417
OCAK-ŞUBAT 2021
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Mimarın Adı Yok…
    Deniz İncedayı, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü, Mimarlar Odası Genel Başkanı

  • Depremin Ardından İzmir: İhmal Nerede, Sorumluluk Kimde?
    A. Muzaffer Tunçağ, Eski İnşaat Mühendisleri Odası Genel Başkanı, Eski Konak Belediye Başkanı
    Özgür Bozdağ, Öğr. Gör. Dr., DEÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü
    İlker Kahraman, Dr., Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK GÜNDEM

Mimarın Adı Yok…

Deniz İncedayı, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü, Mimarlar Odası Genel Başkanı

“Çevresel duyarlılıkların, kapsayıcı ve katılımcı zihniyetin gelişimi, birçok başarılı ülke örneğinde görüldüğü gibi, ilköğretim öncesinden başlatılan süreçlere kadar gidiyor. Çocuk yaştaki birey, mekânın, doğanın, kültürel varlığın ve ‘farklı’ olanın toplumsal değeriyle tanışıyor, onu savunuyor, koruyor ve çoğaltıyor. Bu yaklaşım meslek sınırlarının ötesinde, insana, doğaya, evrensel haklara, çoğulculuğa yaklaşımın da bir göstergesi. Toplumların sanatı, mimarlığı; sanatçıyı, mimarı ve giderek insanı görme biçimiyle ilişkili.” “Özel ya da kamu kuruluşlarına ait, açık veya sınırlı yarışmalarla ya da davet yoluyla elde edilmiş çok sayıdaki özgün mimarlık eserlerinin açılışlarında, tanıtımlarında ve yaşamlarında mimarlar, sanatçılar, emekçiler yok; çabaları ve çileli uygulama serüvenleri sonrasında hak ettikleri takdiri duyamıyorlar, göremiyorlar. Bekledikleri de teşekkür değil kuşkusuz. Ancak, mimarlarını anmayan, tanımayan ve tartışmayan toplumlar; sanatlarını, kültürlerini ve hatta kendilerini de tanımıyorlar, tartışmıyorlar.”

 

Finli mimar Juhani Pallasmaa, Louisiana Modern Sanat Müzesi'nin (Danimarka) web-TV kanalındaki bir söyleşisinde sanat eserinin zamansızlığından söz ediyor. Fransız şair Paul Valéry’nin “bir sanatçı yüzyıllara bedeldir” sözüne değinerek, 25.000 yıl öncesinde yapılmış bir duvar resmiyle, günümüze ait bir sanat eserinin zamandan bağımsız eşdeğerliğini vurguluyor.[1] Mimarlık bir sanat; genel anlatımıyla mekân yaratma sanatı. Bilimden, çağdaş bilgiden beslenen, sosyal, kültürel, ekonomik koşullara bağlı olarak değişen dinamik bir düşünce ve pratik alanı. Mimarlık tarihi, yüzyıllar boyunca toplumların sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel değişimlerine bağlı olarak yaşadıkları dönüşümlerin mekânsal izdüşümlerini aktarır. Her mimari çağının dilini konuşur; zamandan bir kesittir, dönemine ait kültürü, toplumsal ilişkileri, siyasal tercihleri yansıtır. Mimarlığın teorisi ve pratiği yeni bilgiyi, beceriyi ve teknolojiyi tasarım ve üretim sürecine katarken, diğer bir taraftan da sosyal ve kültürel değişimlere, çağdaş gereksinimlere yanıt verebilme, değişimi yönlendirebilme arayışındadır.

Mimar bu zorlu sorumluluğu sanatçı kimliğiyle karşılar. Her sanat dalında olduğu gibi düşüncesiyle ve eseriyle, kabulleniş ve reddedişiyle topluma, insana, çevreye mesajlarını aktarır. Ancak, taşıdığı sorumluluğun diğer sanat dallarına göre daha ağır olduğunu söylemek de yanlış olmaz; zira mimarın yaklaşımı ve uygulamaları, çevrenin biçimlenişine, somut ve somut olmayan değerlerin korunmasına, yaşatılmasına, toplumsal ilişkilerin sürdürülme biçimlerine ve yaşamın önceliklerine dair çok sayıda kararı, tavrı barındırır. Bugün ulusal ve uluslararası boyuttaki ciddi çevre sorunlarına, doğa ve kültür varlıklarının tahribatına, kamusal alan ve miras değerleri üzerindeki tehditlere, sağlıksız yapılaşma süreçlerine baktığımızda bu sorumluluğun farklı boyutlarıyla yüzleşiyoruz. Ortaya çıkan tablo, imar çılgınlığının, rant baskısının ötesinde, uzun erimde eksikli eğitim ve kültür politikalarının, sosyal devlet anlayışının, bilimsel düşünceden uzaklaşmanın sonuçları olarak çıkıyor karşımıza. Çevresel duyarlılıkların, kapsayıcı ve katılımcı zihniyetin gelişimi, birçok başarılı ülke örneğinde görüldüğü gibi, ilköğretim öncesinden başlatılan süreçlere kadar gidiyor. Çocuk yaştaki birey, mekânın, doğanın, kültürel varlığın ve ‘farklı’ olanın toplumsal değeriyle tanışıyor, onu savunuyor, koruyor ve çoğaltıyor. Bu yaklaşım meslek sınırlarının ötesinde, insana, doğaya, evrensel haklara, çoğulculuğa yaklaşımın da bir göstergesi. Toplumların sanatı, mimarlığı; sanatçıyı, mimarı ve giderek insanı görme biçimiyle ilişkili.

Mimari eserler, -özellikle kamu binaları, kamusal alan düzenlemeleri, kentsel ölçekteki konut yerleşmeleri ve toplumsal hizmet binalarından söz edersek- yaşam alanlarımızın sınırlarını, 

çizgilerini, yüzeylerini ve katmanlarını oluşturuyorlar. Ne var ki toplum, -çoğunlukla- bu eserlerin yaratıcılarını tanımıyor. Sokaklarda, meydanlarda, kıyılarda, tarihi kentlerde gezerken eser sahiplerini merak etmiyoruz. Oysa, -istisnalar dışında- ressamı tanınmayan bir tablodan, sanatçısı bilinmeyen bir heykelden ya da yazarı bilinmeyen bir edebiyat eserinden söz etmek pek kolay değil. Her gün önünden geçtiğimiz, içerisine girip çıktığımız onca binanın, simgesel, kamusal yapıların mimarlarını tanımada toplum olarak eksikliyiz. Ancak şu ilginç çelişkiyi de vurgulamadan geçmeyelim. Ne zaman ki, mimarın adı pazarlamanın aracına dönüşüyor ve ‘marka’laşarak öne çıkıyor, o zaman toplum mimarın adını öğreniyor. Kartal kentsel alan yenilemesi projesinde Zaha Hadid ile, Küçükçekmece sahili kentsel tasarım projesinde Ken Yeang ile tanışıyor. Sakinlerine giderek yabancılaşan kentte, “mimarın adı” metalaştıkça; insan-çevre ilişkilerine, kentsel ölçeğe, doğaya, tarihe ve yerele meydan okudukça daha çok görünür oluyor.

Yıllar önce (1996) uluslararası bir sempozyum için gittiğim Danimarka - Helsingör’de, bir taksi şoförü beni çok şaşırtmıştı. Unutamadığım kısa bir yolculuk yaşadım. Sürücü, mimar olduğumu öğrendiğinde, yol boyunca gördüğümüz önemli binaların mimarlarından söz etmişti bana. Kongre merkezine yaklaştığımızda, dünyaca ünlü mimar Jörn Utzon’un ustaca tasarlanmış, doğa içinde neredeyse kaybolmuş yalın konut birimlerini (Romerhusene / Kingo Houses, 1958) işaret ederek, projenin özgün mimari niteliklerini sıralamaya başlamıştı. Bilgisi hayret vericiydi; 1958’de uygulanmış binanın ekolojik ve çevre dostu niteliklerini, iklime ve yöne duyarlılıklarını, Danimarka geleneksel kırsal mimarisinden esinlenmelerini aktarıyordu. Mimarlık ve sanat konusundaki farkındalık, bu kültürel farklılık, mesleğimiz adına heyecan vericiydi. Toplumun mimarlarıyla barışıklığını, mekânlarıyla tanışıklığını netlikle ortaya koyuyordu.

Bildiğiniz gibi, Atatürk Kültür Merkezi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu ve Koro Çalışma Binalarının açılışı 3 Aralık 2020 tarihinde bir gala konseriyle gerçekleştirildi. Yine anımsanacağı gibi söz konusu proje, 1992 yılında düzenlenen ulusal bir yarışmayla belirlenmişti. Kamu hizmet yapılarının yarışmalarla elde edilmesi meslek alanımızda sonuna kadar desteklenen, savunulan bir yöntem kuşkusuz. Birincilik ödülüne değer bulunan projenin müellifleri değerli meslektaşlar Semra Uygur ve Özcan Uygur idi. Yaşanan çeşitli sorunlar ve ertelemeler nedeniyle uygulamanın sonuçlanması tam 28 yıl sürdü ve beklenen konser salonuna nihayet kavuştuk. Ne var ki, açılış törenine ve gala konserine meslek açısından üzücü ve düşündürücü bir olay damgasını vurdu. Proje müellifleri, 28 yıllık zorlu tasarım, uygulama ve koordinasyon sürecinin emekçileri, mimarlar Semra Uygur ve Özcan Uygur törene davet edilmemişlerdi. Sosyal medyada ciddi yankı bulan ve haklı eleştirilere neden olan bu ‘sehven’ gelişen yaklaşım karşısında, bir düzeltme yapılarak mimarlara davetiye çıkartıldı. Biricik kültür ve sanat yapısının ülkeye kazandırılması kolay olmamıştı. Onlarca yılın rakamlarla ölçülemeyecek emek birikimi, karmaşık uygulama süreci serüveni sonrasında açılış töreninde belki de en önde olması gerekenlerdi mimarlar, sanatçılar.

Gelen uyarılar sonrasında yapılan düzeltmede kadın mimar müellifin, Özcan Uygur’un “değerli eşleri” olarak anılması ise özrü ikiye katladı. Yaşanan talihsiz durum, ülkemizde kadınların mesleki yaşamlarında bugün karşılaştıkları sorunların, var olan ve/veya yaratılan algıların, indirgenmelerinin belgesi niteliğindeydi. Yönetimlerin, toplumun ve mevcut zihniyetin kadını yüceltmek, değerini anlatmak, katılımını çoğaltmak yerine, ideolojik eğilimlerle onu yok sayması bugün toplumsal cinsiyet eşitliği sorunlarının temelini oluşturuyor, kadına şiddeti tetikliyor, kabul edilemez tabloyu gözler önüne seriyor. 28 yılın ardından gelen açılış konseri, ülkemizin kültür ve sanat insanlarına, emeğe ve kadına verdiği değeri sergilemiş oldu bir anlamda: Mimarın adı yoktu, kadın mimarın adı ise hiç yoktu…

Ne yazık ki, bu ne bir ilk, ne de bir istisna. Özel ya da kamu kuruluşlarına ait, açık veya sınırlı yarışmalarla ya da davet yoluyla elde edilmiş çok sayıdaki özgün mimarlık eserlerinin açılışlarında, tanıtımlarında ve yaşamlarında mimarlar, sanatçılar, emekçiler yok; çabaları ve çileli uygulama serüvenleri sonrasında hak ettikleri takdiri duyamıyorlar, göremiyorlar. Bekledikleri de teşekkür değil kuşkusuz. Ancak, mimarlarını anmayan, tanımayan ve tartışmayan toplumlar; sanatlarını, kültürlerini ve hatta kendilerini de tanımıyorlar, tartışmıyorlar. Önemli olan da bu.

Frank Lloyd Wright ünlü sözünde, mimarlığın ana sanat olduğunu, kendimize ait bir mimarlığımız olmadan, kendi uygarlığımızın ruhuna sahip olamayacağımızı ifade etmişti. Kendimize ait bir “mimarlık”, kendi kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasi tercihlerimizle, önceliklerimizle belirlenen kimliğimizdir. Kültürel sürekliliğe ve değişime, yerel araştırmasından yola çıkarak katılımımızdır. Bu katılım toplumların kültürel, sanatsal, sosyal ve etik dünyalarına ait kuşkusuz. Yaşamlarımızla mekânlarımız ve mimarlığımız arasındaki köprünün görünür kılınabilmesi, onurlu ve insana yaraşır ortak geleceğimizin de bir habercisi olacak.



[1] “Juhani Pallasmaa, Art and Architecture”, https://channel.louisiana.dk/video/juhani-pallasmaaart-and-architecture [Erişim: 20.12.2020]

Bu icerik 1755 defa görüntülenmiştir.