417
OCAK-ŞUBAT 2021
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Mimarın Adı Yok…
    Deniz İncedayı, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü, Mimarlar Odası Genel Başkanı

  • Depremin Ardından İzmir: İhmal Nerede, Sorumluluk Kimde?
    A. Muzaffer Tunçağ, Eski İnşaat Mühendisleri Odası Genel Başkanı, Eski Konak Belediye Başkanı
    Özgür Bozdağ, Öğr. Gör. Dr., DEÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü
    İlker Kahraman, Dr., Mimarlar Odası İzmir Şube Başkanı

YAYINLAR



KÜNYE
GÖRÜŞ

Mimarlığımızda Uluslararası Düzeyde Çıkışlar

A. İrem Mollaahmetoğlu Falay, Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü
Ferhan Yürekli, Prof. Dr., İstinye Üniversitesi Mimarlık Bölümü

Kent ölçeğinden yapı ölçeğine kadar olan tüm tasarım süreçlerinde ana tasarım kararını yaya ve sirkülasyon üzerinden tanımlayan mimarlık yaklaşımlarını tartışmaya açan yazarlar, Manifaturacılar Çarşısı ve Yeşilköy Konut Kooperatifi Sitesi’nin öncü yaklaşımlarına dair görüşlerini aktarıyor.

 

Modern mimarlığın, otomobile güvenerek Corbusier’nin başını çektiği ve kolera gibi hastalıklara önlem olarak “temiz hava, yeşil alan ve güneş” sağlayan boşluklar içinde yüksek bloklar öneren “kenti”nin ölçek dışı yapılarıyla insanları yabancılaştırdığı gözlenince, bazı genç mimarlar arayışlara girmişti. Bu çalışmada otomobil ölçeğini temel alarak yayayı ortadan kaldıran, böylelikle komşuların birbirlerine “günaydın” diyebilmesini bile engelleyerek yabancılaşmalara yol açan bu CIAM düzenlemelerine karşın, ülkemizde ve yurt dışında, insan ölçeğinde “yaya sokağı” kavramı üzerine kurulan öncü önerileri değerlendirmeye çalışacağız.

1950’LERDE ÜLKEMİZDE BİR ÖZGÜN UYGULAMA

Türkiye’de 50-70’li yıllarda Levent ve Ataköy gibi CIAM uygulamaları yanında, Avrupa ve Japonya’daki mimarlık çalışmalarına benzer karşı çıkışlar, yeni yerleşme konseptlerinde görüldü. Dünya çapında öncü olduğunu düşündüğümüz ancak ulusal literatürde dahi değerlendirilmediğini gördüğümüz biri 1950’lerden diğeri de 1970’lerden iki ayrı olağanüstü radikal mimari çalışmayı belgeleyerek geniş mimarlık topluluğumuza sunmanın mimari ve kültürel katkısını kaçınılmaz görmekteyiz. Bu çalışmaların özgün ve öncü nitelikleri ile küresel ölçekte de öne çıktıklarını düşünmekteyiz.

Bu kapsamda ülkemizden sunacağımız ilk mimarlık çalışması mimarlar Metin Hepgüler, Sami Sisa, Doğan Tekeli’nin “Manifaturacılar Çarşısı”dır. (Resim 1, 2) Çarşının projesi, ilki 1958’de, devamı olarak ikincisi 1959’da sonuçlanan iki aşamalı yarışma sonunda elde edilmiştir. Bu projenin Türk kalıcı ve geçici “pazar” geleneğinin yansıması olduğu mimarları tarafından ifade edilmektedir. Manifaturacılar Çarşısı üç boyutlu dantel karakteri ile kanımızca “evrensel modern mimari”nin 1950’lerin sonunda başlayan ve 1970’lerde “mat-urban” (şehir gibi yere serilmiş bina) kavramı ile noktalanan gelişmelerinin hayli erken bir örneğidir.

Çarşı, yatayda ve düşeyde yaya boyutundaki, yayvan, kotlardan kotlara geçerek uzayan, yayılan akışkan ve geçirgen bir sirkülasyon yapısı üzerine kurulmuştur. Bu üç boyutlu ve dört yönlü sirkülasyon sistemi ilave olarak değişik noktalardan giriş-çıkışlarla şehir sirkülasyonunun doğal bir uzantısı halini alarak şehre kaynamıştır. Şehirle fiziksel bütünleşme noktaları giriş-çıkış / bitiş-başlangıç kapısı niteliği göstermek yerine doğal bir akışın olduğu, adeta giriş-çıkışın hissedilmediği bir karakter yansıtmaktadır. Açık, yatayda ve düşeyde akıcı iç ve dış sirkülasyon sistemlerinin tam birlikteliği buna önemli katkı yapmaktadır. Çevresinde dükkânların kümelendiği sirkülasyon sistemi mimarlar tarafından, kurulan düzenin sıradan bir bileşeni olmaktan çıkarılmış; ana unsuru, ana mekânı ve omurgası durumuna getirilmiştir. Proje güçlü ve kesintisiz akıcı bağlantıları ile artık bir masaüstü objesi değil, bir bileşeni olarak şehrin ta kendisidir.

Bunu sağlayan sirkülasyon sisteminin tam anlamıyla bir “yaya sokakları sistemi” olduğu değerlendirildiğinde “Manifaturacılar Çarşısı”nın mimari kurgu özelliklerinin kanımızca zamanının dünya ölçüsünde öncülerinden biri belki de en önde gideni olduğu söylenebilir.

1970’LERDE ÜLKEMİZDEN BİR ÖZGÜN UYGULAMA

Ülkemizden tartışmaya sunacağımız ikinci proje Haluk Baysal, Melih Birsel’in (Yeşilköy Konut Kooperatifi Sitesi (1973) projesidir. (Resim 3-6) Proje, 1973’de[1] başladığı düşünüldüğünde zamanının ilerisinde, öncü ve alışılmadık bir deneysel çalışma olarak değer kazanmaktadır.

Baysal-Birsel’in, üç boyutlu yoğun kümelenmiş bir organizma olarak değerlendirdiğimiz Hukukçular Sitesi projelerinden aldıkları derslerle, benzer konut birimlerinin tasarımında bu defa yaygın, az katlı ve geçirgen, dolayısıyla kolayca yaya eksenli olarak şehirleşen, içine şehrin aktığı, içinden şehrin uzantısının geçtiği, şehrin bir parçası olabilen, onunla bütünleşebilen bir sirkülasyon sistemi çözümüne yönelmiş olduğu görülmektedir. İnsan ölçeğindeki bu sirkülasyon sistemi, yürüme seviyesini indiren ve çıkaran yapısı ve bağlantıların karakteristik özellikleriyle, üç boyutlu bir damar sistemi gibi her noktaya ve her kota kesintisiz ulaşırken görsel kopukluklara da neden olmayarak sakinlerinin yaşadıkları yakın çevre ile ilgili algılarını artırmakta ve zenginleştirmektedir.

B tipi bloklarda 0 ve +6 kotlarında geniş ve yeşillendirilmeye de olanak veren insan ölçeğinde üst üste iki iç sokak üzerine dizilen dubleks konutlar maksimum komşuluk ilişkilerinin -ister istemez- kurulmasını mümkün kılmaktadır. İç sokağa bakan mutfaklar ve ön bahçecik niteliğindeki giriş terasları ile, sakinleri zorunlu karşılaştırarak “sokağın” sosyalleştirme işlevine önemli katkı yapmıştır. Zemin kotunda bulunurken bile ikinci sirkülasyon katının boşluklu yapısı ile üst kat dubleksleri de görünmekte, iki kot arasında komşuluk ilişkilerini artıracak uygun bir görsel iletişim ayrıca kurulmaktadır. Dünyada da CIAM ilkelerinin kırılması ile “sokağın” yeniden keşfedildiği bu dönemde projenin özgün ve öncü bir öneri olduğu açıktır.

C tipi konut birimlerinin, bir miktar düz ayak konut yanında farklı iki kota yayılan alt birimlerinden de meydana gelmesi, üç boyutlu kümelenmeyi zenginleştiren -kanımızca özgün bir örnek- oluşturmaktadır. Bu kümelenme içinde yatay ve düşeyde ulaşımı sağlayan sistem ise blokların üç boyutlu ana hayat damarı işlevini görmektedir. Burada da bu dantelimsi sirkülasyon düzeni onlarca birimden oluşan bloklara yatayda ve düşeyde fiziksel ve görsel bağlantı zenginliklerini sağlamaktadır.

Genelde verilen ihtiyaç programında yer almayan sirkülasyon araçlarının tasarımın bu denli odağı olması tabii ki mimarın özel kararıdır ve getirdiği ekstra maliyetlere rağmen bir kooperatif tarafından uygulanmasına olur verilmesi ise ayrıca takdir edilmesi gereken bir durumdur. Blok içindeki bu özgün biçimlenişlerinin ötesine geçerek bloklardan dışarı uzayan ve sitedeki tüm blokları birbirine bağlayan bir şebeke halini alan bu sirkülasyon sistemi ayrıca değişik noktalardan şehirden bağlantılara da kısıtsız olanak vererek tam anlamıyla insancıl, bütünleştirici bir yaya şebekesi oluşturmaktadır.

Toplumsal yakınlaşmanın sirkülasyon sistemi üzerinden gerçekleşeceğinin bilincini yansıtmaktadır bu projeler. Sirkülasyonu noktasal çekirdek olarak kısıtlı bir alana sıkıştırarak yer kazanmanın maliyeti düşürürken neleri yok ettiğini gösteren bu projeler bize maliyet hesaplarının salt alan hesabından ibaret olmadığını da göstermektedir. Konut birimlerinin üç boyutlu karakterleri çevreyi kullanma ve algılama kapasiteleri konusunda zengin olanaklar sunmakta, böylece yaşamı zenginleştirmektedir. Yeşilköy Sitesi projesi, genel kabul, beğeni ve olabilirlikler içinde kalmak yerine, doğru olduğu düşünülenin peşine düşülüp, yapılabilmiş olması ve dünya mimarlık literatürüne olağanüstü katkısı nedeniyle kanımızca olağanüstü değerlidir.

Hem Manifaturacılar Çarşısı hem de Yeşilköy Sitesi mimarları yayaların üç boyutlu bir dantel üzerinde sirkülasyonunu önererek zamanın yayaya dönüş mimarisine önemli katkılar yapmış, mimari tasarımın odak noktasının “mekân” diyerek yüceltilen işlev alanlarından önce mimariyi yaşatan algılatan ve oryantasyon sağlayan unsur olarak sirkülasyon sistemi olduğunu en iyi şekilde değerlendirmişlerdir. Binalar bağımsız ve cansız unsurlar değil iç varlıkları ile kentlerin uzantısıdır; kentten kopuk değil kentin “kaçınılmaz bileşeni”dir anlayışının somutlaşmış örnekleri olmaktadır bu iki mimari değerimiz.

1950’LERDE DÜNYADA CIAM’A RADİKAL KARŞI ÇIKIŞLAR

Ülkemizdeki bu uygulamaları değerlendirebilmek için aynı dönemde Avrupa’da ve dünyada yaşan gelişmelere kısaca bakmak gerekmektedir. 1950 ve 1960’larda, savaş sonrası dönemin günlük hayattaki fakirlik, umutsuzluk, ekonomik ve ahlaki sıkıntılar ortamına karşı Avrupa’da keskin, radikal ve entelektüel tepkiler oluşmuştu. Amerika’da Herbert Marcuse’un Tek Boyutlu İnsan kitabının önünü açtığı ortam sonucunda yönlenen; İtalyan neo-klasik sineması, Chairs du Cinema dergisi ve Fransız yeni dalga sineması, Japonya’da Gutai, Avrupa’da Situationist International ve Guy Debord’un Gösteri Toplumu ve son olarak 1968 gençliğinin radikal sosyal eleştiri olayları, tüm dünyada mimarlık da dahil tüm sosyo-kültürel hayatı biçimlendirip yönlendiriyordu. Bu dönemdeki Türk aydınlarının da bunlara yabancı kalmadığını bu alanlardaki yayınların anında Türkçeye kazandırılmış olmasından da biliyoruz.

Bu hayli enerjik ortamın mimarlığa ilk yansıması olarak da Doom Manifestosu (1954) ve Dubrovnik toplantısı (1956) ile Team 10, çevrenin “humanizasyonu” için, CIAM prensiplerinin radikal olarak reddini gerekli gördüğünü açıkladı. Team 10, CIAM’ın “otomobil” yardımıyla güneşi temiz hava ve yeşil alan sağlayan modelinin, ölçek dışı motorlu trafik yollarıyla neden olduğu toplumsal ayrım ve yabancılaşmaya karşı, insan ölçeğinde yaya sokakları öneriyordu. Bu düşüncelerin somutlaşması olarak Avrupa’da Aldo van Eyck’in, Afrika’daki etnografik çalışmaları sonucunda geliştirdiği Amsterdam Orphanage projesi (1955), Smithsonlar’ın ağaç gövdeli mega strüktürleri (Berlin, 1957) ve Candilis, Josic, Woods’un (Toulouse le Mirelle, 1961) projeleri şehir gibi bina olarak popülerlik kazandı. Japonya’da Fumihiko Maki, ilgisini önce “grup form”[2] ve sonra “kümülatif form”[3] kavramlarıyla, ölçeği minimize eden kentsel insancıl gruplanmalara yoğunlaştırdı.

Constantinos A. Doxiadis, insanların benimseyeceği kararlı ve sürdürülebilir yerler yaratma konusunda “ekistik” ilkelerine uygun olarak tasarladığı Pencap Üniversitesi (1959) projesi ile, bize göre, yerleşme özellikleri ve boyutlarıyla ve araç trafiğini önleyen düzenlemesiyle, ileride “mat-urban” olarak tanımlanacak “kent gibi bina” modeliyle insancıl sistemin öncü bir örneğini vermişti.[4] (Resim 7)

Candilis-Josic-Woods ise, önceki mega ağaç strüktürlü projelerinden sonra, Centre Artisanal de Serves (1962), Berlin Free University (1963) ve Frankfurt Römerberg (1963) projeleri ile Kurokowa’nın (1960) “gözenekli gridal biçimli tarım şehri” önerisini izliyorlardı. (Resim 8-11)

Corbusier’nin CIAM şehrine karşı geliştirilen bu düşüncelere, Venedik Hastanesi projesi (1965) ile aynı Corbusier’nin ölümünden önce adeta son dakikada dahil olması ise ilginç bir ironi oluşturmuştu. (Resim 12)

Yabancılaşmayla sonuçlanan bağımsız bloklardan oluşan CIAM kenti yerine, “bina gibi şehirler” veya “şehir gibi binalar” ve “grup form” ve “kümülativ form” gibi kavramlarla ifade edilen ve ilk olarak Aldo van Eyck’ın vernacular mimarilerden ders alarak profesyonel mimarlık dünyasına 1955’de tanıştırdığı ve akabinde birbirine paralel gelişen bu görüşler, nihayet Alison Smithson’un ünlü makalesinde “mat-urban” olarak tanımlandı.[5]

70’LERDE AVRUPA VE JAPONYA’DAN MAT-URBAN GELİŞMELER

Batı dünyasında, Manifaturacılar Çarşısı’ndan sonraki projelerden Giancarlo de Carlo’nun Matteotti projesinde[6] (1969-1974) sistem içinden geçen yaya yolları ve köprüleri ile bir insancıllaştırma ve komşulaştırma çabası görmekteyiz. (Resim 13) Yine aynı yıllarda ve aynı anlamda Japonya’da Fumihiko Maki’nin Hillside projesi benzer ilişkiler kurulmasını gerçekleşiyordu. (Resim 14) Donald Ball da, 1973 yılındaki Odham’s Walk projesinde, konutlar arasında insancıl ölçeklerde etkili bir üç boyutlu sirkülasyon sistemi önerisi ile sakinlerin birbirlerine yabancılaşmasını önlemeyi hedefliyordu. (Resim 15)

Bu veriler ışığında yukarıda tanıttığımız ülkemizdeki gelişmelerin bu çalışmalara katıldığı hatta Manifaturacılar projesinde öncelik ettiği Yeşilköy projesinde ise özgünlüğünü koruyarak dünyadaki gelişmelere önemli katkı yaptığı söylenebilir. Şimdi Anadolu’daki yıllar önceki tarihî gelişmeler içinde karşılaştığımız örnekleri hatırlayarak Manifaturacılar ve Yeşilköy projelerinin oluşumunda ülkemizin geleneklerinden de yansımalar olduğunu göstermek istiyoruz.

 

ANADOLU’DAKİ TARİHSEL GELİŞMELERLE BENZERLİKLER

Anadolu coğrafyasındaki mimariler tarihine bakıldığında, profesyonel veya enformel, kalıcı veya geçici mimarlık etkinliklerinin ortaya çıkışının sürpriz oluşumlar değil, doğal sonuçlar olduğu görülecektir. (Derin kökleri olan bu coğrafyayı modern dönemde ilk keşfeden ve değerlendirenlerden birinin Corbusier olduğu unutulmamalıdır.) Örneğin Milat’tan önce 7400-5200 tarihlerine bağlanan Çatalhöyük, köy hayatından şehir hayatına geçişin şehir-bina kavramıyla gerçekleşmiş önemli bir yaya yerleşme örneği olarak değerlendirilebilir. Milattan önce 700’e tarihlenen ve Hititlere dayandırılan Orta Anadolu’daki Derinkuyu Yeraltı Şehri ise, güvenlik gibi özel bir nedenle de olsa hem yatayda hem düşeyde özgün bir yoğun yığılmış yaya şehri örneğidir. Diğer yandan güçlü bir çarşı geleneğine sahip coğrafya olarak Türkiye’de örneğin Bursa Çarşısı yine bir “bina gibi şehir” kavramının önemli bir örneği olarak Osmanlı döneminde gelişmiş olup katmanların yığılışını sergilemektedir. Bu özelliğiyle Bursa Çarşısı açıkça Maki’nin “grup form” kavramının özgün bir örneğidir. (Resim 16)

 

Günümüzde de Archigram’ın teoride kalan “instant city” benzeri geçici kümelenme strüktürlerinin, belki de yüzyıllardır gerçekleşen bir benzeri olarak, günlük kurulup kalkan açık pazar yerlerimiz de, “grup form” kavramının yaşayan örneği olmaktadır. (Resim 17) Bu örneklerimizin dünyada mat-urban / grup form konseptlerinin ortaya koyduğu amaçları kurguladığı görülmektedir. Bunlar bizce teorik birikimi olmayan ancak derin kökleri olan coğrafyanın kültürel zenginliğinden türeyen ve vernaküler mimarinin birikimlerinden doğan sürekli ve evrimsel bir spontane hafızanın doğal sonucudurlar. Bu karakteristikleri nedeniyle Batı’da teorilerle üretilen özelliklere doğal yollarla ulaşıldığını söyleyebiliriz.

DEĞERLENDİRME

1950’lerde yazılı CIAM ilkelerinin sağladıkları yanında neden olduğu olumsuzluklar da savaş sonrası yeniden yapım döneminin hızlı ve yoğun konut üretimi ile ortaya çıkmış, dünyadaki kültürel radikal çıkışlara paralel olarak mimarlıkta da önemli kırılmalar yaşamıştı. Aynı 1950’li yıllarda ülkemizde de hakim mimarlık otoritelerince “ikinci ulusal mimari” dönemi olarak adlandırılan yaklaşımına karşı çıkışlar öncelikle öğrenci projelerinde görülmeye başlanmıştı.[7] Bu ortamın mimarlığımıza somut olarak yansıması “Manifaturacılar Çarşısı” olmuştu. 1970’lerde Baysal-Birsel’in yukarıda incelediğimiz Yeşilköy projesinin, dönemindeki bu anlamdaki uluslararası çalışmalarla paralelliği yanında hatta daha da etkili bir tasarım olduğu da değerlendirilebilir.

Ancak, ülkemizin kültürel geçmişinde rastlanan birçok mimari oluşumun dünyadaki bu çalışmalarla ortak yönlerinin olduğunun gösterilmesiyle, gerek Hepgüler-Sisa-Tekeli’nin Manifaturacılar Çarşısı’nın, gerekse Baysal-Birsel’in Yeşilköy Sitesi’nin yaşam ve mimarlık kültürümüzün doğal gelişiminin yansıması olduğunu da düşünmekteyiz. Bu ülkemiz literatürüne, üretildiklerinden nerdeyse yarım asır sonra, tarafımızdan [8] tanıtılan ancak ilgi gördüğünü söyleyemeyeceğimiz (Manifaturacılar Çarşısı’na kıyasla çok daha az bilinen) Yeşilköy projesini de, dünyadaki paralel gelişmelerle irdeleyerek, daha çok mimarımıza, daha çok mimarlık öğrencimize ulaşmak ümidiyle meslek dergimizde kayda geçirmek istedik. Bu uygulamaların mimarlığımızın çevreyi insancıl kılmak yolundaki özgün ve özel değerlerini yansıtan örnekler olarak bir gün bir ‘kazma’nın hışmına uğramasını önlemek amacıyla (Manifaturacılar Çarşısı yıkılma girişimini şimdilik atlatmıştır), ülkemiz ve dünya mimarlık topluluğuna tanıtılması (bu projeler uluslararası mimarlık literatüründe henüz yer almamıştır) ve ilgilerine sunulması gerektiği inancındayız.

 


[1] Cengizkan, N. Müge; Cengizkan, Ali (ed.), 2017, Haluk Baysal-Melih Birsel Rasyonalizmi, Mimarlar Odası Yayınları, Ankara.

[2] Masato Othaka, Fumihiko Maki, 1960, “Toward Group Form”, içinde Ockman, J., 2005, Architecture Culture 1943-1968. A Documentary Anthology, Rizzoli, New York, s.324.

[3] Maki, Fumihiko, 1964, Investigations in Collective Form, The School of Architecture, Washington University, St. Louis.

[4] Doxiadis, C. A., 1968, Ekistics: An Introduction to the Science of Human Settlements, Oxford University Press, New York, s.445.

[5] Smithson, Alison, 1974, “How to recognize and read MAT-BUILDING”, Architectural Design, sayı:9.

[6] Susanne Mulder, 2005, “Villaggio Matteotti Housing Estate, Terni 1969-74”, Team 10: 1953-81, in search of a Utopia of the present, (ed.) Max Risselada, Dirk van den Heuvel, NAI Publishers, Rotterdam, ss. 220-223.

[7] Yürekli, H.; Yürekli, F., 2004, “70’lerden günümüze mimari tasarım ve eğitimi, kara kutudan, kara deliğe”, Mimarlık; bir entelektüel enerji alanı, Yapı Yayın, İstanbul, ss.13-23.

[8] Mollaahmetoğlu Falay, A. İ.; Yürekli, F., 2017, “Baysal-Birsel Yeşilköy Konut Sitesi” Arredamento Mimarlık, sayı:313 (Ekim 2017), ss.112-119.

 

Bu icerik 3067 defa görüntülenmiştir.