyle ki, yıldız mimarlar neredeyse her ay tasarladıkları yeni ve çok farklı bir müze projeleri ile bizi şaşırtırlarken, bu müzelerin içlerine girdiğimizde yine tavandan eşit dağılan bir ışıkla aydınlanan, “beyaz küp” ile karşılaşmaktayız.

2019 sonu itibariyle neredeyse bir senedir, pandemiyle birlikte her mekânda olduğu gibi, sanat eseri ile olan ilişkimizi yönlendiren sergi mekânlarında da bambaşka bir deneyim yaşıyoruz. Bugünlerde, sergi mekânlarının çoğuna bilgisayarlarımızla ya da telefonlarımızla dijital olarak erişebiliyoruz. Fiziksel olarak erişimin kısıtlı olduğu bu mekânlara teknoloji sayesinde dijital olarak erişebilmek bugünlerde keskince çizili sınırları biraz olsun genişletiyor, fakat sergi mekânı deneyimimiz çok da yeni sayılamaz. Çünkü birkaç tık sonra yaşadığımız deneyim, beyaz küpteki fiziksel deneyimimizi taklit eden dijital bir sergi mekânı ve “eserleri incelemek için üzerine tıklayınız” yazısından sonra eserlere bir süre baktığımız anlar toplamı oluyor. (Resim 5, 6)

Fiziksel olarak erişemediğimiz bu mekânlara dijital olarak erişebilme fırsatımızın olması harika. Fakat sergi deneyimi sadece sanat eserlerine baktığımız anlardan da ibaret değil. Sergi mekânı içinde başka insanlara birlikte bulunmak, onlarla birlikte yürümek, o insanların ayak seslerini duyabilmek, konuşmalarına kulak misafiri olmak, tanımadığımız insanlarla eserler hakkında ne düşündüğümüzü konuşabilmek ve fikir alışverişi yapabilmek de bu deneyimin çok kıymetli bileşenleri.

Fakat beyaz küpün yeni dijital tezahürleri sadece bakışımızın esere bir süre temas ettiği o anla ilgileniyor gibi duruyor. Tıpkı beyaz küpün biz izleyicileri görsel bir alıcıya dönüştürüp görme duyumuzdan başka hiçbir şeye odaklanmamıza razı olmaması gibi. Oysa sadece bir görsel alıcı yerine konulduğumuz deneyimler yerine, fiziksel sergileme mekânlarında karşılaşamadığımız yeni deneyimlerin peşine düşsek sizce de çok heyecan verici olmaz mı? Bu bağlamda birkaç çalışma oldukça ufuk açıcı.

Bu çalışmalardan ilki, karantina başladığında evlerindeki bazı nesneleri kullanmalarını isteyerek insanlara bir sanat eserini tekrar yaratmaları çağrısında bulunan J. Paul Getty Müzesi’ne ait.[17] Böylece sergileme mekânında pasif bir rol oynamayı deneyimlemeye alışmış izleyici / takipçi sanat eseri ile olan ilişkisinde aktif bir rol oynamayı deneyimleyerek izleyici / takipçi / sanatçıya dönüşüyor.

Başka bir çalışma, Brighton ve Hove Müzeleri çalışanları tarafından pandemi sürecinde başlayan ve hâlâ devam eden podcast serileri. Sanat eserine, görme duyusunu kullanarak erişmeye alışmış izleyici / takipçi, sanat dolu ve ilham verici sohbetlerle ilerleyen her bölümde bu kez sanat eserine işitsel olarak erişerek dinleyici rolunü de deneyimlemiş oluyor.[18]

Bir diğer çalışma da ülkemizden, alternatif bir sanat mekânı / projesi olan Nomadmind’ın sanal sergi mekânının deneyimine bir alternatif olarak önerdikleri 12 Kernel çalışması.[19] Post apokaliptik bir esinle yola çıkan Nomadmind’in kendi tanımlamalarına göre bu çalışma; “sosyal medya profilleri, çevrimiçi videolar, podcast yayınları ve diğer dijital paylaşım ara yüzleri üzerinden “genel-ağ”ın (internet) kendisini bir sergileme alanına dönüştürme denemesi”.[20] Bu kapsamda yaratılmış 12 kurgusal karakterin yine kurgusal sosyal medya hesaplarından yaptıkları paylaşımlar üzerinden sergiyi deneyimleyebiliyoruz. 12 sanal karakter internet üzerinden birbiri ile iletişim kurarken, biz izleyici / takipçilere de her zaman tekrardan kurgulanabilecek ve keşfedilecek imajlar, ses kayıtları, etiketler, yorumlar, arkadaşlık listeleri içeren bir takım medyalar veya izler bırakıyorlar.[21] İnsanlık sonrası ileri bir tarihte internet ağı içinde bulunması hayal edilen 12 Kernel, pandemiyi atlattığımız bilinmez bir gelecekte keşfe açık bugüne ait bir takım deneyimleri deşifre etmekle kalmıyor, bugün izleyici / takipçiye de hem dinleyici hem de küratör rolünü deneyimletiyor.

SONUÇ YERİNE

Bir zamanlar sanat eseri ile izleyicinin karşılaştığı tek mekân olan sergi mekânında gözün sınırını tuvalin çerçevesi çiziyordu. Sonra, resmin çerçevesinden çıkışıyla, çerçevenin otoritesini beyaz küp devraldı. İzleyici, görme duyusu dışındaki diğer duyularını önemsememesini isteyen beyaz küpün kuralcı atmosferine hapsoldu. Pandeminin fiziksel olarak erişimin kısıtlanmasına yol açtığı sergi mekânlarında, bu kez otoriter beyaz küpün farklı taklitleri ile karşı karşıyayız. İnternet sağlayıcımızın gücü ve bilgisayarımızın veya telefonumuzun siyah ekranının piksel sayısı arttıkça özgürleştiğimizi düşünüyoruz belki, ama o piksellerden bize yansıyan şey beyaz küpün dijital bir tezahüründen pek farklı bir şey değil.

Oysa sadece bir görsel alıcı yerine konulmadığımız gerçekten de yeni deneyimlerin çoğalması pandemi sonrasında nasıl bir sergileme mekânı hayali kurdurur bize acaba? Bu da pandemi sonrası cevaplanacak başka bir soru olsun.



[1] World Health Organization, 2020, WHO Director-General's opening remarks at the media briefing on COVID-19 - 11 March 2020, https://www.who.int/director-general/speeches/detail/who-director-general-s-opening-remarks-at-the-media-briefing-on-covid-19---11-march-2020 [Erişim: 20.12.2020]

[2] ICOM, 2019, Announces the Alternative Museum Definition that will be Subject to a Vote, https://icom.museum/en/news/icom-announces-the-alternative-museum-definition-that-will-be-subject-to-a-vote/. ICOM, 2019, The Extraordinary General Conference Postpones the Vote on a New Museum Definition, https://icom.museum/en/news/the-extraordinary-general-conference-pospones-the-vote-on-a-new-museum-definition/ [Erişim: 20.12.2020]

[3] “City and Cosmos”, https://www.facebook.com/34085286565/videos/10155304471391566/ [Erişim: 20.12.2020]

[4] Habermas, Jurgen, 1997, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İletişim Yayınları, İstanbul.

[5] Artun, Ali, 2006, Tarih Sahneleri Sanat Müzeleri 1-Müze ve Modernlik, İletişim Yayınları, İstanbul. Gordon, David, 2011, “The Art Museum.” Encyclopedia of Library and Information Sciences, (ed.) Marcia Bates, Mary Niles Maack, CRC Press, Florida, ss.1-10.

[6] Impey, Oliver; MacGregor, Arthur, 1985, The Origins of Museums: The Cabinet of Curiosities in Sixteenth-and Seventeenth-Century Europe, Clarendon Press, Oxford. Abt, Jeffrey, 2006, “The Origins of the Public Museum”, A Companion to Museum Studies, (ed.) Sharon Macdonald, Blackwell Publishing, Malden, ss.115-135. Giebelhausen, Michaela, 2006, “Museum Architecture: A Brief History”, A Companion to Museum Studies, (ed.) Sharon Macdonald, Blackwell Publishing, Malden, ss.222-245.

[7] Putnam, James, 2001, “Kutuyu Aç”, Sanatçı Müzeleri, (ed.) Ali Artun, İletişim Yayınları, İstanbul, ss. 9-65. Macdonald, Sharon, 2006, “Collecting Practices”, A Companion to Museum Studies, (ed.) Sharon Macdonald, Blackwell Publishing, Malden, ss.81-98.

[8] Putnam, 2001, ss.9-65.

[9] Hooper-Greenhill, Eilean, 1992, Museums and the Shaping of Knowledge, Routledge, London. Bailie, Lindsey Leigh, 2010, Staging Privacy: Art And Architecture of the Palazzo Medici, Yüksek Lisans Tezi, University of Oregon.

[10] Avrupa’da kamuya açılan sergi mekânlarının sayısı artmış olsa da, bu mekânlar toplumun her kesimi için değil, sadece aristokratları ve eğitimli burjuva sınıfını içeren küçük bir grup için erişilebilir idi. Dolayısıyla tam anlamıyla kamusal değillerdi. Bennett, Tony, 1995, The Birth of the Museum: History, Theory, Politics, Routledge, New York. Paul, Carole, 2012, The First Modern Museums of Art: The Birth of an Institution in 18th- and Early-19th-Century Europe, Getty Publications, Los Angeles.

[11] Klonk, Charlotte, 2009, Spaces of Experience: Art Gallery Interiors from 1800 to 2000, Yale University Press, London.

[12] Pevsner, Nikolaus, 1976, A History of Building Types, Princeton University Press, New Jersey.

[13] Brian O’Doherty, 1976, Inside the White Cube: The Ideology of the Gallery Space, University of California Press, California.

[14] O’Doherty, Brian, 1976, s.80.

[15] O’Doherty, Brian, 1976, s.15.

[16] O’Doherty, Brian, 1976, s.15.

[17] Barnes, Sara, 2020, People Recreate Works of Art With Objects Found at Home During Self-Quarantine, My Modern Met, https://mymodernmet.com/recreate-art-history-challenge/ [Erişim: 20.12.2020]

[18] “Voices of the Royal Pavilion & Museums”, https://pod.link/1491367417 [Erişim: 20.12.2020]

Bu icerik 3561 defa görüntülenmiştir.