DOSYA: Öngörülemezliğin Eşiğinde Kentsel Dirençlilik
COVID-19 Sonrası Mekânın Değişimi Üzerine Spekülasyonlar
Ali Tolga Özden, Doç. Dr., ÇOMÜ Mimarlık Bölümü
2011 yılında gösterime giren Contagion (Salgın) filmi en azından o dönem için Hollywood senaristlerinin ve film yapımcılarının ürettiği belki de sıradan bir “felaket filmi” olarak karşımıza çıkıyordu.[1] Büyük ihtimalle bir çoğumuz bu filmi COVID-19 ya da bilinen diğer adıyla koronavirüs salgını başladıktan sonra ve hatta virüsün yol açtığı hastalığın Ocak - Mart 2020 döneminde Dünya Sağlık Örgütü tarafından önce Küresel Toplum Sağlığı Acil Durumu (30 Ocak 2020) ardından da Mart ayında küresel bir salgın[2] olarak ilan etmesinin ardından izledik. Her ne kadar Contagion filmine benzer ya da daha kötü bir apokaliptik senaryo ile karşı karşıya olmasak da filmin danışmanlarından olan virolog Dr. Ian Lipkin’e göre durumumuz çok da iç açıcı görünmüyor. Dr. Lipkin BBC Türkçe’ye verdiği röportajda, "Bu işin daha ne kadar yayılacağını hiç kimse bilmiyor. Dünyanın üçte birine de yayılabilir, tüm dünya nüfusuna da yayılabilir. Biz yalnızca rakamlar üzerinden spekülasyonlar yapıyoruz" diyordu.[3] Tüm dünya nüfusunun 7 milyar 833 milyon[4] olduğu düşünülecek olursa, insanlık tarihinde bir salgın hastalığın etkileyebilme potansiyeli olan en büyük nüfusa da (şimdilik!) ulaşmış olduğumuzu söyleyebiliriz. Türkiye özelinde rakamlara bakılacak olursa Sağlık Bakanlığı'nın açıkladığı rakamlar üzerinden Aralık ayı ortalarına geçtiğimizde hastalığa yakalanan ve COVID-19 pozitif çıkan kişi sayısı 2 milyona ulaşmışken hayatını kaybedenlerin sayısı ise 18 bin kişiyi aşmaktaydı.[5]
COVID-19 aşısı(ları) toplumlar üzerinde etkili oluncaya / virüsün genetiği değişip yayılma hızı ve öldürücülük etkisi çok düşünceye / dünya üzerindeki insanların büyük çoğunluğunun doğal yollardan virüse karşı bağışıklık kazanması gerçekleşinceye kadar, ortalaması %1'e yakın olan koronavirüsün öldürücülük etkisinin dünya nüfusuna oranlanacak olursa 78 milyondan fazla insanın hayatınına mal olabileceğini de speküle edebiliriz. COVID-19’un ortaya çıkardığı rakamlar ise (19 Aralık 2020 tarihi itibarıyla) dünya üzerinde 76 milyondan fazla enfekte olmuş insan ve 1 milyon altı yüz seksen binden fazla can kaybı olarak raporlanmaktadır.[6]
COVID-19 salgını 2020 yılı ile birlikte küresel ölçekte sağlık sorunlarına yol açmış ve bir takım ciddi jeopolitik ve ekonomik krizlerin de doğmasına neden olmuştur.[7] 2015-2016 yılları arasında (afetlere karşı) dirençli yaşam alanları ve kentsel çevreler oluşturulması amacıyla Sendai Çerçeve Sözleşmesi (2015-2030) imzalanmış ve ülkelerin afet risklerini azaltmak için hem yerelde hem de uluslararası alanda işbirlikleri oluşturması planlanmıştır. Afet risk azaltımı için Sendai Çerçeve Sözleşmesi yanında aynı dönemde Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri, İklim Değişikliği Üzerine Paris Anlaşması ve Yeni Kentsel Gündem (Ajanda) gibi uluslararası belgeler de uygulamaya sokulmuştur.[8] Sendai Çerçeve Sözleşmesi’nin hedeflediği dirençlilik, aslında afet riskleri ile mücadele etmede ulusal ve yerel ya da toplumsal kapasitelerin artırılması ve güçlendirilmesi üzerinedir. Bu yaklaşım da bütüncül bir bakış açısı ile farklı birçok tehlikeyi (teknolojik, biyolojik ve çevresel) yine etkili olabileceği farklı birçok alanda ölçeği, sıklığı ve şiddeti ile değerlendirmek gerekliliği üzerine kurgulamaktadır. Salgın hastalıkları da biyolojik afetler sınıfında değerlendirmek uygun görülmektedir.
Aslında afetlere karşı konvansiyonel hazırlık ve müdahale senaryoları geliştiren, buna yönelik risk azaltımı tartışmaları yürüten dünya ülkeleri ve uluslararası örgütler 21. yüzyılın belki de ilk salgınına, başka bir ifadeyle görünmeyen, duyulmayan, hissedilmeyen ve ani olarak ortaya çıkarak hızla yayılan bir afet riskine hazırlıksız yakalanmışlardır. Dirençlilik kavramı, ortaya çıkan afet riskleri karşısında normal yaşamın kesintiye uğramadan sürdürebilmesi ve toplulukların afet etkileri ile kendi olanakları doğrultusunda başedebilme kapasitesi olarak da açıklanabilir. Mevcut kentsel doku için ve niteliksiz yapı yığınlarına yönelik afet risklerini tartışırken bu sorunlu alanların deprem, sel, toprak kayması, yangın, patlama vb. afetler karşısındaki kırılganlıklarından bahsediyorduk. Aynı niteliksiz dokunun elle tutulamayan, görülemeyen, duyulamayan bir tehdit karşısında da gerek fiziksel anlamda gerekse halk sağlığı üzerinden ekonomik, psiko-sosyal ve sosyo-kültürel anlamda sürdürülemez olduğu görülmüştür.
Kültürel davranışlar ve dirençlilik kapasitesi toplulukların afetler karşısında gösterdiği tepkiyi belirlemektedir. Bu anlamda eğer bir toplumun kültüründe alışageldiği tehlike ve riskler konusunda bir davranış biçimi oluşmadı ise bunlara yönelik korunma ve “yeni duruma uyum” süreçleri de sorunlu olabilmektedir. Bu durumda salgın hastalığın kentleri kuşattığı süreçte buna karşı geliştirdikleri tepki de kendi bilinçlerinde ve deneyimlerinde kültürel olarak bulunmalıdır. Aksi takdirde bu durumla ilk kez karşılaşan toplulukların davranışları da tahmin edilebilir olmayacaktır. Tıpkı virüsün yayılmasını önlemeye yönelik alınan tedbirlere karşı reaksiyon gösterilmesi, tedbirlerin gevşetilmesi ile birlikte de sanki yeni bir durum yokmuş gibi, hiçbir şey olmamış gibi davranma eğiliminde olmaları gibi.
Dünya Bankası salgın hastalıkların ortaya çıkardığı riskler ve bu risklerin etkileri konusunda genel bir tablo oluşturmuştur. Tablo 1’den hareketle COVID-19’un olumsuz etkilerini şu başlıklar altında toplayabiliriz.
Yüksek Ölüm Oranı
Bir salgın hastalığın afet olarak nitelendirilmesinde bulaşma hızı yanında yol açtığı ölüm oranının yüksekliği de önemli bir faktördür. Hastalığın etkili olduğu süreç uzadıkça ve bu hastalığa karşı etkili bir önleme mekanizması da (aşı ve bağışıklık gibi) geliştirilemedikçe ölüm oranının artacağını öngörmek de yanlış olmayacaktır.
Ekonomik Kayıplar
Özellikle fabrika üretimi, ulaşım, turizm ve otelcilik sektörlerinde ciddi kayıplar oluştuğu değerlendirilmektedir. Henüz salgın sona ermediği için ekonomik kayıpların toplam rakamlarını elde etmek mümkün görünmüyor ancak dünya ekonomisinin %10’unun turizm sektörü üzerinden döndüğünü düşünecek olursak bu rakamların çok büyük olacağını tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır.[9]
Sosyal ve Dini Aktivitelerin Kısıtlanması
Birçok düğün, kutlama, anma gibi sosyal etkinliklerin iptal edilmesi veya yasaklanması; sinema, tiyatro, eğlence mekânlarının kapatılması toplumun sosyal ve kültürel faaliyetlerinde önemli kesintilere yol açmaktadır.[10]
Yerelde Şiddet Olayları ve Anormalliklerin Artışı
Bu konuda detaylı bir araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır ancak dünyanın farklı ülkelerinden ve bölgelerinde aile içi şiddet olaylarında artışlar görüldüğü yönünde haberler gelmektedir.[11] Salgının ve eve kapatılmanın olumsuz psiko-sosyal etkileri olduğu aşikardır. Bu etkilerin aile içinde şiddete dönüşmesi, yeni mağdurlar yaratması gibi sonuçlarının da ortaya çıktığı düşünülmektedir.
Korku ve Travmanın Yükselişi
Özellikle gelecek kaygısı, işsiz kalma korkusu, aç kalma korkusu gibi korkular salgınla birlikte çok fazlaca rastlanan ve ağır travmatik sonuçlar doğurma potansiyeli olan durumlar olarak görülebilir.[12]
Mekânın Anlam Kayması
Sosyal mesafenin korunması ve hastalığın yayılmasını engellemek için birçok mekân (eğlence yerleri, alışveriş merkezleri, çeşitli dükkanlar, restoranlar, kafeler, düğün salonları, sinema ve tiyatro salonları, dini tesisler ve diğerleri) bir süreliğine kapatılmıştır. Bu mekânların sahiplendiği işlevler ise büyük oranda geçici olarak askıya alınırken bu mekânlara alternatif mekânların üretilebilmesi de çoğunlukla mümkün olamamıştır. Kimi mekânlar ise taşıdıkları fonksiyonu başka mekânlara ama özellikle konuta aktarmaya çalışmışlardır. Okulların, üniversitelerin, çeşitli kursların, ofislerin, iş yerlerinin büyük bir kısmı çevrimçi eğitim, online-alışveriş ve ticaret, çevrim içi toplantılar gibi etkinlikleri aslında önceden de var olan ama hiçbir zaman bu kadar kısa sürede ve bu kadar yoğun bir biçimde kullanılmayan bir sanal ortam - dijital mekân üzerine taşımak zorunda kalmışlardır. Konutun “ev” işlevi dışında eğitim, kültür ve çalışma mekânı olarak birden çok fonksiyonu üstlenmesi hem ekonomik hem fiziksel hem de sosyo-kültürel birçok tartışmayı da beraberinde getirmiştir. (Resim 1)
İşlevselliği, güvenliği, yerelliği ve estetiği ile çokça eleştirilen konut yapıları şimdi de üzerlerine zorunlu olarak aldıkları karma kullanım fonksiyonu ile kapasitelerini fazlaca aşmış durumdadır. Bir mekânda kullanımın değişimi ya da mekânın işlevinden dolayı anlam kayması zaman içinde sosyal, kültürel, ekonomik ve teknolojik değişimler çerçevesinde ihtiyaçların da değişimi ile normal olarak gözlemlenebilir bir duruma işaret edebilir. Ancak mekânda kimi işlevlerin bir anda yok olması (kapatılan mekânlar ve işlevleri) ile kimi mekânlarda da yeni ve birden fazla işlevin aniden ortaya çıkması (konutun karma kullanımı) bireysel kullanıcıların ve toplumların hazmedebileceği bir süreç içerisinde olmamıştır. Dirençlilik kavramının tasarımda ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilebilecek esnek mekân anlayışı da aslında salgın döneminde sıklıkla test edilen bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Mekânın hem normal günlük yaşam sürecinde hem de acil durumlar ortaya çıktığında dönüşebilme yani esneyebilme kapasitesi daha çok teorik olan bir tartışmayı tüm dünyada bir anda uygulanmaya çalışılan bir laboratuvar ortamına dönüştürmüştür. Bu durumda azımsanamayacak kadar çok insan adeta birer denek olarak ve çoğunlukla da gönüllü olmadan kendilerini bir deneyin içinde buluvermişlerdir!
Konut dışında diğer mekânların da (yollar, kamusal alanlar, açık alanlar, aktif ve pasif yeşil alanlar ve diğerleri) salgın sürecinde kullanımı ve yüklendiği anlamlar değişmiştir. Her şeyden önce insanların sosyalleşmek, biraraya gelmek, iletişim kurmak, dinlenmek, rekreatif faaliyetlerde bulunmak, toplantı ve gösteri yapmak gibi temel haklarını kullanabildikleri, bir yerden bir yere ulaşmak için kullandıkları bu mekânlar da kimi zaman kısmen kimi zaman ise bütünüyle kullanıma kapanmış, ulaşılabilirliği ortadan kalkmıştır. Çeşitli yaş gruplarına yönelik sokağa çıkma yasakları ve kimi bölgelerde uygulanan hafta sonu sokağa çıkma yasakları gibi evlere kapatıldığımız bu sürecin mekân kullanımı açısından büyük anlam kaymalarına yol açtığını söylemek doğru olacaktır.
COVID-19 salgını ile karşı karşıya kalınan kırılganlıklar gerek kendinden önceki tartışmaların öne çıkardığı konuları tekrar gündeme taşımış (gelir adaletsizliği, altyapı sorunları, sürdürülemez kentsel alanlar, yapı üretim süreçleri, çevre sorunları vb.) gerekse yeni bir takım tartışmaları (mekânın anlam kayması, konut kavramı, görünmeyen-hissedilmeyen-anlaşılmayan tehditler, sosyal mesafe, izolasyon - karantina vb.) da gündeme getirmiştir. Bu tarışmalar kimi zaman birbirini tamamlarken kimi zaman ise karşıtlıklar oluşturmaktadır.
SALGIN SIRASINDA VE SONRASINDA MEKÂNIN KULANIMI ÜZERİNE SPEKÜLASYONLAR
Tekeli salgının yayılma sürecini sosyo-mekânsal bir olgu olarak tanımlamaktadır.[13] Buna bağlı olarak da yayılmanın yani salgının etki alanının kontrol edilmesi için sosyal “iletişim / etkileşim”in ortadan kaldırılması gerektiğini belirtmektedir. Bu anlamda diğer bir tamamlayıcı önlem de içerisinde yoğun, kalabalık ve yakın bir iletişimin yani yüz yüze iletişimin (ilişkinin) bulunmadığı yeni bir sosyal ilişki sistemi kurgulanmasıdır. İzolasyon, karantina ve eve kapatılma ile sosyal iletişimin ortadan kaldırılmasına çalışılmakta, maske - sosyal mesafe - hijyen şartları ile de yeni bir sosyal ilişki sistemi kurulmaktadır.
Sağlık kuruluşları bünyesinde olup da "pandemi" hastanesine dönüştürülen kimi sağlık yapıları da COVID-19 hastaları dışında başka hasta kabul etmemeye veya çok sınırlı olarak kabul etmeye başlamıştır. Bu durum sağlık yapılarında pandemi esasına dayalı bir altyapı ve mekânsal çözümleme ihtiyacı olduğunu göstermiş, mevcut yapıların böyle bir afet karşısında esnek kullanım, dönüşebilme, erişilebilme ve kapasite artırma anlamında yeniden değerlendirilmesi gerekliliğini açığa çıkarmıştır. (Resim 2, 3)
Farklı afet tehlikeleri ve özellikle çoklu afetlere hazırlık açısında sağlık yapılarının fiziksel, yönetimsel ve ekonomik kapasiteleri yeniden değerlendirilmelidir. Asıl olan, normal yaşam koşullarında hastane işlevini sürdüren bu yapıların ihtiyaç dahilinde acil durumlarda (örneğin salgın hastanesi niteliğine dönüşerek) beklenen olağanüstü koşullarda hizmet sürdürülebilirliğini sağlaması ve aynı zamanda ihtiyaç duyulan diğer sağlık hizmetlerini de sürdürebilmesi olmalıdır. (Resim 4)
Salgın sırasında mekânın kullanımına yönelik tedbirlerin başında sosyal mesafenin korunması ve hijyen koşullarına uyulması gibi temel bir takım salgın kontrol önlemleri alınmaya çalışılmaktadır. Buna yönelik olarak da özellikle mekânın kullanımında sosyal mesafe kurallarını sağlama hedefli geçici bir takım düzenlemeler (zeminde mesafe kurallarını gösteren uyarı ve şekiller gibi) de yapılmaktadır. Aynı şekilde kafe, restoran gibi mekânların oturma düzenlerinde yapılan değişiklikler; otellerde sunulmaya çalışılan hijyen standart ve sertifikaları; kamusal açık alanlarda ve kamu yapılarında bulunan mobilyaların oturma düzenleri (banklar gibi); hijyen noktaları (el dezenfektanı araçları); ofis, satış birimleri ve kasa-ödeme noktalarında alınan bariyer önlemleri gibi geçici bir takım mekânsal düzenlemeler de salgının kontrolü için yapılan ve sıklıkla karşılaşılan düzenlemeler olarak görülebilir. Bu geçici olarak düşünülen salgın kontrol düzenlemeleri ise hastalığın yayılımı, etkililiği ve süresi henüz bilinemediğinden kalıcı olmaya yönelik bir takım alışkanlıklara da evrilebilme potansiyeli taşımaktadır. Salgının birkaç yıl daha sürmesi durumunda bu tip mekânsal kullanımlar hastalığın yaratacağı travmatik etkiler ile de birleşince insan davranışlarında kalıcı bir takım korunma refleksleri de geliştirebilir. Toplumun kültürel olarak da alışageldiği bir afet tehlikesi anlayışı olmayan bu olağan dışı duruma uyum süreci de salgının süresi ve etkiliği ile doğrudan ilişkili olacak, konvansiyonel önlemlerin yanında salgına özel önlemler de yaşamın bir parçası olarak toplum içinde kabul görebilecektir.
Salgın sürecinde, mekân alternatifi üretilmesi, kimi fonksiyonlara erişebilme, açık alan ve doğaya ulaşma, güvenli ulaşım-alışveriş-çalışma koşulları, sağlık hizmetlerinden faydalanma gibi birçok mekân, çevre, servis ve altyapı kullanımında da sosyal adalet ve ekonomik eşitliğin olmadığı görülmüştür. Dolayısıyla gelir adaletsizliği, ağır çalışma koşulları, sosyal güvencenin olmayışı ve hizmetlere ulaşmada yaşanan adaletsizlikler salgın sürecinde bireylerde, aile içinde ve topluluklarda ortaya çıkan huzursuzluklar, travmatik etkiler, şiddet kullanımının artması ve hatta çatışmaya dönüşen gerilimlerin de önemli birer tetikleyicisi olarak görülebilir. Salgın öncesinde de var olan bu eşitsizlikler salgın döneminde de kendisi göstermiş; dirençli fiziksel yaşam alanlarına sahip olmayan topluluklar bu sürecin travmatik etkilerini daha fazla hissetmiş ve salgın öncesinde de sürdürülebilir mekân alternatiflerine sahip olmayan bu topluluklar izolasyon, karantina, işsizlik ve ekonomik bunalımlar eşliğinde daha ağır bir dönem geçirmektedir. Sosyal adaletsizliğin, iş güvencesinin, sürdürülebilir sağlık güvencesinin, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, fakirliğin aslında toplumsal kırılganlıklarda başat rol aynadığını söyleyebiliriz.
Salgın süresince kentsel yaşamda en çok kullanılan sistemlerin başında gelen toplu ulaşım sistemi de hastalığın yayılması riski sebebiyle oldukça ciddi bir endişe kaynağı olmuştur. Hem salgın sürecinde hem de salgın sona erdikten sonra normal yaşama dönüldüğünde de toplu taşıma sistemlerinin yeniden tasarlanması ve gelecekte karşılaşılabilecek benzer tehlike ve riskler karşısında daha dirençli sistemler oluşturmak için tartışmalar olacaktır. (Resim 5)
Konutun tarihinde hiç olmadığı kadar karma bir kullanım ile karşı karşıya kalması konut mimarisinde ve inşaasında sağlıklı alternatiflerin üretiminin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Hem iç mekân kullanımı hem de konut çevresi alanlar, yarı kamusal alanlar gibi çok da üzerinde durulmayan, tasarım süreçlerinde önemsenmeyen mekânlar bu salgın sürecinde daha da önemli hale gelmiştir. Konutun kapalı mekânları yanında yarı-açık ve açık alanları (balkon, teras vb.) da aynı şekilde temel fiziksel ihtiyaçları (açık hava, peyzaj, güneş ışığı, rüzgar, temiz hava vb.) karşılayabilme potansiyeli ile önemli mekânlar haline gelmiş ya da en azından tartışılmaya başlanmıştır. Bu sebeple salgın sürecinde örneğin ülkemizde apartman yapıları başta olmak üzere birçok yapıda balkon ve teras alanlarının açık hava ihtiyacını güvenle karşılayabilecek mekânlar olduğu da deneyimlenmiştir. (Resim 6) Benzer bir şekilde de yine pasif iklimlendirme ve havalandırma konusu da öne çıkan tartışma konularından birisi olmuştur. Yapıların sağlık koşulları açısından havalandırılmasının ne kadar önemli olduğu, yapay havalandırma sistemlerinin salgın sürecinde taşıdığı riskler de önemli bir deneyim olmuştur.
Kentsel alanların kontrolsüz büyümesi birçok afet için tetikleyici neden olarak kabul edilmektedir. Depremlerin daha fazla yıkım ve can kaybına neden olması, artan kentsel seller, etkisini daha çok hissttiren küresel iklim değişimi gibi birçok olayda doğanın tahrip edilmesi, ekolojik dengenin bozulması ve rant amaçlı sağlıksız yapılaşma önemli sebepler olarak görülmektedir. Hayvanlardan insanlara bulaşan virüsler ve bu virüslerin neden olduğu salgın hastalıklar da aslında temelinde doğanın ve ekolojik dengeni bozulması ile doğrudan ilişkilidir. Zoonetik bir salgın olarak kabul edilen COVID-19 salgını da bir kez daha bu gerçeği göstermiştir. Bu sebeple hem doğayla hem de çevresel faktörler ve diğer yaşam türleri ile (virüsler dahil) yeni bir biyolojik ve sosyal diyalog kurulması gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkündür.[14] Gerek mekânda anlam kayması gerekse mekânsal gelişimin doğa üzerindeki baskısı bundan sonra da en çok tartışma yürütülecek alanlardan birisi olmaya adaydır. Salgının etkileri (eğer) ortadan kalkacak olursa eski normale dönüş mü yoksa yeni normalin toplumsal olarak kabul edilmesi mi konusu da bir başka tartışma alanı olacaktır. Kimi geçici önlemler ve bazı mekânsal düzenlemeler salgın sonrasında da kullanılmaya ve kabul görmeye devam edecektir. Bu deneyimleri hafızasına yerleştiren insan toplulukları bundan sonra da benzer tehlikeler ile karşı karşıya kalabileceğinin farkında olacak ve buna göre hazırlıklı olmaya çalışacaktır. Bu yönde tarih boyunca farklı afet türlerine yönelik risk azaltma hedefli önlemler (sellere karşı barajlar, depremlere karşı daha sağlam yapım sistemleri ve malzemeleri, şiddetli fırtınalara kaşı sığınaklar gibi) geliştiren topluluklar mutlaka salgınlara karşı da yeni risk azaltıcı önlemleri uygulamaya çalışacaktır.
SON SÖZ YERİNE
Salgın süreci belki sonunda ortaya bir salgın mimarisi çıkarmayacak ancak toplumsal kırılganlıkları, kontrolsüz ve sürdürülemez kentsel büyümenin ekosistem üzerindeki baskısını, dirençli mekânsal düzenlemeler ve toplumsal yapı için hangi alanlarda önemli boşluklar olduğunu bir kez daha gün yüzüne çıkaracaktır. Bu sebeple salgın sonucunda (eğer son bulacaksa!) büyük dönüşümler, başkalaşımlar, toptan yeniden yapım gibi çok iddialı bazı öngörülerde bulunmak doğru olmayabilir. Salgın sonrası insanlar kuvvetle muhtemel eski normal yaşam alışkanlıklarına geri dönecek ancak kırılganlıklarını sorgulayacaktır. Bununla birlikte geçmiş deneyimlerimiz bu anlamda çok umut da vaad etmemektedir. 1999 yılında 18.000 insanın canına mal olup, onbinlerce insanın ağır fiziksel ve psikolojik travmalar geçirmesine, çok büyük bir ekonomik kayba neden olan Marmara Depremleri sonrasında bugün depremi bekleyen İstanbul megapolünde halen daha deprem sonrasında kullanılması elzem olan açık toplanma alanlarının akıbetini tartışıyor olmamız ciddi bir hayal kırıklığıdır. Bu örnek henüz fiziksel olmadığı gibi zihinsel anlamda da dirençlilik kültürünü yerleştiremediğimizi ispatlar niteliktedir. Bu sebeple elbette COVID-19 salgını sonrası hem ulusal ölçekte hem de uluslararası alanda bir takım risk azaltıcı önlemlere yönelik adımlar atılacaktır ancak gelir adaletsizliği, fakirlik, iş güvencesi olmayışı, sosyal adaletsizlik gibi çok daha derin ve köklü sorunlar çözülemedikçe atılacak adımlar da çok sınırlı kalacaktır. Bu da toplumun bir sonraki salgına da yine kırılgan ve hazırlıksız bir biçimde yakalanması anlamına gelecektir.
[2] Allam, Z.; Jones, D. S. 2020, “Perspective On the Coronavirus (COVID-19 ) Outbreak and the Smart City Network: Universal Data Sharing Standards Coupled with Artificial Intelligence (AI) to Benefit Urban Health Monitoring and Management”, Healthcare, cilt:8, sayı:1, makale:46.
[4] URL3: https://www.worldometers.info/world-population [Erişim: 01.12.2020]
[5] URL4: https://covid19.saglik.gov.tr [Erişim: 01.12.2020]
[7] Djalante, R.; Shaw, R.; DeWit, A., 2020, “Building resilience against biological hazards and pandemics: COVID-19 and its implications for the Sendai Framework”, Progress in Disaster Science, cilt:6, ss.1-7.
[8] Djalante, Shaw, DeWit, 2020.
[14] Sadati, A. K.; Lankarani, M. H. B.; Lankarani, K. B., 2020, “Risk Society, Global Vulnerability and Fragile Resilience; Sociological View on the Coronavirus Outbreak”, Shiraz E-Med Journal, cilt:21, sayı:4.
Bu icerik 3143 defa görüntülenmiştir.