346
MART-NİSAN 2009
 
MİMARLIK’tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ANMA

Yönetimin Kalitesi Kentlerin Yaşanabilirliğinde Gizli

DOSYA:

MİMARLIK MÜZESİNE DOĞRU
İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY
TÜRKÇE ÖZET
YAYINLAR



KÜNYE
CUMHURİYET DÖNEMİ MİMARLIĞI

Merkez-Taşra İkilemindeki Anadolu Kentlerinde Kimlik Arayışı ve Cumhuriyet Dönemi Mimarlık Mirası

 

Emel Kayın

Yrd. Doç. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü

Erken Cumhuriyet döneminde modern bir gelişme çizgisini benimseyen Anadolu kentlerinin 1950 sonrasında yeniden taşralaşma sürecine girdiğini öne süren Kayın, Cumhuriyet mirası gündeminin taşra-kentler için yeni bir başlangıcı tetikleyebileceğini savunuyor.


Osmanlı döneminde, idari etkinlikler, ticari ilişkiler, kozmopolit sosyal örüntüler, dış etkileşimleri alabilme potansiyeli gibi özellikler dolayısıyla öne çıkan merkez kentlere göre taşrada kalan Anadolu kentleri, Cumhuriyet döneminde yeni bir gelişme çizgisine kavuşmuştur. Kalkınmayı Anadolu’dan başlatmak isteyen ve Osmanlı döneminin egemen merkezlerindeki karmaşık yapılar içinde silinmektense, ideolojisini mekânsal ve yaşamsal olarak belirgin kılabileceği yerleşimlere odaklanan Cumhuriyet, başta Ankara olmak üzere Balıkesir, Ödemiş, Nazilli, Eskişehir, Kayseri, Aydın gibi küçüklü, büyüklü merkezlere yönelmiştir. Çoğu stratejik noktalarda konumlanmalarına rağmen, Osmanlı döneminde kentler için öngörülen belirgin rol tarifleri dolayısıyla, merkez karşısında bir taşra ruhu edinen bu kentler, Cumhuriyetle birlikte kimliklerini bütünlüklü bir çizgide yeniden kurma deneyimini yaşamaya başlamıştır.
 
Cumhuriyet’in Anadolu kentlerindeki en önemli etkinliği, taşrayı yaşantı ve mekânıyla taşra olmaktan çıkarma yönünde bir gelişme rüzgârını yaratmaya çalışmış olmasıdır. Bu dinamik 1950 ve 1980 gibi dönemeçlerde aşınmış, Cumhuriyet kenti olma ideali yıpranırken, yerine yeni bir ideal tesis edilemediği için kentlerde taşra kimliğine doğru bir geri dönüş başlamıştır. Sözü edilen olguya, merkeze verilen ya da çevreden alınan göçlerin yarattığı travmalar eklenince, Cumhuriyetin yeniden biçimlendirmeyi denediği Anadolu kentleri, bir kimlik sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu makale, merkez-taşra ikilemindeki Anadolu kentlerinin Cumhuriyet dönemindeki kimlik arayışı meselesini, gündemdeki Cumhuriyet dönemi mimarlık mirası olgusu ile ilişkilendirerek tartışmayı deneyecektir.
 
 
TAŞRA KAVRAMI VE TAŞRA-KENT OLMAK
 
Kentin boyutlarından çok, içeriğine ait bir kapsamda tartışılması gereken “taşra” kavramı, merkezden belirlenen öngörülerle yolunu çizen, gelişmelerde etkin olmayan, içe dönük, yaşantının tekrarlarla biçimlendiği, kalıpların kırılamadığı, mekânın tekdüze yapı taşıdığı bir yere karşılık gelmektedir. Erdoğan, taşrada olmanın biraz da dışarıda olmak anlamına geldiğini, dışarıda olmanın ise sıkıntılı olduğunu belirtirken, “Taşra, havuzlu bir Belediye Parkı kadar bir yalnızlıktan çoğalmaya açılan kapıdır.” ifadesiyle, bu kentlerdeki ötelenmişlik duygusunu, sosyal yaşantının en önemli yerlerinden biri olan tipik park mekânıyla eşleştirir. Taşranın merkeze karşı kendisini sürekli konumlandırması ve merkeze sürekli içerlemesi durumuna da değinen Erdoğan, taşranın hem merkezden uzakta olduğuna, hem de merkezdeki her şeyin oradan uzakta olduğuna dikkat çeker.[1] Bulut ise, taşrayı anlatırken “ölümcül bir kimlik olarak taşra” nitelemesine başvurarak, yaratıcılığı ve gelişmeyi önemseyenler için sınırlayıcı örüntülerin ölümcül olabileceğine vurgu yapar. [2]
 
Taşra merkeze karşı eğer sürekli bir içerleme ve kendisini konumlandırma durumundaysa, her kentin kendisinden daha güçlü bir merkez karşısında bir taşra duygusu ve sorgusunun olabileceğini söylemek mümkündür. Yine de bazı modellerde bu konum daha belirgindir. Osmanlı döneminde merkezin kuvvetli yapısı karşısında, belki de İzmir, Selanik gibi kozmopolit liman kentlerinin dışında, hemen her kent belirli oranda bir taşra ruhu taşımış olmalıdır. İstanbul’un katı kurallarla belirlediği sosyo-ekonomik, idari normlarla hareket edilen ve üretimin başkente yönlendirildiği modeller dahilinde yaşayan kentlerin ne kadar gelişseler de bir kısıtlanmışlık duygusunu yaşamaları doğaldır. Burada önemli olan, merkezin tepede ve buyurgan, taşranın ise itaatkar olma zorunluluğudur. Yönetimsel hiyerarşinin ağırlığı, kentleri yeni arayışlardan uzaklaştıran, sınırlayan, dolayısıyla da taşralaştıran bir içerik taşımıştır.
 
TAŞRA OLMAYA KARŞI BİR TAVIR: CUMHURİYET KENTİ İDEALİ
 
Cumhuriyet dönemi merkez-taşra ilişkilerini yeni bir mecraya savurmuş; Anadolu’yu ve Anadolu kentlerini güçlü bir kavrayışla gündeme taşımıştır. Geçmişin tepedeki buyurgan İstanbul ile itaatkar taşra kentlerinin buruk ilişkisine karşın, Ankara sözkonusu olduğunda başkente coşkulu bir benzeme isteği ve kavuşma arzusu sözkonusu olmuştur. Merkez-taşra ilişkisinde Cumhuriyet döneminde gerçekleşen değişimin özü asıl buraya odaklanmaktadır. Cumhuriyet kentleri, demiryolları ile Ankara’ya kavuşmak gibi, yaşam biçimleri ve mekânlarıyla da Ankara ile ortak bir çizgide ilerlemeyi hedef almıştır. Dolayısıyla hiyerarşik bir merkez-taşra ilişkisi yerine, Cumhuriyet coşkusu içerisinde yaşanan gönüllü bir bütünleşme arzusu sözkonusudur. Bu ideal gerçek anlamda hayat bulabildiğinde, mekânsal ve yaşamsal anlamda bir taşranın da artık kalmayacağı varsayılmıştır.
 
Cumhuriyet ideolojisinin kendi mekânını kurmak yönündeki tavrı, birkaç temel izlek üzerinden açıklanmaktadır. Tekeli, Cumhuriyetin ülkeyi bir ulus-devlet mekânına dönüştürmek ve kentleri modernitenin yeri haline getirmek için mekânsal düzenleme stratejilerine önem verdiğini ve üç temel strateji izlediğini belirtir. Bunlardan birincisi, ulusalcı bir çağdaşlaşma örneğinin kozmopolitleşmiş İstanbul’da gerçekleşemeyeceği düşünüldüğünden, bu ideali yaratmak için Ankara’nın başkent ilan edilmesidir. İkinci strateji, kentlerin Ankara merkezli bir demiryolu şebekesiyle bağlanmasıdır. Üçüncüsü ise, devletçilik politikası sonucu uygulanmaya başlayan sanayi planlarında öngörülen fabrika yerlerinin demiryolu güzergahındaki küçük Anadolu kentleri olarak seçilmesidir.[3] Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadolu kentlerinde yaşanan mahrumiyet anlatılırken “Daha kötüsü bölgeler, yakın şehirler bile birbirine bağlı değil; her yer daracık bir çerçevede kapalı.” ifadelerine başvurulması, dışarıya açılma ve bütünleşme yönündeki ihtiyacı gözler önüne sermektedir.[4] Yeni ideolojinin öngördüğü stratejilerin belirli bir oranda başarıyla hayata geçtiği ve odaklanılan Anadolu kentlerinde başlayan yaşamsal-mekânsal dönüşümün çevreleri açısından da metafor teşkil ettiği söylenebilir.
 
Çoğu Anadolu kentinin savaş sırasında yangın geçirmiş olması yeniden yapılanma için bir zorluk yaratsa da, ortaya çıkan boşluklar ya da yıkılan merkezler, Cumhuriyetin mekânının kurulması için bir olanak da sağlamıştır. Başta Ankara olmak üzere yeni planlama öngörüleri modernist yaklaşımlar üzerine kurulmuş, dik açılı caddeler, bulvarlar ve onların kesişme noktalarındaki meydanlar ile yeni merkezler, kentleri farklı bir görünüme kavuşturmuştur. Rasyonel biçimde kurgulanan ve Hükümet Konağı-Tören Meydanı-Atatürk anıtı ile belirginleşen yeni kent merkezi, banka, otel gibi çağdaş gelişmeleri temsil eden yapılarla zenginleşirken, bu kurgu Anadolu kentlerinde Ankara ile özdeşleşmenin mekânsal ve duygusal temsili olarak algılanmıştır. İstasyon mekânının kent içine uzanan İstasyon Caddesi ve İstasyon Lokantası gibi yüksek statülü kamusal mekânlar aracılığıyla yaşantının içine nüfuz etmesi durumu da benzer bir çerçevede değerlendirilebilir.
 
Bir kenti taşra kimliğinden kurtarmanın en gerçekçi yolu, sosyal yaşantıyı ve bunun içinde geçeceği mekânları düzenlemek olduğundan, Cumhuriyet, kamusal mekânı yeniden yapılandırmak için ciddi bir strateji izlemiştir. Yeni kent meydanları ve parkların yanısıra, halkevleri ile sanayi yerleşkeleri de, halkın Cumhuriyet ideolojisini benimseyebileceği ve yeni yaşam biçimini öğrenebileceği eğitim alanları olarak düşünülmüştür. Arıtan, Cumhuriyetin kamusal mekân modellerinin rasyonel, seküler, kolektif ve devlet merkezli bir modernleşme anlayışını yaşama geçirdiğini ifade ederken; sekülerleşme kapsamında kadınların sosyal yaşama katılımına, kolektivizm kapsamında eşitlik-dayanışma ilkeleri temelinde sosyalist ideolojiye referans verme olgusuna ve burjuva-işçi sınıflarının oluşma ihtiyacı kapsamında da yönetimin devletçi, elitist, toplumsal sorumluluk duygusu kuvvetli bir rol üstlenmesine vurgu yapar.[5] Bu dönemde devlet, sürekli yatırımlar yapan ve başkentte varedilmeye çalışılan olanakları diğer kentlere de yaymaya çalışan koruyucu bir görünümdedir. 1930’lı yıllarda ülkede, 4 vali konağı, 45 öğretim kuruluşu, 3 spor tesisi, 16 hastane, 14 hükümet konağı, 5 halkevi, tutuklu evleri, tarımsal işletmelerin inşa edildiği ve Birinci Beş Yıllık Plan kapsamında, dokuma, maden, selüloz, kimya, maden, seramik gibi dallarda 20 kadar fabrika yapılmasının öngörüldüğü bildirilmektedir.[6] Devlet sosyo-ekonomik yapıyı geliştirmeye ve farklı sınıflar arasındaki eğitimsel farkı azaltmaya çalışırken, farklı kentler arasındaki merkez-taşra hiyerarşisini idari anlamda değilse bile, yaşamsal anlamda çözmeye çalışmıştır.
 
Cumhuriyet döneminde inşa edilen çoğu yapı belirli bir işlevi karşılamanın ötesinde, yeni bir ideoloji ve yaşam biçimini yerleştirme yönünde üstlendikleri temsiller yüzünden önemlidir. Ankara Gençlik Parkı ya da İzmir Kültürpark gibi düzenlemelerde mekânın sosyal yaşantıdaki eğitimsel boyutu, müze, gazino vb. yapılar aracılığıyla ortaya çıkarken, daha küçük kentlerde merkezde konumlanan çay bahçesi, pastane, park gibi birimlerle sağlanan bir kamusallaşma sözkonusudur. Kütüphane, konferans salonu, sinema, misafirhane gibi kullanımlarla oluşan halkevleri de sosyal odaklar arasında yer alır. Sanayi yerleşkeleri ise, çalışma mekânlarının dışındaki kültürel birimleri ya da yüzme havuzu, tenis kortu gibi olanaklarıyla, eğitim ve eğlenmeyi de içeren bir yaşam deneyimini işçi sınıfının hayatına katar. Tüm bu çözümler, kentlilerin birbiriyle karşılaştıkları, kadın-erkek birlikte yaşadıkları, konuştukları, ürettikleri, öğrendikleri, eğlendikleri, yenilikleri keşfettikleri bir yaşantı formunu önererek içe kapanmanın her anlamda karşısına çıkmakta ve taşralaşmayı yenmeye çalışmaktadır. Üstelik taşralaşmayı yenmek yalnızca çevre kentlerin değil, başkentin de temel bir problemidir. Pastane ve kafe kültürünü geliştirmek, danslı balolar, yabancı müzisyenlerin katıldığı konserler, kayak yarışları, haftasonu piknikleri düzenlemek, doğa ile içiçe yemek yenen nezih gazinolar tesis etmek, başkentte yeni bir yaşam biçimini geliştirme çabaları içinde yer alan eylemler olmuştur.[7] Ülkenin farklı kentleri, yeni binalar gibi yeni yaşam öngörülerine de olabildiğince uyum sağlamaya çalışmıştır.
 
Mimarlık dilinin de, ülke kapsamındaki bütünleşmeyi sağlamak için bir araç olarak kullanıldığı söylenebilir. Selçuklu-Osmanlı anıtsal mimarisine yaslanan Birinci Ulusal Mimarlık Akımı aracılığıyla, özellikle kamu yapılarında başkentten Anadolu kentlerine uzanan ortak bir kimlik kurulmaya çalışılmıştır. Ankara’daki kamu binalarına benzer bir Hükümet Konağı’na ya da Ankara Palas’a benzer bir otele sahip olmak, birçok kent için önemli bir ideali aynı zamanda da bütüne dair bir aidiyet duygusunu oluşturmuştur. 1930’lardan sonra çoğalan ve konut ya da çeşitli kamusal yapılar kapsamında biçimlenerek kentlerin statü simgelerini oluşturan modernist yapılar da, mekândaki gelenekten yeni bir ufka açılmayı önererek kapalılaşmanın karşısında duran bir gelişmeyi yaratmıştır.
 
KENTLERDE YENİ TAŞRALAŞMA VE CUMHURİYET DÖNEMİ MİMARLIK MİRASI GÜNDEMİ
 
Cumhuriyet döneminin mekânsal ve yaşamsal yönelimlerini belirleyen ilkelerin ciddi bir kırılmaya uğradığı 1950 sonrasında, taşralaşma farklı görüntüler altında yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır. Bilgin, 1950 sonrası modernleşmesinin hem bulanık bir kadim gelenekten, hem de daha gerçek olan modernleşme geleneğinden kopuş olduğunu öne sürerek, devlet ve elit elindeki bir süreçten küçük üretim reflekslerinin egemen kılındığı bir sürece savrulunduğuna, bu süreçte de konutun baskın bir imar unsuru haline geldiğine işaret eder.[8] Bu dönemde hızlı kentleşme teşvik edilirken, köyden kente göç olgusu ortaya çıkmış; gecekondu gibi plansız yaşam alanları ile planlı yaşam alanları arasındaki belirgin farklılık, her iki kesimin paylaşımlarını ya da temas durumunu sorunlu hale getirmiştir. Erken Cumhuriyet dönemi stratejilerinin eylemsel gücünün azaldığı bu evrede, göçle gelenlerin katılımıyla sarsılan kentler, modernleşme ya da taşrayı yenme serüvenlerinde yeni bir dönüm noktasına gelmiştir. Merkezle benzer mekânsal, kültürel deneyimleri yaşamış ve Cumhuriyet ideolojisine inanmış bir kentli grubunun sağlam bir stratejiye dayanmadan hareket eden yeni kentlilerle yaşayacağı deneyim belirsizlikler içerirken, kentlerdeki çoğu gelişme denetlenememiştir. Konut ihtiyacının karşılanması gereği, 1960’ların ortasından sonra dokularda yükselmeyi getirmiş, erken Cumhuriyet döneminin insan ölçeğindeki kent örüntüleri ortadan kalkmaya başlamıştır. 1970’lerden sonra hızlanan ve 1980 sonrası belirginleşen süreçte, kentlerde yığınak olarak şekillenen bir yapılaşma ortaya çıkmış ve kamusal mekân sürekli ötelenmiştir. Ülke kapsamındaki sonuç, birbirinin aynı, kocaman taşra-kentlerin ortaya çıkmasıdır.
 
Sözü edilen süreçte, Cumhuriyet’in modern kılmak istediği Anadolu kentlerine ilişkin politikalar unutulmuş, ülkeyi geliştireceği varsayılan metropoller ile turistik kentler, kıyı kentleri vb. yerleşimler üzerine yoğunlaşılmıştır. Küçük ölçekli Anadolu kentleri kısmen göç vererek, kısmen de göç alarak yıpranırken, arkalarındaki güçlü merkez desteği çekilince, kendi yollarını yaygın kent ve mimarlık modellerinin kötü taklitlerini üreterek bulmaya çalışmıştır. Gitmeler, gelmeler ve çözünmeler arasında geliştirici bir yol aranırken de, niteliksiz büyümeler ortaya çıkmıştır. Yanlış biçimde gelişmenin bir yansıması olarak değerlendirilen büyüme olgusu ülke politikalarıyla kutsanmış, yaşantıdan çok yapı sayısı, büyüklüğü vb. fiziksel parametreler üzerine odaklanılmıştır. Küçüklü büyüklü birçok Anadolu kentinde dolaşırken, mekânda apaynı apartmanların dışında bir yapı olmadığı ya da ev dışı bir yaşantı olmadığı sanısı ile birlikte karşımıza çıkan taşra hüznü, yalnızlığı, sıkıntısı, boğuculuğu gibi duygular, erken sapmış sorunlu bir gelişme serüveninin sonucudur. Erken Cumhuriyet dönemi kamusal mekânlarının yıpranmış olsalar da kullanımlarını sürdürdüğü kent örneklerinde, gelişme yönünün saptığı noktaya ilişkin kavrayış daha da çarpıcıdır.
 
Tüm bu anlatılan gelişme çizgisi içinde, günümüzün mekân meselesindeki en önemli sorunlardan birinin, erken Cumhuriyet dönemi ruhu ile modern bir atılıma geçen birçok kentin yeniden taşralaşması olduğunu söylemek hiç de uç bir saptama olmayacaktır. Taşralaşma, sadece mekâna dair değil, yaşantıya dair bir yıpranma biçiminde de gelişmekte; üstelik kentlerin denetlenemeyen yapı yığınakları biçiminde büyümeleri, yaşadıkları taşralaşmayı perdelemektedir. Geçmişi, bugünü ve geleceği içeren yeni bir mekân yaklaşımı, dolayısıyla da yaşantı üzerine yeni-çağdaş bir tavır kuramamak, kentler için sürekli bir açmazdır. Erdoğan, taşraya yüklenen anlamlardan birinin, geçmiş duygusunun hâlâ canlı olması ve otantik duygulanıma açık mekânsal özelliklerin sürmesi olduğunu vurgular. Ancak taşra, nostaljik özlemlerin giderildiği bir mekân olma özelliğini tecimsel kaygılara teslim ederek liberalleşirken muhafazakarlık artmış; 2000’li yılların taşrası 1940, 1950 ya da 1970’li yılların taşrası ile farklılaşmış; ama taşralılık bir dizi davranış kalıbı olarak hayatın içinde kalmıştır.[9] Muhafazakarlık arttıkça, talepleri çoğalan tüketim çağı kentlilerinin taşra-kentte yaşamaları giderek zorlaşmakta, nüfus yapısının içten dışa ya da dıştan içe değişmesi, mekânın çözülmesi ve kaotik gelişmelere sahne olması, niteliksiz ve uzun vadeli düşünülmeyen yapılaşmaların varlık bulması gibi gelişmeler ortaya çıkmaktadır.
 
Metropollere ya da büyük merkezlere yakın bir taşra kent olmak, bu merkezlerdeki gelişme hikayelerinin en azından görsel ya da duyumsal olarak içinde bulunmak anlamını taşımaktadır. Giyim-kuşam, sağlık, eğitim, rekreasyon vb. kapsamlarda yaşanan mal, eğitim ve hizmet alışverişi, yakındaki büyük, merkezî, özenilen bir model olarak taşra-kentin hayatına taşımaktadır. Bu da, özellikle genç nesil açısından sürekli bir gitme arzusu anlamına gelmektedir. Sözü edilen kırılgan noktada, kentsel mekânın ve yaşantının güncellenmesi her zamankinden daha önemlidir.
 
Cumhuriyet dönemi modern ideallerinin üzerinde yapılanmış Anadolu kentlerinde bir zamandır varlığı somutlaşan taşralaşma olgusuna karşı ivedi stratejiler geliştirilmesi gereklidir. Kentlerin kimliklerini ve kültürel birikimlerini keşfetmelerini sağlamak kadar, geleceğe karşı nitelikli bir mekânsal-yaşamsal tavır kurmalarına yönelik izlekler belirlemek de derin sorgulamalar gerektiren bir konudur. Geçmiş sözkonusu olduğunda bu kentlerde kültürel miras üzerinde önemli tahribatların gerçekleştiğini ve kimlik öğelerinin keşfedilip korunamadığını saptamak mümkündür. Koruma düşüncesi modern bir yaklaşım olduğundan dolayı, geçmiş nostaljisi içeren taşra tavrı bilinçli bir koruma hareketine karşılık gelememiş; kültürel miras, ithal nitelikli apartman, alışveriş merkezi vb. yapı formlarına yer açmak nedeniyle yıkılmış ya da ihmal edilmiştir. Üst bir kültürel birikim ve uzmanlık bilgisine gereksinen koruma alanı büyük merkezlerde bile sorunlarla karşılaşırken, taşrada bu kapsamda gerçek bir içselleştirmenin varolmasını beklemek elbette mümkün değildir. Kısıtlı koşullara sahip taşra kentlerde kültürel mirasın korunması ve vurgulanması, yeni bir gelişme süreci için başlangıç oluşturma potansiyelini barındırmakla birlikte, tahribat, reddetme ve ithal modeller dolayısıyla çoğu kere sınırlı ve sorunlu koruma uygulamaları ortaya çıkmaktadır. Günümüzde ülke çapında yoğunlaşan koruma tartışmaları, Tarihi Kentler Birliği gibi örnek teşkil eden uygulamalar, yükselen muhafazakarlık ve nostaljik yaklaşımlar, kültürel mirasın korunması gündemini taşraya getirmiş olsa da, uygulama ya da düşünce alanında biçimsel ve kaygan bir içerikten kurtulabilmek mümkün olamamıştır.
 
Taşra-kentlerde geçmişle ya da tarihle ilişkiler tanımlı çerçeveler üzerinden kurulurken, güncel koruma eylemi, daha çok, Osmanlı dönemi sokak dokuları ve anıtsal yapılarda gerçekleştirilen çoğu tartışmalı sağlıklaştırma uygulamalarıyla sınırlanmaktadır. Kentin seçilen bir tarihî sokağında cephelerin iyileştirilmesi, bir hanın kültür-alışveriş merkezine dönüştürülmesi ya da eleştirilen replika uygulamalarına odaklanan çalışmalar mekânda belirli bir hareket yaratsa da, koruma eylemi anlamlı-kapsamlı biçimde gelişemediği gibi, kentin geleceğini kurabilecek “modern” meselesi üzerine de çok az düşünülmektedir. Bugüne ulaşabilmiş çoğu Cumhuriyet dönemi yapısı ya da erken modern yapı, bir koruma bilinci dolayısıyla değil, kullanıldıkları için yaşamayı başarabilmişlerdir. Bu yapılar bitmiş bir döneme değilse de, bitmiş bir yüzyıla ait oldukları halde, tarih olgusuna dahil görülmemekte ve her an yokolma tehlikesini yaşamaktadır. Oysa Cumhuriyet dönemi ile gelen kentsel-mimari katkılar bu kentler için çok önemli bir gelişme atağını ve gelenekselden moderne geçiş sağlayan güçlü bir kırılma noktasını teşkil etmektedir. Günümüzde bu kentlerin en önemli sorunu, mekânı ve yaşantıyı modern kılma sürecinde ortaya çıkan yıpranma olduğuna göre, Cumhuriyet dönemi mimarlık birikimi üzerine düşünmeye ve çalışmaya başlamak, kentler için doğru bir başlangıcı oluşturabilecektir.
 
Cumhuriyet dönemi mirasının taşralaşan kentlerin merkezinde yoğunlaşması, hem yapılar hem de kentler için yeni bir başlangıç kurmakta avantaj sayılabilir. Hükümet Konağı gibi idari yapılar ya da banka, pasaj, park, çay bahçesi gibi kamusal işlevler üstlenen bina-mekânların kullanımının sürdüğü kent örüntülerinde, üzerinden henüz yüzyıl bile geçmemiş bir mekânsal-yaşamsal hikâyeyi hatırlatmak ve yeni-çağdaş bir strateji ile ilişkilendirebilmek daha kolay olacaktır. Sözü edilen kentlerde “taşralaşmadan kurtulmak” ya da “moderni yeniden keşfetmek” gibi söylemlerin arkasında geliştirilecek sağlıklaştırma çalışmaları merkezden çevreye yayılabileceği gibi, modern bir mimarlık ve yaşantı kaygısının da kentlerin gündemine yeniden taşınması mümkündür.
 
Merkez-taşra ikilemini neredeyse tüm Cumhuriyet dönemi boyunca aşmak için çaba gösteren Anadolu kentlerinin günümüzde içine düştükleri derin çelişkiye yönelik en iyi saptamalardan biri, Bandırma Cin Çukuru Kent Merkezi Proje Yarışması’nda birinci olan Kütükçüoğlu ve Yazgan tarafından ifade edilmektedir. Ticaret, konut, eğitim yapıları ile çevrelenen merkezdeki stadyum alanının canlandırılmasını konu eden projede, alana getirilecek yeni mimarlığın tayini için yapılacak kentsel analizin yaklaşımlarını belirten söylem, Cumhuriyet dönemi kentlerinin içine düştükleri açmazları ve olası çıkış yollarını da ortaya koymaktadır:
 
“Bandırma’ya ‘şimdi’nin armonisini arayan gözlerle bakmaktansa, onu suya düşen Cumhuriyet dönemi hayalleriyle, şimdilerde taşralaşmış eski Cumhuriyet kenti havasıyla, yeniden ana transport hattı üzerinde konumlanabilme ve yeni Cumhuriyet kenti olabilme umutlarıyla görmek daha anlamlıdır.”[10]
 
SONUÇ
 
Taşralaşma sürecini yaşayan ve kimlik sorunu içinde bulunan küçüklü, büyüklü Anadolu kentleri için, Cumhuriyet dönemi mirası eğer iyi değerlendirilebilirse, yeni mekânsal olanaklar ya da yaşam alanları yaratma olasılığının ötesinde, modernlik ruhunu canlandırma potansiyeli barındırması dolayısıyla da fırsat anlamını taşımaktadır. Sözü edilen kentlerin bir dönem sürekli gelişme idealiyle yapılandırılan modern kimlikleri, muhafazakarlık, eklektik yaklaşımlar, rant, popülarite vb. faktörlerin etkisiyle aşınmaktadır. Erken Cumhuriyet döneminin nitelikli modern yapıları, koruma ve yeniden işlevlendirme uygulamalarının da katkısıyla, sıkıcı hale gelen taşra mekânında yeni soluklar yaratabilecekler, üstelik geçmişin modern sosyal yaşantısına ilişkin hikâyeleri hatırlattıklarından farklı arayışları ivmelendirebileceklerdir. Sinemanın, çay bahçesinin, kübik konutun, erken Cumhuriyet dönemi taşrasında inşa edilme heyecanına tanık olan herkesin hatırlayabileceği üzere, geleneksel-modern ikilemini yaşayan kentlerin gelişiminde güçlü roller üstlenen bu yapıların, misyonlarını koruma kültürü içinde tekrar etmeleri mümkündür.
 
Cumhuriyet dönemi mimarlık mirası gündemi, taşranın yok edilmesi için yola çıkan Cumhuriyet dönemi modern kent idealinin, yeniden taşra ruhunun karşısına dikilmesi olanağını içinde barındırmaktadır. Taşralaşma sorunlarını yaşayan Anadolu kentlerinde Cumhuriyet dönemi mirasını koruma yönünde ciddi stratejiler geliştirilmeye başlanması, mekân ve yaşantıdaki kimlik bunalımı açısından bir çıkış noktasını oluşturabilecek, yeni ve nitelikli mimarlıklar-kentsel mekânlar için de esin kaynağı yaratabilecektir.
 
 
 
KAYNAKLAR
 
Arıtan, Özlem, 2008, “Modernleşme ve Cumhuriyet’in Kamusal Mekân Modelleri”, Mimarlık, sayı:342, ss.49-56.
 
Aslanoğlu, İnci, 2001, Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı 1923-1938, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, Ankara.
 
Aslanoğlu, İnci, 2001a, “1930-50 Yılları Ankarası’nın Eğlence Yaşamı İçinde Gazino Binaları”, Tarih İçinde Ankara II, Ed. Y.Yavuz, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları, Ankara.
 
Bilgin, İhsan, 1998, “Modernleşmenin ve Toplumsal Hareketliliğin Yörüngesinde Cumhuriyet’in İmarı”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Ed. O.Baydar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, ss.255-272.
 
Bulut, Özgün E. 2008, “Ölümcül Bir Kimlik Olarak Taşra”, Yasak Meyve, sayı:35, ss.62-64.
 
Erdoğan, Altay Ömer, 2008, “Şiir Taşrasını Sırtında Taşır”, Yasak Meyve, sayı:35, ss.53-55.
 
Kütükçüoğlu, Mehmet ve Kerem Yazgan, 2000, “Bandırma Kent Merkezi Projesi”, Mimarlıkta Yeni Arayışlar, Genç Türk Mimarları, Ed. H. Barutçu, Tepe Mimarlık Kültürü Merkezi, Ankara, ss.62-67.
 
Tekeli, İlhan, 1998, “Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Kentsel Gelişme ve Kent Planlaması”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Ed. O.Baydar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, ss.1-24.
 
 
 
NOTLAR





[1] Erdoğan, 2008, ss.53-54.
 


[2] Bulut, 2008, s.62.
 


[3] Tekeli, 1998, ss.4-5.
 


[4] Aslanoğlu, 2001, s.17.
 


[5] Arıtan, 2008, s.49.
 


[6] Aslanoğlu, 2001, s.48,76.
 


[7] Aslanoğlu, 2001a, ss.327-331.
 


[8] Bilgin, 1998, ss.263-264.
 


[9] Erdoğan, 2008, s.54.
 


[10] Kütükçüoğlu, Yazgan, 2000, s.62.

Bu icerik 8510 defa görüntülenmiştir.