413
MAYIS-HAZİRAN 2020
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
YARIŞMA DEĞERLENDİRME

“Çünkü Halkın Yaraları Daha Doğurgan”*: Anmak / Anımsamak Üzerine Bir Yarışma Deneyimi

Bülent Batuman, Doç. Dr., Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümü Başkanı

DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve 10 Ekim-Der tarafından 10 Ekim Ankara Katliamının toplumsal düzlemde unutulmamasını sağlamak ve hafızayı mekânda ve gündelik yaşamda yeniden üretmek amacıyla açılan yarışma sonuçlandı. Anıt, bellek, siyaset ve kent kavramları çerçevesinde kurgulanmış yarışma hakkında değerlendirmelerde bulunan yazar, “bu dört unsuru bir araya getiren projenin bir anıt-obje olarak kendisini vurgulayan değil de kenti ve tarihi biriktirecek bir öneri olması”nın önemine dikkat çekiyor.

 

10 Ekim 2015 tarihinde Ankara Gar Meydanı’nda gerçekleşen, 103 yurttaşın yaşamını yitirdiği ve yüzlercesinin yaralandığı katliam Cumhuriyet tarihinin en kanlı terör saldırısıydı. 10 Ekim’in anlamını bu cümlenin nesnelliğine sığdırmak imkansız. Yaşanan olayın “özgüllüğünü” kavramak için önce “sıradanlığını” vurgulamak gerek çünkü. 10 Ekim, bu ülkede muhaliflere yönelik katliamların ilki değildi. Saldırının ardından yaşanan adli ve hukuki süreçlerdeki ihmaller de ilk değildi, sonuçta ortaya çıkan cezasızlık hali de. Ama saldırıdan sadece üç gün sonra Konya’daki bir futbol karşılaşması öncesinde yapılan saygı duruşunun yuhalanması ilkti. Öyleyse yaşanan katliamın hem korkunçluğunu hem de açtığı toplumsal yarayı daha da derinleştiren üç katman var; ilk ikisi devletin, sonuncusu toplumun vicdan eksikliği ile ilgili. Kabullenilmese de alışılan ilk iki katmandan daha çok, bu üçüncü katman başlangıç noktası olsa gerek, 10 Ekim’i hatırla(t)manın, unut(tur)mamanın mekânını bulmaya / kurmaya çalışan bir yarışmayı tartışmaya. (Resim 1)

Türkiye’nin tarihi yüzleşmemelerin tarihi. Bu yüzden, yüzleşmenin maddeleşmiş ifadesi olan anıtlar konusunda da çorak, böylesi zorlu hatırlayışlar üzerine yapılan tartışmalar konusunda da. Siyasetle kamusal sanatın, kolektif hafızayı sağaltmak için işbirliği yaptığı görülmüyor pek bu coğrafyada. Dahası, yukarıdaki paragrafın sonunda parantezlerle teğellenmeye çalışılan yırtıkları var kolektif hafızamızın -eğer böyle bir ortak hafızamız varsa-. Hatırlama ile hatırlatmanın, unutmama ile unutturmamanın aktif ve pasif özneleri kim ve niye farklı birbirlerinden? Kim hatırlamakla mükellef, kim hatırlatmakla? Hatırlamamakta ısrar edene hatırlatmanın etiği nedir, siyaseti nedir? İnkara direnmenin faydası nedir, ya daha da fazla yaralanmadan direnmenin imkânı?

Emek, Barış ve Demokrasi Anıt Meydanı ve Anma Yeri Uluslararası Fikir ve Tasarım Projesi Yarışması zorlu bir girişimdi; zorluğu adının uzunluğuna da yansıyan. Hem saldırıya uğrayan değerleri unutturmayıp sahiplenmek, hem kaybedilen canları büyük laflara feda etmeyip insancıl biçimde hatırlamak, hem acıyla yüzleşmenin mekânını hem anıtlaşmış kamusal mekânı tasarlamak, tüm bunları doğru bir etik / politik çerçeveyle bir arada tutabilmek… Zorlu bir girişimdi, zorlu bir görev. Ağırlığını, yarışma şartnamesinin yazılışından jüri çalışmasına kadarki süreçte görev alan herkesin tek tek omuzlarında hissettiği ve ancak birlikte omuzlayınca altından kalkılabilecek bir görev.

Anıtlar, özellikle 1990’lardan beri tartışma konusu. Hatırlamanın etiği tasarımın doğası ile gerilimli bir ilişki kuruyor, kaçınılmaz biçimde politik olan bir ilişki. Bu ilişkinin sorgulanmaya başlamasından önce üretilen anıtlar geniş bir yelpaze oluşturuyor. Bir uçta, 19. yüzyıldan beri süren bir gelenek var: belli bir olayı belli bir biçimde hatırlamayı dayatan, çoğu zaman bir kahramanlık anlatısı içinde araçsallaştıran, bir başka ifadeyle toplumsal anıyı (genellikle milliyetçi) siyasete kurban eden bir gelenek. Öteki uçta, sanatı siyasete yeğ tutan, sanatsal özerkliğin araçsal akla direneceğini uman 20. yüzyılın modernist anıtları. 1990’lardan beri gelişen sorgulamalar ise toplumsal acılarla yüzleşmeyi amaçlayan anıtları hedef alıyor: Geleneksel anıtların didaktik hatta demagojik kesinliğine karşı çıkan örnekler anlatmak istediklerini anlatabiliyor mu gerçekten? Yoksa geçilip gidiliyor mu yanlarından? Derdini anlatabilen bir anıt toplumsal iyileşmeye nasıl katkı veriyor; gerçekten sağaltarak mı, yoksa suçluluktan kaçınmayı kolaylaştırarak mı? Peki korkunç acıları anımsa(t)mayı amaçlayan bir eserin turistik objeye dönüşmesi nasıl değerlendirilmeli?

Böylesi sorgulamaların ortaya çıkardığı bir kavram “karşı-anıt” (counter-monument): “teselli etmeyi değil provoke etmeyi, sabit kalmayı değil değişmeyi, kalıcılığı değil ortadan kaybolmayı, gelip geçenin kayıtsızlığını değil etkileşimini hedefler… Hafızanın yükünü zarafetle yüklenmek yerine şehrin ayaklarının dibine geri fırlatır.”(1) Öyleyse bugün böylesi bir anıt tasarımına soyunurken bu sorgulamaları göz ardı etmek mümkün değil. Dahası, burada dilin bağladığı kelime dağarcığı da çarpıcı bir noktayı yüzümüze vuruyor: Türkçede “anıt”tan farklı olarak anma mekânını ya da objesini anlatan terim yoktur.(2) Bu da bize dile getiremediğimiz, dilimize içselleştiremediğimiz sorular sorma fırsatı (ve sorumluluğu) veriyor: Anımsamak için anıtlaştırmak şart mıdır, hatta anılaştırmak? Anıtlaştırmakla anıtsallaştırmayı ayırmak mümkün müdür? (Resim 2)

Vurgulamak gerekir ki, anıtlar üzerine yapılan tartışma ve sorgulamaların hemen hepsi Avrupa’da Yahudi Soykırımı üzerinden, yaşanan korkunç kıyımla yüzleşmenin çerçevesinde (buna ABD’de Vietnam Savaşı’nı da eklemek gerekir) ortaya çıktı. Yani, yüzleşmeyi kabul eden öznelerin ve kurumsal iradelerin varlığı ve girişimleri sonucunda. Öyleyse burada bir özne sorunu daha var. Herkes kendi acısını anmaya, anımsamaya dair anı objesi ve mekânı üretebilir kuşkusuz (bunun bile zor olduğunu söylemeye gerek yok bugünün Türkiye’sinde). Ama bu, toplumsal bir müşterek olarak kolektif belleği destekleyen değil, aksine onun dışında işleyen ve dolaylı olarak onu zayıflatan bir girişim olacaktır. Paylaşılamayan acı, daha doğrusu acıyı paylaşamama hali basit bir görmezden gelme değil; aksine, acının meşruiyetini reddeden, asimetrik bir iktidar ilişkisi -daha doğrusu ilişkisizlik hali-. Peki bu durumda inkara imkan vermeyen bir olasılığı nasıl yaratmalı? Dahası, inkarın somut şiddete dönme olasılığından, yani anı mekânının ve anıt objesinin tahribinden kaçınmak mümkün mü?

Anıt-bellek-siyaset ilişkisinin yanında değinilmesi gereken bir boyut da, Ankara’nın son dönemde geçirdiği kentleşme süreci ve Gar Meydanı’nın yaşadığı dönüşüm (daha doğrusu tahribat). Zira, karşı-anıt tartışmalarının işaret ettiği, yaşanan katliamı unutturmamak ve anıtsal elemanı sıradanlaşmaktan korumak için gündelik hayatı sekteye uğratma gereği burada anlamını yitiriyor. Son yirmi beş yılda Cumhuriyetin kamusal mekânlarına yapılan müdahaleler, bu alanlarda biriken anlamları aşındırmaya, bu mekânların kolektif bellekteki izlerini silmeye dönük oldu. İronik bir şekilde bu durum, Gar Meydanı’na yapılacak anma düzenlemesine, meydanın tarihselliğine de sahip çıkmak gibi bir sorumluluk yüklüyor.

Görüldüğü gibi, bizim örneğimizde daha önceki karşı-anıt tartışmalarının ortaya koyduğundan daha başka sorunlar ve dinamikler mevcut. Öyleyse, nasıl yapmalı?

Bu sorunun cevabını vermek kolay değil, bu sürecin içinde yer almış biri için ise mümkün değil. Bütün bu girişimin, cüretkar bir iyimserlikle ilerlemekten başka şansı yok; büyük bir hata yapılmayacağına, yarışmanın katılımcılarına iyi bir çerçeve ve doğru bir yönlendirme sunan bir şartnamenin hazırlanabileceğine, “iyi” tasarımcıların yarışmaya katılmaktan “çekinmeyeceğine”, katılan yarışmacıların “iyi” öneriler sunmuş olacağına, “doğru” bir jürinin kurulmuş olduğuna ve verimli bir biçimde çalışacağına ve daha bir sürü şeye dair iyimser olmak gerek(ti). Yarışmanın ardından da kuşkusuz aynı aktif iyimserlikle, seçilen projenin uygulanması, uygulandıktan sonra hayal edildiği gibi yaşaması, amaçlandığı şeye hizmet etmesi, hem aşınmış kamusal mekânı yaşanır kılması hem anma mekânı olarak kabul görmesi için uğraşmak gerek; umut etmek ve uğraşmak. Zira tüm değişkenlerin kontrol edilebildiği bir laboratuvar deneyi değil sosyal mekânın üretimi.

Anıt-bellek-siyaset ve kent öyleyse. Bu dört unsuru bir araya getiren bir projenin bir anıt-obje olarak kendisini vurgulayan değil de kenti ve tarihi biriktirecek bir öneri olması gerekiyor. Üretim sürecinden başlayarak, yıllar içerisinde yeşerteceği toplumsallıkların biriktiği bir olasılık olması. Umulur ki, jürinin benimseyerek seçtiği ve birincilikle ödüllendirdiği proje, kentin ve ülkenin insanlarının bir araya gelmesine zemin ve vesile olsun. Unutmamak gerekir ki Ankara Garı gidişlerin değil, gelişlerin mekânıdır; gelişlerin ve bir araya gelişlerin.

* Behram, Nihat, 2011, Dörtlükler, Everest Yayınları, İstanbul.

NOTLAR

1. Young, James E., 1992, “The Counter-Monument: Memory against Itself in Germany Today”, Critical Inquiry, cilt:18, sayı:2, s.277.

2. İngilizcedeki monument / memorial ayrımına karşılık Almanca çok daha nüanslı: Denkmal, Mahnmal, Gedenkstatte vb. Bir tartışma için bkz. Rosenberg, Teresa Jean, 2015, “Contemporary Holocaust Memorials in Berlin: On the Borders of the Sacred and the Profane,”, Revisiting Holocaust Representation in the Post-Witness Era, (der.) Tanja Schult, Diana I. Popescu, Palgrave Macmillan, Hampshire, s.76.

 

Bu icerik 1546 defa görüntülenmiştir.
<p><strong>1.</strong> Yarışma afişi</p>
<p><strong>2. </strong>“Zamansız Kabuk:  Bitmemiş Hikayeler” başlığını taşıyan 1. ödülden bir görsel. Çok az  evrimleşerek günümüze ulaşmış olması nedeniyle “yaşayan fosil” olarak isimlendirilen  Mabet Ağacı birinciliğe layık görülen ödülün ana kurgusunu oluşturuyor. Zemini kırarak  yükselen ve bedenin düşünceleri koruduğu gibi Mabet Ağacıfnı saran pirinç  yüzeylerde, hayatını kaybeden 103 kişinin son sözleri ve düşüncelerinin yer  alması planlanmış.</p>