413
MAYIS-HAZİRAN 2020
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: YENİ BİR DÖNÜŞÜM SÜRECİ: COVID-19

Hayat Eve Sığar mı? COVID-19 ve Mimarlığın Bağışıklık Sistemi

Umut Şumnu, Dr. Öğr. Üyesi, Başkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü

 

“Mahallenin veremlileri yataklara düşenler

                                                                             Bakıyorlar camların arkasından”(1)

 

Hayatta kalmak için hayattan kaçmam, hayata karşı kendimi korumam gerekiyor. Bir gün normale, evim dediğim yer(ler)e, dönebilmek umuduyla kendimi eve kapatıyorum. Tersine bir Odyssey yaşadığım. Ithaka’ya kavuşmayı değil, Ithaka’dan çıkmayı düşlüyorum. Ama evimin dışarısında, tıpkı Giorgio de Chirico’nun şehir temsillerine benzer tekinsiz bir boşluk var. (Resim 1) Dışarısı son derece güvensiz ve dışarıdan gelen sanki her an bedenime ve evime musallat olacakmış gibi. Bu durum, evden / içeriden çıkmakta zorlandığım, kalabalık ortamların içine girmekten korktuğum yoğun bir agorafobi yaratıyor. Üstelik kendimi gönüllü tecrit ettiğim ev de artık eskisi gibi bir mekân değil. Bir taraftan dışarıya çıkamamanın doğurduğu kısıtlanmışlık hissiyle, bir klostrofobi duygusuyla boğuşuyorum. Diğer taraftan da, sakinleri tarafından terk edilen şehirler ne kadar sessiz ve sakinse, evler de artık bir o kadar kalabalık ve gürültülü. Dışarıya ait ne varsa artık evin içinde. Ev ketumluk, kapalılık, korunaklılık ve inziva gibi kavramlarla anılamayacak kadar dışarıya açık ve dışarısı tarafından istila edilmiş durumda. Fiziksel olarak evime girmeye çalışana karşı ne kadar ürkek, şüpheci ve korumacıysam, sanal olarak evime girmeye çalışana karşı o kadar açık, davetkâr ve “mesafesizim”. Ev artık gönüllü bir şekilde çevrim-içi ve sürekli kendini dışarıya yayınlarken, dışarının da duvarlarında yansımasına izin veriyor. Özetle ev, bir taraftan daha önce olmadığı kadar kapalı, korunaklı ve ketum; ama aynı anda dışarıya da daha önce olmadığı kadar açık, savunmasız ve hatta istekli. Artık iki ayrı bedenim, iki ayrı evim ve ayrı iki bağışıklık sistemim var. Birinde dışarıya olan mesafelenme kurucu ilkeyken, diğeri ancak kendini tamamen dışarıya açarak ve mesafeyi tamamen ortadan kaldırarak hayatta kalabiliyor. Saf biyolojik yaşamımla sosyal, kültürel ve duygulanımsal yaşamım birbirinden tamamen ayrılmış durumda.

Peki, hayatın kendisini yaşamadan, hayatı sığdırmaya çalıştığım bu mekân, benim yeni evim mi? Dışarısıyla hiçbir bedensel ya da yüz yüze temas kurmaksızın, sadece ara-yüzler üzerinden ve hep belirli bir mesafeyle ilişkilenebildiğim bir iç mekâna mı hapsoldum? Yoksa bu durum “normalleştiğinde” biyolojik yaşamımla sosyal, kültürel yaşamım, aşırı kapalılık ve aşırı açıklık arasında bir denge kurulduğunda, evime dönecek miyim? Bir gün evden çıkmayı başarırsam döneceğim ortam eve kapanırken bıraktığım ortam olacak mı? Eğer dönebilirsem, döneceğim ev nasıl olacak?

COVID-19 VE SONRASI: EVE DÖNEBİLECEK MİYİZ?

İnsanlık tarihi aynı zamanda salgın hastalıkların da tarihidir. Veba, kara veba, çiçek, tifo, kolera, cüzzam, tüberküloz, İspanyol gribi, AIDS, domuz gribi, influenza, SARS gibi salgın hastalıklar ortaya çıktıkları dönemlerde çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuş ve dünya nüfusunda yarattığı değişimlerin yanı sıra siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda da ciddi dönüşümlere sebep olmuştur. 1 Aralık 2019 yılında Çin’in Vuhan eyaletindeki ilk tanısıyla bilinir olan ve dünyadaki eş zamanlı yayılımı ve sağlık açısından oluşturduğu tehdit sebebiyle 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi ilan edilen koronavirüs kaynaklı COVID-19 hastalığı da, çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuş ve ülkelerin birbirlerine karşı kendilerini izole etme kararları ve ülke içinde uyguladıkları sosyal mesafe koşullarıyla, dünyadaki üretimin büyük bir kısmının durmasına ve dünya nüfusunun yaklaşık yarısının kısmen ya da tamamen eve kapanmasına yol açmıştır. Ömer Laçiner’in de belirttiği gibi, COVID-19 hastalığının ortaya çıkardığı bu “küresel karantina” durumunu, “mecburi bir parantez gibi algılayıp, geride kaldığında insani-toplumsal hayatlarımızın önceki normallerine geri döneceğini sanan, dahası böyle olması gerektiğini düşünen” çok sayıda insan olsa da; çağımızın önemli düşünürleri için bu durum, geçmişin aynı şekilde geri döndürülemeyeceği ve “nerede kalmıştık” diyerek dönemeyeceğimiz bir geleceğe işaret etmektedir.(1)

Bizi bekleyen bu geleceğe ya da yeni normalimizin ne olacağına ilişkin öngörülerin ilki İtalyan filozof Giorgio Agamben tarafından ortaya konur. Agamben, 2003 yılında yazdığı İstisna Hali kitabındaki söylemden hareketle, bu dönemde ortaya çıkan (ya da yaratılan?) olağanüstü hal durumunun salgından sonra da devam edeceğini iddia eder.(2) Agamben’e göre iktidarlar, insanların temel demokratik haklarının kısıtlanmasını (dolaşma ve toplanma hakları), kendi rızalarıyla eve kapanmalarını (Evde kal! Kimseyle görüşme! Mesafeni koru! Dokunma!) ve yine kendi rızalarıyla sürekli denetim ve gözetim altında tutulmalarını (yüz tanıma sistemleri,Ortaya atılan düşünceler üzerinden COVID- akıllı telefonlar üzerinden hareket takibi, ısı detektörleri, dezenfeksiyon dronelar) geçici, istisnai bir durum olarak değil, bu durumu normalleştirmek, kalıcı hale getirmek ve tekno-totaliter bir yönetim biçimini oluşturmak için bir fırsat olarak görecektir.(3) Agamben’in ileride bizi bekleyen “tam bağlantılı bir yaşam tarzının tekno-totaliter cehennemi” (evde kal bağlı kal) öngörüsü birçok düşünür tarafından fazla karamsar bulunur. Slavoj Zizek ve Jean Luc Nancy gibi filozoflar Agamben’in COVID-19’a ilişkin yazdığı metinlerden ilki olan “COVID-19: Gerekçesiz bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali” başlıklı metne itiraz ederler ve bu krizin de, her krizde olduğu gibi, bizlere bir fırsat sunduğuna ve bu kriz sayesinde “aynı gemide olduğumuzu” hatırlayabileceğimize ve ulusalcı bir kapanma ve kopma, seçici bir küreselleşme yerine uluslararası bir işbirliği ve dayanışma yolu bulabileceğimize vurgu yaparlar.(4)

İtalyan otonomist-marksist düşünür Franco (Bifo) Berardi yazdığı “Muhtemele Hapsolmak ya da Mümkünü Keşfetmek” metninde salgından sonra iki siyasi seçeneğimiz olduğunu söyler.(5) Bunlardan biri, Agamben’in ortaya attığı ve Berardi için de muhtemelen olacak olan kapitalist bir üretimi daha da şiddetli bir şekilde yeniden başlatacak olan tekno-totaliter bir sistemdir. Fakat Berardi için muhtemelen olacak olanın yanında duran bir ihtimal daha vardır. Bu ihtimal, insan aktivitesinin kapitalist sistemin soyut döngüsünden özgürleştiği, evrimin faili ve tarihin öznesi olmadığı, değişim değeri yerine fayda değeri üzerine kurulan ve hassaslık, dayanışma ve tutumluluğun esas olduğu moleküler bir toplumdur.

David Harvey’in ve Alain Badiou’nun görüşleri de Berardi’nin ortaya attığı yaklaşımla benzerlikler taşır ve Zizek ve Nancy’nin düşünceleri gibi bu krizi bazı şeylerden vazgeçmek ve yeni bir dünya kurmak için bir olasılık olarak değerlendirir. Harvey ve Badiou için COVID-19 olacak olan bir şeylerin sebebi değil, zaten olmuş / olmakta olan şeylerin bir sonucudur. Harvey, yazdığı “Koronavirüs ve Anti-Kapitalist Politika” başlıklı yazıda, COVID-19’un “kırk yıldan fazla süren şiddetli ve düzensiz neo-liberal yağmacılığa karşı doğanın bir intikamı” olduğunu söyler.(6) Badiou, yazdığı “Salgın Durumu Üzerine” başlıklı yazısında, COVID-19’un “insanı değil piyasaları önceleyen bir ekonomik sistemin, doğayla savaş halinde bir üretim ve tüketim biçiminin, ilerlemek, küreselleşmenin, esnekleşmenin, dijitalleşmenin, bireyselleşmenin yani bugüne dek içinde yaşadığımız sistemin” bir sonucu olduğu belirtir.(7) Ek olarak Badiou, yaşadığımız bu felaketin aslında yeni bir şey olmadığı ve olup biten şeyin hep bizi bir yerlerde beklemiş olduğunu vurgular.(8)

19’un sebebinin ya da onu bir sonuç olarak ortaya çıkaran şeyin “yarasa yiyen bir insan” değil, son zamanlarda insanlık dediğimiz şeyin kendisi olduğu fark edilir.(9) Önümüzde en acil olarak duran şey bu salgının tıbbı anlamda kalıcı tedavisini bulmak olsa da, en az onun kadar önemli olan bir diğer şey de “Homosapiens tarihinin en şımarıkları olan 2020 insanlarının” süregiden alışkanlıklarını değiştirip değiştirmeyeceğidir.(10) Bu noktada, Berardi’yi yankılayarak iki seçeneğimizin olduğu hatırlanabilir. İlk olasılık, alışkanlıklarımızdan vazgeçmeden bizi tecrit edip eve kapatan, daha da bireyselleştiren ama aynı zamanda beni sözde her şeyle bağlı / bağlantılı kılan bu sarsıcı durumu kabullenmek hatta onun verdiği rahatlık (cozy trauma) duygusunu benimseyerek ondan zevk almaktır.(11) İkinci olasılık ise bireyin, bireyselleşmenin, kimliğin yüceltilmesi üzerinden kurulu bir düzenden ve sürekli kendi varoluşuna ya da kendi öz-imgesine odaklanan bir yaşayıştan vazgeçerek bir sürüde olduğumuzu hatırlamamız ve güçlü kolektif duygularla farklı, barışçıl ve daha adaletli bir dünya için savaşmamızdır.

COVID-19 VE MİMARLIK: DÖNECEĞİM EV NASIL OLACAK?

Mimarların ya da mimarlık kuramcılarının, sosyal ve siyasal kuramcılar gibi, COVID-19 sürecine ve olası etkilerine yönelik hızlı analizler yaptığını ve mekânsal yansımalarına yönelik düşünceler ürettiğini söylemek pek mümkün değil. Bu gecikme, mimarlığın özünde ağır, hantal ve kolay hareket edemeyen yapısından kaynaklı olabilir ya da ürettiği kuramsal bilgiyi her zaman başka kuramsal bilgilere yaslanarak üretmesi ve bu yüzden de hep bekleyen durumunda olmasıyla açıklanabilir. Ancak ikisinden de bağımsız ve en üzücü sebep olarak, mimarlığın ya da mimarlık kuramının toplumla, halk sağlığıyla ya da biyopolitik süreçlerle artık bağının kalmadığı ve salgın sürecine ilişkin geçmişindeki çok değerli birikimleri artık hatırla(ya)madığı da ileri sürülebilir.

Bundan neredeyse yüzyıl önce, Sven Olov Wallenstein’ın dile getirdiği gibi, “modern mimarlık biyopolitik makinenin ve mekânın tıbbileştirilmesi sürecinin” önemli bir parçasıydı.(12) Geçen süreç içerisinde mimarlığın üstlendiği bu rol, biyolojik bir politikayı araçsallaştırdığı yönünde fazlasıyla eleştirilse de, bazı açılardan bu sürecin daha insancıl ve daha sağlıklı bir dünya için önemli bir kazanım olduğu inkar edilemez.

Colomina’nın, Overy’nin ve Campell’ın çalışmalarında işaret ettiği gibi, modern mimarlığın ortaya çıkışı salgın hastalıkların çok yaygın görüldüğü bir panik dönemine denk gelir.(13) Modern mimarlık ise bu salgın hastalıkları tedavi etmese de oluşmasını engelleyen önemli bir araç olarak kullanılır. Şehircilik ve mimarlık üzerinden önce kolera ve sonra tüberküloz salgınlarıyla ciddi bir savaş verilir ve mimari yapı sembolik anlamda tıbbi bir alete, mimar da toplumu hastalıklardan koruyan bir ‘şifacıya’ dönüşür.

Özellikle tüberküloz çok eski bir hastalık olmasına karşın sanayi devrimi sonrası yoğun kentleşme, hava kirliliği, kötü barınma ve yaşam koşulları ve az ücrete bağlı yetersiz beslenmeyle ciddi bir salgın hastalık haline gelmiştir.(14) Tüberküloz ancak 1950’li yıllarda ortaya çıkan antibiyotiklerle tamamen tedavi edilebilmiştir. Fakat bu tarihe kadar bilim insanlarının hijyen ve izolasyona yönelik kuramları ve bu kuramların mimarlıkla olan ilişkisi, hastalığın tedavisinde önemli kazanımların elde edilmesini sağlamıştır. Bu kazanımlar şu anda da COVID-19’la mücadelede etkili yöntemler olarak öne çıkmaktadır. 19. yüzyılın ikinci yarısında başlatılan Uluslararası Hijyen Hareketi, salgın hastalıklarla mücadeledeki en önemli aşamalardan biridir. Özellikle Max von Pettenkofer, Rudolf Virschow, Emile Trelat gibi bilim insanlarının çalışmaları o zamana kadar kalıtımsal olduğu düşünülen bu hastalıkların bulaşıcı yönünü ortaya koymuş ve insan fizyolojisini çevresiyle ilişkisi düşünülmesi gereken bir durum olarak yeniden tanımlamışlardır. Bu verilere göre, bedenin sağlığı soluduğu hava, bastığı toprak, yediği yemek, yaşadığı kent ya da ev ve bu mekânlardaki koşullarla doğrudan ilişkilidir.(15) Pettenkofer, Virschow ve Trelat gibi bilim insanlarının ortaya attığı hijyen kuramı, Almanya, İngiltere, Fransa ve Amerika gibi endüstri şehirlerinde halk sağlığı hareketlerinin yaygınlaşmasına yol açmış ve bu süreçte yazılan kitaplarla bu hastalıklarla mücadelede “sağlıklı mekânın” önemine dikkat çekilmiştir.(16) Halk sağlığını iyileştirmeye yönelik teorik anlamda yapılan çalışmaların yanında doktorlar büyük ölçekli sağlıklaştırma çalışmalarına da katılmış; yerel yönetimler, mühendisler, şehir plancıları ve mimarlarla yakından çalışarak şehirlerin yerleşimleri, yoğunluk oranları, yapılaşmalar arasındaki boşluklar, kanalizasyon ve temiz su sistemleri, evlerin yükseklikleri, evlerin pencere açıklıkları, tavan yükseklikleri ve mekân içi tefrişler gibi pek çok konuda ideal durumları tanımlayan standartlar getirmeye çalışmışlardır.(17) (Resim 2)

Uluslararası Hijyen Hareketi gibi halk sağlığı ve mimarlık arasındaki doğurgan ilişkiyi gösteren bir diğer hareket de Sanatoryum Hareketi’dir. Robert Koch’un 1882 yılında tüberküloza sebep olan tubercle bacillus bakterisini tanımlamasının ardından, salgının yayılmamasındaki en kilit unsurun da izolasyon olduğu anlaşılmış; hastaların havası temiz ve bol güneş ışığı olan yerlerde izole edilmesinin ve iyi beslenmesinin bu hastalığın tedavisindeki olumlu etkileri gösterilmiştir.(18) Bu kapsamda, Canan ve Varolgüneş’in aktardığı gibi, “tüberküloz hastalarının tedavilerini kolaylaştırmak için 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak Almanya, İsviçre gibi çok sayıda Avrupa kentinde sanatoryumlar inşa edilmeye başlanmıştır.”.(19) Daha da önemlisi bu sanatoryumlarda ortaya atılan tasarım ilkeleri zamanla modern mimarlığın prensipleri haline gelmiş ve modern konut mimarisini ciddi biçimde etkilemiştir.(20)

Modern mimarlık ve modern konut mimarisi her ne kadar kanonik mimarlık tarih yazımında 20. yüzyıl tarihselciliğine karşı bir tepki olarak ortaya konulsa da aynı anda dönemin sağlık ve hijyen hareketleriyle de ilişkilidir. Modern mimarlığın, daha önceki mimarlığı “esir alan” tarihsel, kültürel, coğrafi ve sembolik yüklerden “arınarak” herkes için ve her yerde aynı olabilen akılcı ve evrensel bir mimarlığın arayışı olduğu söylenebilir. Ama bu aynı zamanda sağlıklı bir yapı adına hastalıklardan arınmış bir mimarlık arayışını da gölgelememelidir. Modern mimarlığın çok fazla girintisi çıkıntısı olmadığı için toz tutmayan, bezemesiz, düz yüzeyleri, hiçbir kirin tutunamadığı hijyenik beyaz duvarları, pilotilerle yükseltilmiş ve bu sayede ıslak, rutubetli doğal zeminden koparılmış yapı kütlesi,(21) içeriye çok fazla gün ışığı girmesini sağlayan büyük cam açıklıklar,(22) temiz hava almaya, egzersiz yapmaya ya da şezlonglarda güneşlenmeye olanak sağlayan teras bahçesi, güneşin iç mekânın tamamına yayılmasını sağlayan açık plan anlayışı, kolay temizlenebilir yer malzemeleri, yine toz tutmayan ve kolay temizlenen metal borudan ve siyah deriden yapılmış mobilyaları, avangard bir mimari zevkin yansıması olduğu kadar sağlıkla da ilişkilidir. (Resim 3)

Bu noktada, Le Corbusier’in modern öncesi dönemin konutunu “tüberkülozla dolu eski, çürük bir kulübe olarak” tanımlaması şaşırtıcı değildir.(23) Her ne kadar mimarın modern evi “içinde yaşanılan bir makine” olarak tanımlaması sonraları mimarlığı “insansızlaştırdığı” ve evin yuva olma duygusunu yok ettiği yönünde ciddi eleştiriler alsa da bu makinenin özünde saflık, hijyen, doğal ışık ve havalandırma üzerinden insan sağlığını geliştiren bir anlayış yatar. Doktorun insan bedenini iyileştirmesi gibi mimar da, ‘bir ev doktoru’ (dwelling doctor) olarak sağlıksız yapıları iyileştirmeyi amaçlar. Villa Savoye’un kanonik mimarlık tarihi anlatılarında çok fazla yer verilmeyen bir fotoğrafı modern mimarlığın hijyen ve sağlıkla kurduğu ilişkiyi açığa çıkarır. (Resim 4) Fotoğrafta en dikkat çeken unsurlardan biri giriş kat koridorunun ortasında duran ve el yıkamak için konulmuş bir lavabodur. Villa Savoye’un sahibinin doktor olmasıyla ilişkilendirilebilecek olan bu durum yapının bütünün hijyen ve sağlıkla kurduğu ilişki düşünüldüğünde başka anlamlar kazanır. Özellikle COVID-19 salgıyla mücadelede el yıkamaya atfedilen önem düşünüldüğünde, modern mimarlığın bir sağlıklaştırma aracı oluşu daha da iyi anlaşılmaktadır.

Peki, Beatriz Colomina’nın altını çizdiği ironiyi tekrar edersek, bizi sağlığımıza kavuşturması ve iyileştirmesi gereken modern mimarlık nasıl oldu da zaman içinde bizi fiziksel ve zihinsel olarak hasta etmeye başladı? Özellikle 1980’lerden sonra mimarlığın ürettiği ‘hasta binaların’, nefes almayan ve güneş görmeyen yapıların, yüksek ve yoğun yapılaşmanın, COVID-19 salgınında hiç mi suçu yok?

Mimarlık ortamı COVID-19 sürecinde, salgınla mücadeleye destek vermek için, kısa vadede bir takım işlevsel öneriler geliştirdi. İtalyan mimarlar Carlo Rotti ve Italo Rota salgının ilk günlerinde konteynırlardan hastanelere eklemlenebilen yoğun bakım üniteleri tasarladılar. Bizde de “Acil Korona Mekânları” adıyla bir kolektif yoğun bakım ünitesi eksikliği, sağlık çalışanlarının konaklaması, hastanelere ek yatak kapasitesi gibi problemleri çözebilecek tasarımlar üzerinde çalışıyor. Bir takım tasarımcılar da günümüzün üç boyutlu yazıcı teknolojisini kullanarak insanların gündelik hayatında faydalanabileceği dokunmadan kapıyı açmamızı sağlayan protezler, yüz siperlikleri ya da evimizi kolayca “home office”e dönüştürebileceğimiz ürünler geliştirdi. Bu kısa vadede üretilen tasarımların salgınla mücadelede ve gündelik hayatımızın akışında büyük faydalarının olacağı söylenebilir. Fakat mimarlık ortamı bir taraftan bu acil sorunlara karşı mekân ya da ürün anlamında desteğini sürdürürken, diğer taraftan da mimarlığın kendisine, disiplinin kendi içindeki sorunlara yönelik daha büyük bir tartışma ortamı yaratmak zorunda. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki salgın hastalıkların yarattığı kriz, modern mimarlığın ve modern konutun ortaya çıktığı ortamı nasıl üretmişse, içinde bulunduğumuz kriz de yeni bir mimarlık anlayışını ortaya çıkarabilir / çıkaracaktır. Fakat bu mimarlığın nasıl bir mimarlık olacağı ciddi ve uzun vadede tartışılması gereken bir konudur.

Sosyal ve siyasal kuram alanında yapılan tartışmalar üzerinden mimarlığın önünde iki temel seçeneğin olduğundan söz edilebilir. Agamben’in öngörüsünü takip ederek, bu seçeneklerden ilkinin, sosyal mesafeyi ya da izolasyonu aşırılaştıran, bir taraftan bireyi yüceltirken diğer taraftan onu eve kapatan, evin dışındaki tüm kamusal mekânların (işyeri, okul, kreş ve tüm boş zaman mekânları) evini işgal etmesine izin veren, dışarısıyla fiziksel olarak ancak pencereler ve balkonlar üzerinden sınırlı bir şekilde etkileşirken,(24) ekranlar üzerinden dışarıya sonsuz ve “sınırsız” bir açıklık sağlayan, çevrimiçi ağlarda olup biteni 7/24 dikizlerken kendini de her an gözetlenmeye ve denetlenmeye teşhir eden bir ev olduğu söylenebilir. Tasvir edilen bu evin bize COVID-19 salgını tarafından dayatıldığı ve salgından sonra bu yaklaşımın ortadan kalkacağı iddia edilebilse de, Colomina’nın 2016 tarihli “Sosyal Medya Çağında Özel ve Kamu” adlı makalesi bunun salgına özel bir durum olmadığı ve bir anlamda çağımızın ruhuna işlemiş bir olgu olduğunu ortaya koyar: “Kendimizi topluca kapatmaya karar vermişiz gibi görünen bu yeni iç mekânın doğası nedir? İçinde gece ve gündüzün, iş ile eğlencenin artık ayrıştırılamadığı ve kontrol odasında uyuyor olsak bile sürekli gözetim altında bulunduğumuz bu hapishanenin mimarisi ne? Sonsuz bağlantılığı öve öve göklere çıkarsak bile yeni medya bizleri sürekli gözetim altındaki mahkumlara dönüştürüyor.”

20. yüzyıl başlarında modern konutun içle dış arasındaki sınırları ortadan kaldırmasının, kendini dışarıya açmak adına bir içerilik fikrinden bile vazgeçmesinin tersine günümüz konutu kendini sürekli içeriye mi kapatıyor? Modern dönemin dışarıda aylak aylak dolaşan flaneur’ün yerinde artık dışarıya çıkmak istemeyen narsist bir münzevi mi var? Bu münzevi evini hiç terk etmeden büyük-verinin sunduğu sözde-dışarılıkta sürekli kendini mi arıyor? Colomina’nın dediği gibi bu büyük-veri yeni mimarlığımız mı olacak?(25)

Bu noktada, Berardi’nin düşüncesini yankılayarak olup bitmekte olan ve muhtemelen de COVID-19 salgınından sonra da olmaya devam edecek olan durumun, sanal gerçekliğin ve tam bağlantılı çevrimiçi bir dünyanın hiçliğine batmış ev yönünde olacağını söylenebilir. Kamusal alanda gerçekleşecek projeler de büyük bir ihtimalle, Studio Precht’in COVID-19 günlerinde tasarladığı Parc de la Distance projesinde ya da Nuova Neon 2 şirketinin tasarladığı plexiglass plaj kabinlerinde olduğu gibi, temasa değil mesafelenmeye odaklanacak. (Resim 5)

Peki ya Berardi’nin umut ettiği gibi, başka bir ihtimal daha varsa? Harvey ve Badiou’nun dediği gibi, ya bu salgın çoktandır değiştirmemiz gereken şeylerin artık kaçınılmaz hale geldiği bir kavşaksa? 20. yüzyılda birey fikri, özellikle 1950’li yıllardan sonra, totaliter ve baskıcı moderniteden kaçmamız ve dünyayı aynılık / sınıf üzerinden değil farklılıklar / kimlik üzerinden kurgulamamız için önemli fırsatlar sundu. Fakat günümüzde birey fikri ömrünü tamamladı. Bireyi düşünmek artık özgürleştirici değil, hatta kısıtlayıcı.(26) Önümüzde duran seçenek o baskıcı ve totaliter olarak eleştirdiğimiz, her şeyi tektipleştirdiği ve aynılaştırdığı için karşı çıktığımız modernite projesini ve özellikle de onun toplumcu yaklaşımını, yanılgılarının farkında olarak, yeniden hatırlamak. “Ben-ötesi” bir bakış yaratarak bedenin bağımsızlığına değil, bedenlerin birbirleriyle olan temasına ve karşılıklı bağımlılıklarına odaklanmak; Kendi bağışıklık sistemimin ancak toplum sağlıklı olduğu zaman güçlü olduğunu fark etmek. Belki o zaman mimarlık unuttuğu ama bir zamanlar bedenine kazılı olan kamuyla, toplumla, halk sağlığıyla ilişkisini hatırlayabilir. Belki o zaman çıkar peşinde değil toplumun hizmetinde olan, doğayla savaş halinde olmayan, sadece kendi varoluşunu değil tüm varoluşları önemseyen ve mesafeyi değil teması çoğaltan başka bir mimarlık mümkün olabilir. Belki o zaman hayatın eve sığdırılmaya çalışılmadığı; hayat dediğimiz şeyin, evle kamusal alan, içerisi ve dışarısı, ben ve ben-olmayan arasındaki git-gellerde kurulduğu fark edilebilir. Kim bilir?

NOTLAR

1. Laçiner, Ömer, 2020, “Korona Günleri”, Birikim, sayı: 372, ss.3-6.

2. Agamben’in yazdığı “Covid-19: Gerekçesiz bir Acil Durumun Yarattığı İstisna Hali”metninin Türkçe çevirisi için, bkz: https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/

3. Agamben’in metnine referansla Byung Chul Han, “viral olağanüstü hal” sürecinde çok sayıda hükümetin COVID-19 ile mücadelede yeni gözetim / denetim araçları kullandığını söyler. Han’ın belirttiği gibi “Asya’da salgınla sadece virologlar ve epidemiyologlar değil, mühendisler ve makroveri uzmanları da mücadele etti / ediyor [...] Dijital gözetleme faaliyetlerini savunanlar büyük veri birikiminin insanların hayatını kurtarabileceğini söylüyorlar [...] Verilerin korunmasından artık kimse bahsetmiyor. Kimse devletlerin veri toplamasına kızmıyor. Veri birikiminin virüsle mücadelede kullanılmasının sınır kapatma girişimlerinden daha etkili olduğu görüldü. Veri koruma politikası yüzünden Avrupa, virüse dijital ortamda müdahale edemedi.” Byung Chul Han’ın “Viral Olağanüstü Hal ve Yarının Dünyası” metni için, bkz: https://terrabayt.com/dusunce/viral-olaganustu-hal-ve-yarinin-dunyasi/

4. Zizek’in Agamben’e cevap olarak yazdığı “Gözetlemek ve Cezalandırmak mı? Evet Lütfen!” metni için, bkz: https://terrabayt.com/dusunce/gozetlemek-ve-cezalandirmak-mi-evet-lutfen/

Jean Luc Nancy’nin Agamben’e cevap olarak yazdığı “Viral İstisna” metni için, bkz: https://terrabayt.com/dusunce/viral-istisna/

5. Franco (Bifo) Berardi’nin metni için, bkz: https://www.birartibir.org/siyaset/654-muhtemele-hapsolmak-ya-da-mumkunu-kesfetmek

6. David Harvey’in yazdığı metin için, bkz: https://www.jacobinmag.com/2020/03/david-harvey-coronavirus-political-economy-disruptions COVID-19 salgını sürecinde dünyadaki üretimin durması, fabrikaların çalışmaması ve insan nüfusunun eve kapanmasından kaynaklı dünyada uçak, araba gibi taşıtlar üzerinden daha az trafiğin olmasının doğa üzerinde çok kısa sürede gözle görülür etkileri olmuştur. Bu süreçte çekilen uydu fotoğraflarında dünya üzerindeki hava kirliliğinin azaldığı görülmüş, turistik metropollerde kendine yaşam alanı bulamayan birtakım canlıların (örneğin Venedik’teki kuğular ya da İstanbul’daki yunuslar) tekrar şehirlere döndüğü belgelenmiştir.

7. Alain Badiou’nun yazdığı metin için, bkz: https://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/696-salgin-durumu-uzerine

8. Badiou’nun işaret ettiği “insanı değil piyasaları önceleyen” yaklaşımın izleri COVID-19 sürecinde de görülmüştür. Dünya üzerindeki kapitalist ekonomiler günübirlik kazançlarını feda etmeyi göze alamadıkları için karantina tedbirlerinin hızlıca hayata geçmesine direnmişlerdir. Seyahatlerin hemen yasaklanmaması, fabrikalardaki üretimin durdurulmaması ya da çalışanların derhal karantina durumuna alınmamaları bu ısrarın göstergeleridir. Ancak karantina uygulamalarına geçilen durumlarda bile koşullar herkes için eşit uygulanmamış doktorlar, eczacılar, kargo görevlileri, çöpçüler, market çalışanları ve belediye görevlileri sürecin “kutsal insanları / kurbanları (homo sacre)” olarak çalışmaya zorlanmıştır.

9. Otoriteler tarafından ne kadar yalanlansa da, salgının başlatıcısı olarak Çin’de hjjyenik olmayan koşullarda satış yapan hayvan pazarlarının olduğu düşüncesi kamuoyunda sık sık dillendirilmektedir. Bu yaklaşım postkolonyal bir söylem üzerinden okunabilir ve rahatlıkla Batılı bir bakışın insanlığa musallat olan bu salgının sebebini kendi dışında, “uzak” Doğu’nun uzak köşesindeki kirli, vahşi ve “ehlileşmemiş” bir yere, taşıması olarak yorumlanabilir.

10. Abbasoğlu, Duygu, 2020, “Korona Günleri”, Birikim, sayı: 372, ss.6-14.

11. Bu süreçte çalışmak zorunda olmayan / bırakılmamış insanlar için, sağlıklılarsa ve maddi olarak evde kalmaları ya da evden çalışmaları bir sorun yaratmıyorsa, bu durumun “eğlenceli” bir hale dönüştüğü söylenebilir. Cozy trauma terimi, bu salgının büyük ölçekte yaratacağı etkiyi ve başka insanların bu süreçte yaşadıkları sıkıntıları düşünmeksizin sadece kendi varoluşuna odaklanan ve kendi “güvenli alanını” terk etmediği bu tembellik durumundan zevk almaya başlayan insanların deneyimi için üretilmiş bir terimdir.

12. Wallenstein, Sven-Olov, 2019 [2008], Biyopolitika ve Modern Mimarlığın Ortaya Çıkışı, Lemis Yayınları, İstanbul.

13. Salgın hastalıklar karşısında modern mimarlığın sağlıkla ilişkisi için, bkz: Colomina, Beatriz, 2019, X-Ray Architecture, Lars Müller Publisher, Baden. Overy, Paul, 2007, Light, Air & Openness: Modern Architecture Between the Wars, Thames and Hudson, London. Campbell, Margaret, 2005, “What Tuberculosis did for Modernism: The Influence of a Curative Environment on Modernist Design and Architecture”, Medical History, sayı:49, ss.463-488.

14. Tüberküloz hastalığı sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan metropollerdeki işçi sınıflarıyla yakından ilişkilidir. Bu sebeple “proleter hastalığı” olarak da bilinmektedir. Friedrich Engels, 1884’te yazdığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu isimli kitabında, babasının Manchester’da ortak olduğu fabrikada çalışan işçilerin kötü yaşam koşullarından ve mücadele ettikleri hastalıklardan bahseder ve şöyle der: “Pamuklu ve keten iplik eğrime fabrikalarının birçok odasında havayı saran lif tozları işçilerde göğüs hastalıklarına neden olur. Bu tozu akciğerlerine çekmenin en yaygın sonucu kan tükürmek, gürültüyle ve zorlayarak nefes almak, göğüs ağrıları, öksürme, uykusuzluk, kısacası astımdır. Verem sondur”. Daha fazla bilgi için, bkz: Engels, Friedrich, 2013 [1884], İngilitere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

15. Bu dönemde hijyen ve mimari mekân ilişkisine dikkat çeken yayınlardan bazıları: Hatfield, Marcus Patten, 2013 [1887], The Physiology and Hygiene of the house in Which We Live in, HardPress Publishing, London. Sarason, David, 1913, Das Freilufthaus: Ein neues Bausystem für Krankenanstaltenund Wohngebäude, Verlag, Münih.

16. Bu dönemde hijyen ve mimari mekân ilişkisine dikkat çeken yayınlardan bazıları: Hatfield, Marcus Patten, 2013 [1887], The Physiology and Hygiene of the house in Which We Live in, HardPress Publishing, London. Sarason, David, 1913, Das Freilufthaus: Ein neues Bausystem für Krankenanstaltenund Wohngebäude, Verlag, Münih.

17. Ernst Neufert’in 1936’da ilk basımı yapılan Architect’s Data (Mimarın Verileri) isimli kitabı ideal durumlar üzerinden geliştirilen bu standartlaşmanın bir uzantısı olarak görülebilir. Daha sonraları ırksal, kültürel ya da cinsiyete ilişkin ayrımları göz ardı ettiği için büyük eleştiriler alsa da; bu kitapta yer alan antropometrik veriler, işlevsel mekân için olduğu kadar hak sağlığı açısından da önem taşımaktadır. Bu anlamda, Raiman Jones’un COVID-19 salgını sırasında sosyal mesafeye ilişkin hazırladığı ve espirili çizimlerle sunduğu “Designer’s guide to COVID-19 Physical Distancing” başlıklı çalışması dikkat çekicidir. Jones’un COVID-19 kapsamında ürettiği çizimler için, bkz: https://architecturenow.co.nz/articles/designers-guide-to-covid-19-physical-distancing/

18. Fransız şair Guillaume Apollinare hastalanmış fakir işçilerin sanatoryumlardaki iyi bakım koşullarına atıfla ‘hastalık fakirlerin tatilidir’ der. Vittorio de Sica1973 tarihli Kısa Bir Tatil filmi Appolinare’nin bu sözünün etkisiyle hayata geçer. Benzer bir yaklaşım çok daha önce Thomas Mann’ın 1924 tarihli Büyülü Dağ adlı kitabında da görülür. Kitap tüberküloz hastalığına yakalanan kişilerin, o zamanın tabiriyle ‘lekeli insanların’, gönderildiği bir sanatoryumda geçer ve hastaların bu mekâna gelişi ve buradaki iyi koşulların etkisiyle evlerine bir daha dönmek istemeyişlerini konu eder. Mann, Thomas, 2016 [1924], Büyülü Dağ, Can Yayınları, İstanbul.

19. Canan, Fatih; Kürüm Varolgüneş, Fatma, 2017, “Mimarlığı Güneşle Buluşturmak”, Yapı, sayı:430, ss.48-52.

20. Hermann Brehmer’in 1868 tarihli Görbersdorf Sanatoryumu Avrupa’da yapılan ilk sanatoryum örneklerinden biridir. İlk başlarda deniz kıyısında ya da dağ eteklerine inşa edilen ve dönemin konaklama/otel mimarisini kopyalayan sanatoryumlar zamanla yüksek yerlere taşınmış ve tüberküloz hastalığına ilişkin elde edilen bulgularla kendine özgün bir mekân tipolojisini ve mimari dili ortaya çıkarmıştır. Bu dilin oluşmasındaki en önemli etkenlerden biri Auguste Rollier ve Henry Gauvain’ın Helyoterapi yaklaşımı olmuştur. Güneşlenmenin mikroplar üzerindeki öldürücü etkisinin fark edilmesiyle beraber şezlonglu dinlenme alanları olan geniş verandalar, balkonlar ve solaryum denilen teras alanları sanatoryum mimarisinin temel özellikleri haline gelmiştir. Otto Wagner tarafından Viyana’da 1908-1913 yılları arasında tasarlanan Lupus Sanatoryumu, Joseph Hoffmann’ın aynı şehirde 1904-1905 yılları arasında tasarladığı Purkersdorf Sanatoryumu, Jann Duiker ve Bernard Bijvoet’in Hollanda’da Hilversum bölgesinde 1928-1931 yılları arasında tasarladıkları Zonnestraal Sanatoryumu, Rudolf Gabarel’in Davos’ta 1932 yılında tasarladığı Clavadel Kliniği ve Alvar Alato’nun 1929-1933 yılları arasında Finlandiya’da Paimio’da tasarladığı Paimio Sanatoryumu, bu dönemde sanatoryum mimarisinde en öne çıkan örneklerdir. Özellikle Aalto’nun Paimio Sanatoryumu sadece mimarisiyle değil aynı zaman da iç mekânları ve bu alanlarda kapı kollarından, sürgülü kapılara, lavabolardan radyatörlere, mobilyalardan aydınlatma elemanlarına kadar özel olarak tasarlanmış iç mekân birleşenleriyle de öne çıkmaktadır. Sanatoryumların tarihiyle ilgili daha fazla bilgi için: Dave, Lüthi, 2005, The Influence Good Air on Architecture: A Formal Cure?, Journal of Alpie Research, sayı: 93.1, ss.53-60. Türkiye’de de Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte tüberküloz hastalığıyla mücadelede ciddi kazanımlar elde edilir. Dönemin sağlık bakanı Dr. Refik Saydam’ın girişimiyle 1923 yılında ilk dispanser açılır. 1924 yılında Heybeliada’da 50 yataklı bir sanatoryum inşa edilir. Aynı yıllarda, Hayparpaşa ve İzmir’deki bulaşıcı hastalıklar hastanelerinde tüberküloz hastaları için ayrı yataklı üniteler düzenlenir. İstanbul’da 1931 yılında Erenköy Sanatoryumu ve 1936 yılında Yakacık Sanatoryumu açılır. Türkiye’de Sanatoryumların tarihiyle ilgili, bkz: Tuğluoğlu, Fatih, 2008, “Cumhuriyetin İlk Döneminde Verem Mücadelesi ve Propaganda Faaliyetleri”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, sayı:11-14.

21. Le Corbusier 1935 tarihli The Radiant City kitabında romatizma ve tüberküloz gibi hastalıklar yayan doğal zemini, “insanın düşmanı” olarak görür ve bu yüzeyle en az teması savunur.

22. Beatriz Colomina, Susan Sontag’ın 1978 tarihli Illness as a Metaphor kitabının etkisiyle yazdığı 2019 tarihli X-Ray Architecture kitabı modern mimarlığın büyük cam cepheleriyle tüberküloz tedavisinde kullanılan röntgen arasında bir analoji kurar ve röntgen filminin iskeleti göstermesi gibi bu cam cephelerin de binanın iskeletini gösterdiğini söyler.

23. Le Corbusier, 1985 [1931], Towards a New Architecture, Dover, New York, s.277.

24. Günümüzün toplumsal olayları bile ne yazık ki kamusal alanda bir birliktelik ve temas üzerinden değil, kendi konfor alanını terk etmeden evindeki ışığı yanıp söndürerek ya da elini çok az dışarıya çıkarıp tencere tava çalarak gerçekleşiyor. Benzer protestolar ya da toplumsal tepkiler COVID-19 sürecinde doktorlara destek amacıyla da uygulandı.

25. Colomina’nın belirttiği gibi çağımızın ‘akıllı’ evleri sürekli veri toplayan ve bu veriyi gerçek zamanlı bir şekilde işleyen mekânlara dönüşmektedir. Colomina bunun sadece buzdolabımın bana sütümün bittiğini haber vermesi değil, aynı zamanda tuvaletimin idrarımı analiz ederek şeker hastalığı riski taşıyıp taşımadığım konusunda beni bilgilendirdiğini de vurgulamaktadır. Günümüzün çevrim içi evleri her yaptığım hareketi takip eden ve onu gerçek zamanlı düzelten/yöneten (did you mean?) bir sisteme dönüşmüş durumda.

26. Bireyin fikrinin ötesine geçme ve ben-ötesi (trans-individual) bir bakış yaratma düşüncesi Hanzi Freinacht’ın The Listening Society: A Metamodern Guide to Politics kitabının temel unuslarındandır. Freinact’a göre modern ve post-modern toplumlardan farklı olarak günümüzün dijital, post-endüstriyel dönemini Metamodern bir toplumdur ve bu toplumda her şey birbirine bağlı ve birlikte evrilmektedir. Freinacht’ın kitabı ve Metamodern kavramı ile ilgili daha fazla bilgi için, bkz: https://metamoderna.org/metamodernism/

 

 

 

Bu icerik 5525 defa görüntülenmiştir.