410
KASIM-ARALIK 2019
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
ETKİNLİK

Yedinci Kıtada Antroposen’i Bulmak

Can Boyacıoğlu, Dr. Öğr. Üyesi, Gebze Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü

1987’den beri düzenlenen İstanbul Bienali’nin bu yılki başlığı Antroposen çağının küresel ısınmayla birlikte en gözle görünür sonuçlarından biri olan Pasifik Okyanusu’nun ortasındaki devasa atık yığınına referans veriyor. Yazar, Antroposen tartışmasının da önemli bir parçası olan “insan olmayanın da var olma hakkı”nı bienal işleri üzerinden değerlendiriyor.

 

Küratörlüğünü Nicolas Bourriaud’un yaptığı, Antroposen’i ana kavram olarak ele alan ve “Yedinci Kıta” sloganı ile oluşturulan İKSV 16. İstanbul Bienali, yaklaşık son on yılını bu kuramsal süreci ve özellikle mimarlık odaklı etkilerini araştıran benim için şimdiden önemli bir milat oldu. Kavramın tanımını yıllarca insanlara anlatmaya çalıştıktan sonra bir anda kavramın bu kadar popülerleşmesi ile baş başa kaldım ve ilk işim bu popülerleşmeyi anlamaya çalışmak haline geldi. Okuduğunuz metin bu yeni durumun bir analizi; ekolojik yıkım(1) tartışmasının coğrafyadan ödünç alınmış Antroposen terimi ile yeniden keşfedilmesi ve sosyoloji-felsefe ara düzleminde güncel başka terimleri de kapsayacak şekilde genişlemesi sonucu oluşan yeni ara yüzün popülerleşmesini ve bir anlamda çok uluslu sermayenin gündemine girecek kadar günlük hayatın içine yerleşmesini anlamlandırma çabası. Bu nedenle bienalin anlatısına uygun bir biçimde yazının başlığındaki “Yedinci Kıta” serginin kendisini ifade etmiyor. Öte yandan bienalin konusuna aykırı olacak olsa da dünyanın diğer ucundaki bir çöp bulamacını da ifade etmiyor, “Yedinci Kıta” bugün içerisinde bulunduğumuz o tekinsiz biyo-coğrafyaya metaforik bir gönderme, aslında “Yedinci Kıta” şu anda yaşadığımız yer, bitmek tükenmek bilmeyen bir çöp-uzam. Bu nedenle yazı da her gün yaşadığımız yerleri bienal üzerinden yeniden anla(t)mak üzerine ve her ne kadar anlatı süreci, sanat eserleri ve hatta sergi mekânları üzerinde gezinilebilir bir antroposenik uzam(2) oluştursa da anlatılmak istenen o uzamın içerisinde gezinirken oluşan ontik kaygı.

Bienali tartışmaya başlamadan önce önümüze koymamız gereken bir metin var. O da MIT Technology Review’ın baş editörü Gideon Lichfield’ın “Welcome to Climate Change” metni(3), pek çok bilim insanın yıllardır söylediği bir gerçeği belki de en popüler mecralardan biri aracılığıyla önümüze seriyor: İklim değişikliği artık etkilerini yok edemeyeceğimiz ancak görece azaltabileceğimiz bir gerçek ve bu gerçek her türlü varlıksallığımıza derinden etki edecek.(4) Artık açıkça belli ki o şaşalı gelecek senaryoları, beş şeritli yolların yapay zekalı lüks otomobillerle dolup taştığı, robotların üreteceği akışkan formlu binalarda insanların hijyenik hayatlar sürdüğü, varlığın bütün limitlerinden sıyrılmış post-materyal üretimlerin sanat-mimarlık kompleksine egemen olduğu bir dünya hiçbir zaman olmayacak bir fantezi-ütopya. Buna duyulan özlem ve istek ise aslında hiper-modern bir fetiş. Bienale gitmeden önce beklentim ilk olarak bu gerçeğin etrafında odaklanmış bir sergi, ikincisi ise biz bireylerin dünyayı bu hale getiren sistemin nasıl minyatür kopyalarına dönüştüğümüzü yüzümüze vuran işler görmekti. Bu noktada süreç içerisinde birçok düşünürün küresel sermaye odaklarına haklı olarak yüklenmesinin bireylerin sorumluluğunu azaltmadığını vurgulamak gerekir. Beklentim kapısından çıktığımızda canımızı gerçekten acıtmayı başarmış bir bienal görmekti. Oysaki bienalin direktörü Bige Örer’in bienalin podcast’inde(5) ipucu verdiği üzere benim karşılaştığım bienal “didaktik” bir bienal değildi. Gerçekçi olmak gerekirse, insan olmayana(6) yapılan zulme karşı o kadar duyarsızlaştık ki, bunları apaçık ortaya koyan sanat eserlerinin yanından güle oynaya geçebiliyoruz. Bu bienalde de aynen öyle oldu. Zaten bienalin mesajını bünyemize iletmekteki en önemli problemi de bu suya sabuna dokunmayan

kapitalizm ahlakını, “hayat tarzıma karışamazsın” ve “ne kadar petrol tükettiğime karışamazsın”ı aynı özgürlük tartışmasında eriten o garip ahlaki çıkarsamaları çoktan içselleştirmiş olmamız. Didaktik olmaktan kaçınan işler bu kapitalist ahlakımızı yapıbozuma uğratamıyor, çok kolay bir biçimde 100 yıl geride kalmış ahlaki çıkarsamalar ile bu işten en azından kendi zihinlerimizde sıyrılabiliyor ve kendimizi bir çırpıda sanık koltuğundan mağdur koltuğuna fırlatabiliyoruz. Sonsuz bir kaçış mekanizması ile kendi kendimizi kendimizin ötekisi haline getiriyoruz. Bienaldeki insanları sergilediğimiz bir bienal yapsaydık konusu kuşkusuz bu olurdu.

Bienalin temel sorunlarından birini anlamak için Büyükada’da Andrea Zittel’in “Personal Plots” işi iyi bir örnek. (Resim 2) 1965’de üretilmiş iş bir insanın sığabileceği büyüklükte hücreleri soyutlayacak şekilde tasarlanmış. “özel bir yatak odası veya bir mezar yeri” burası; ayrıca bu hücrelerin arasında kamusal alan olarak tanımlayabileceğimiz mekânlar bile mevcut. Hücrelerden birinin içine oturuyorum, kitabımı elime alıyorum, gayet güzel adalar manzarası ile baş başayım o anda. Dünün distopyalarının nasıl bugünün ütopyalarına dönüştüğüne hayret etmemek elde değil. Günümüz kentlerindeki sermaye odaklı geçicilik ve kentsel mekândaki hiçbir yerde olamama hissinin içerisinde bu özel yatak odaları / mezarlar artık distopya değil. Holosenik distopyalar, antroposenik ütopyalara dönüşmüş bile diyebiliriz.

Bir sonraki durağım ise Hale Tenger’in “Suret / Zuhur / Tezahür” isimli çalışması. Bu çalışma aslında bienalde sonrasında bolca karşılaşacağım post-insani Ezop masallarının ilk ayağını oluşturmaktaydı. Bizi bir anda acı çektirdiğimiz bir elma ağacıyla karşı karşıya bırakan çalışma, “yapmanın büyüsüne kapılmamızı” anlatıyordu. Antroposen dünyanın en önemli tartışmalarından birini gözler önüne seriyordu bu çalışma: Yapmanın büyüsüne kapılmadan (mimarlık) yapmak mümkün mü? Tenger’in hesap soran elma ağacının tam tersi ise Ursula Mayer’in “The fire of knowledge is burning all karma to ashes” işinde karşıma çıktı. (Resim 3) Trans Model Valentijn de Hingh’in canlandırdığı karakter tam da Antroposen ile birlikte etkenlikten edilgenliğe(7) dönüşmüş post-insanın ne yapacağını bilemez halini sergilemekte.(8) Bu anlamda sanatçının Antroposen’in “insan çağı” değil “insan etkisi çağı” olmasına ciddi bir göndermede bulunduğunu düşünüyorum. Bu miti yıkmak, Antroposen dünyayı anlamak için çok önemli. İnsan bu gezegeni kontrol edemiyor ve hatta ne olduğunu bile tam olarak anlayabildiğini söyleyemeyoruz. Antroposen bir bisiklete ustaca binmemizden çok, kocaman

popomuzla daha farkında bile olmadan bir vazoyu kırmamıza benzeyen bir süreç.(9) Bilim ancak vazo kırıldıktan sonra vazoyu nasıl kırdığımızı anlatabilme yetisine sahip. Fakat aynı şeyleri yaparsak evdeki bütün eşyaları kıracağımız da kaçınılmaz bir gerçek. Burada bir parantez açmak gerekirse “Antroposen” terimi yerine “kapitalosen” teriminin kullanılmasının kafa karıştırıcı olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar bugünkü ekolojik yıkım sürecinde sermaye odaklı sistemin ana unsur olduğu su götürmez bir gerçek olsa da, bu terimin; suçu bireylerden ve bugünkü hastalıklı yaşam şeklimizden uzaklaştırıp daha soyut olan ve herkesin hiç üzerine alınmadan eleştirebildiği bir kavrama odaklamasından korkuyorum.

Bu noktada her üç mekânda da karşılaşılan birçok bilimsel araştırmanın sanat kapsamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorusuna cevap vermek gerekirse, “gerçek sonrası”(10) tartışma düzlemi içerisinde bilimsel çalışmanın sanata hiç olmadığı kadar yaklaştığını gözlemlemek bienalin önemli bir artısıydı. Bugün yaşadığımız çağda insana bir hareket alanı açmak için gerçeği dolaysız bir biçimde betimlemek yetmiyor, bu gerçeğin toplumu oluşturan bireylerin duygusal dünyasında yer etmesi ve o değişikliğin “alternatif gerçekler”(11) ile yeniden bozulmasının engellenmesi de gerekiyor. Bu bilimin tek başına altından kalkabileceği bir iş değil ve aslında bu durum bizi yazının ilk bölümündeki probleme geri götürüyor. Bilimsel bilgi kapitalist ahlakımızı yapıbozuma uğratmak için sanatçının drama kabiliyetine ihtiyaç duymakta ve bugün sanatçı dur durak bilmeden bilimsel bilgiyi ürkütücü ve rahatsız edici (ve bir o kadar da gerçeği yansıtan) hikayelere dönüştürme sorumluluğuyla başbaşa.(12) Bourriaud sanatın bu yeni misyonunu bienal çerçevesinde kısmen de olsa yerine getiriyor. Bilimsel bilgi koleksiyonun her yerine serpiştirilmiş durumda fakat sanat işlerinden ayrı kutucukların içerisinde muhafaza ediliyor. Özellikle Resim ve Heykel Müzesi’nin mimari tasarımı gereği pek çok yerde işler birbirlerinden duvarlarla ayrılmış mekânlarda konumlandığı için, bütüncül bir anlatı yakalamak çok zorlaşıyor. Her işten sonra kendimizi boş (ama bir üst-mimari estetikle(!) tasarlanmış) koridorlarda bir sonraki işe doğru koştururken buluyoruz.

Bu 20. yüzyıl estetiğinden -yani geçen yüzyılından- bolca etkilendiği belli olan Resim ve Heykel Müzesi’nde yaşadığımız Antroposen döneme ait sanat işleri binanın ölçeği ve saf geometrik estetiği tarafından inanılmaz derecede eziliyorlar. Bina artık var olmayan bir bolluk medeniyetinden kalma estetik kaygılar ile şekilleniyorken sergilenen sanat işleri bu estetik hegemonyayı aşıp içerisinde bulunduğumuz ontik kıtlığı yüzümüze vurmayı başaramıyor. Öte yandan bu tekil başarısızlık binanın içerisinde bulunduğu Galataport projesi ile serginin eleştirdiği bakış açısı arasındaki benzerliği bir anda gözlerimizin önüne seriyor.(13) Serginin içerisinde bulunduğu Resim ve Heykel Müzesi, dünyanın diğer ucundan gelecek turistler için yapılan birçok uluslu sermaye projesinin sevimli olması planlanan yüzü. Tabii ki bir süreliğine konuk ettiği sanat işlerinin ekonomisinden farklı bir ekonomik sistemin parçası; modernitenin ütopyaları halen devam ediyor ama bu kez herkes için değil sadece şanslı bir azınlık için. Ütopyadan kovulmuşlar için ise bir yanda deniz seviyesinin altına inen istinat duvarlarının şaşalı -ve bol karbon emisyonlu- inşaatını izlerken, diğer yanda çaputlarla yapılmış sanat işlerine bakmanın ikircikliliği göz kamaştırıcı bir hal almakta.

Bu göz kamaştırıcı ikircikli durumu en iyi anlatan eserlerden biri Johannes Büttner’in “Başka bir yaşam olasılığı kendisini yanan bir polis arabasında doğrudan, arkadaşlarımın yüzlerinde ise dolaylı olarak ifade eder” isimli çalışması. Bu çalışmada betondan ve polis giysilerinden yapılmış ters dönmüş bedenler devamlı titriyorlar. 20. yüzyıldan kalma bu üretim ve yönetim biçimleri -ki birbirleri ile sıkı bir tarihsel ortaklık içindedirler- ne yapacaklarını bilemez haldedirler. Öte yandan geriye dönüp hatırlarsak Ursula Mayer’in post-insanı ne yapacağını çok da biliyor durumda olmasa da yapılabilecekler ile ilgili gücü ellerinde taşımaktaydı. Bu iki çalışma arasındaki ilişki ister istemez Zizek’in gıdıklanan öznesini(14) hatırlatıyor. Aslında pek de mükemmel olmayan Batılı özne artık gıdıklanmaktan yerinde duramamaktadır. Bu gıdıklanma bugün Brezilya’da Amazon ormanları yanarken Bolsonaro’nun açıklamalarından(15), Fukushima’nın nükleer serpintisinin Büyük Okyanus’un diğer ucuna

ulaşmasına kadar küreyi boydan boya kat etmektedir.(16)Bu titreyerek ayakta kalmaya çalışan öznenin kurtuluşu ise bu öznede açılan yaranın kendisidir. Öte yandan düşüş algısı ise kendi çarpık bakış açımızın bir sonucudur.(17) Daha başka yerinde duramayan özneleri de Ursula Mayer’in bir başka işi “Atom Spirit”de görürüz. Müziksiz dans eden ve arzulayan bedenler var olmak ile üretilmek arasında kalmış bir biçimde bir laboratuvar ortamı ve bir sahil arasında devamlı savrulurlar. Bu çalışmada doğamız ile çok uluslu kültürün bize dayattığı post-insani ideallerimizin arasında kalışımızı hissederiz. Buna ek olarak David Douard’ın “Altın ve Gülümseme” isimli işine eşlik eden video hızlı teslimat ile insan bedenini bir arada kullanarak ipucu bile vermeden post-insani bedenlerimizin nasıl siber metalara dönüştüğü gerçeği ile bizi başbaşa bırakır.

Son olarak Yedinci Kıta’daki gezinti Pera Müzesi’nde gerçek ile kurgu arasında gidip gelen antropo-hikayeler ile son bulur. İşlerin hemen hepsini alternatif dünya tasavvurları olarak gözlemlemek mümkün fakat bu arayışlar neredeyse her zaman distopikleşiyor. Bizim ise şu anda ütopyalara daha çok ihtiyacımız var çünkü distopyalardan kendimizi mağdur rolüne yerleştirerek kaçabiliyoruz, oysaki ütopyalar bize ne yapmamız gerektiğine dair ipuçları vermek ve bize içerisinden kaçamayacağımız sorumluluklar yüklemek konusunda çok daha başarılı olurlardı. Zizek(18), 2010 yılında Antroposen hakkında yazarken durumun kolektif deneyimizin çok dışında olmasının onu algılamamıza engel olduğunu belirtmişti. Bugün durumun değiştiğini söylemek mümkün. Sadece 10 yıl içerisinde antroposenik küresel süreç içerisinde yaşadığımız yeni çöp-uzamımız ve hatta bizden bir parça haline geldi bile. Bugün Antroposen çağının o tekinsiz atmosferini iliklerimizde hissedebiliyoruz. Latour(19) bu duruma “Yeni evrensellik, zeminin çökmekte olduğunu duyumsamaktır.” diyor. Bu da yazının başında tartışılan kavramın popülerleşmesinin nedenini açıklamakta; bugün zeminin çökmekte olduğuna itiraz edenler aslında zeminin çökmekte olduğunun en çok farkında olanlardan başkası değiller. Artık Antroposen’e kayıtsız kalmak mümkün değil, reddetmeye çalışıyor olsanız bile. Bu reddedişin sebebi ise ekolojik yıkım öncesi metafor veya gerçek bütün kapıları kapatıp birkaç yıl daha “huzurlu” hayatlar yaşamak üstüne kurgulanıyor. Bu noktada Latour’un antroposenik sürecimizi “kapılı yerleşkeye” benzetmesine(20) referansla iki potansiyel gelecek gözükmekte. Bunlarda ilki “kapılı bir gezegende” bazı kapılar üzerimize örtülürken bizim de bazı kapıları başkalarının üzerine örtmeye çalıştığımız bir gerçeklik. Bu herkes için zaman / mekân düzleminde ileriye de geriye de kımıldayamadığı bir noktada sıkışıp kalmak o noktanın tekinsizliğine teslim olmak demek. İkinci yol ise yedinci kıtadaki güncel ve tekinsiz duruşumuzu bağrımıza basarak üzerinde uzlaşacağımız yeni bir uzam yaratmak için onu bir yol haritası haline getirmek. Geri kalan her şeyi ise belki de hiç gelmeyecek bir geleceğe kadar ertelemek.

NOTLAR

1. Ekolojik yıkım sadece coğrafi ekosistemleri kapsamamakta; bir ekolojik varlık olarak insan bedenindeki yıkımdan, toplumsallığın çöküşüne kadar aslında sınırları epey bulanık bir durumu Antroposen teriminin Crutzen ve Stoermer tarafından 2000 yılında ilk kez kullanılmasından çok daha önce de tanımlamaktaydı.

2. Evet yaşadığımız bu yeni coğrafya bir uzam, kesinlikle bir mekân değil. Bütün o rastgeleliğiyle ve sonsuzluğuyla artık üzerinde yaşadığımız Antroposen bir topoğrafya var. En ünlü mimarların yapılarından en basit ve isimsiz apartman bloklarına kadar her şeyi aynı kaotik denizde yüzen parçalar olarak, hadi yazının bağlamına uygun olsun: bir “yedinci kıta” olarak görebiliriz.

3. Welcome to Climate Change” technologyreview.com/s/613350/welcome-to-climate-change/ [Erişim: 10.10.2019]

4. Bu konuda son dönemde yazılmış önemli bir kaynak için, bkz: Kurnaz, Levent, 2019, Son Buzul Erimeden, Doğan Kitap, İstanbul.

5. Bienalin paralelinde Nora Tataryan’ın hazırladığı ve bir dizi röportajdan oluşan podcasti dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Özellikle Öznur Karakaş ile yapılan röportaj Antroposen kuramı hakkında ana kavramları oturtmak için iyi bir referans oluşturuyor. Podcast.e Spotify uygulamasında arama yapılarak kolayca ulaşılabilir.

6. “Inhuman”, hem Bige Örer’in hem de Öznur Karakaş’ın vurguladığı, aynı zamanda bienaldeki işlerin de anlamsal olarak önemli bir kısmını oluşturduğunu düşündüğüm bir kavram. İnsan olmayanın var olma hakkı, Antroposen tartışmasının da önemli bir parçası. Bu noktada önemli bir gerçek de, bunun sadece entelektüel bir kaygı olmadığını aslında insan olmayanı yok sayan bir insan uygarlığının yok olmaya mahkum olduğunu artık açıkça görebiliyoruz.  

7. Antroposen kavramının insanın edilgenliğini ve kırılganlığını kabul edişi olması Zizek’in “Antroposen’e Hoşgeldiniz” metninde belirttiği bir başka yorumu. Bkz: Zizek, Slavoj, 2010, Ahir Zamanlarda Yaşarken, (çev.) Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul.

8. Post-insanımızın bir “gated community”nin üst katında yalnız başına bizim onun yanına gitmemizi beklemesi insani boyutları aşan (post-insani boyutlarda diyebilir miyiz?) korkunç yalnızlığımıza (bilinçli yapılıp yapılmadığını bilmediğim) mükemmel bir göndermeydi. Orada bizi beklerken Instagram’a mutluluk fotoları atıyor mudur acaba?

9. Kavram kargaşasını gidermek adına popüler kültürdeki Antroposen yazınları yerine bilimsel coğrafya metinlerini referans vermek gerekir. Castree’nin Antroposen üçlemesi önemli bir kaynak. Castree, Noel, 2014, “The Anthropocene and Geography I: The Back Story”, Geography Compass, cilt:8, sayı:7, ss.436-449.

10. Post-truth: Kavram kamuoyunun oluşmasında inanç ve duyguların gerçeklerden daha çok rol almasını tanımlamak için kullanılıyor. Oxford Sözlük tarafından 2016 yılının kelimesi seçilmesi ile çok popüler bir terim haline geldi. Washington Post’un konu ile ilgili haberi için: washingtonpost.com/news/the-fix/wp/2016/11/16/post-truth-named-2016-word-of-the-year-by-oxford-dictionaries/ [Erişim: 10.10.2019]

11. Alternative Facts: ABD Başkan danışmanı Kellyanne Conway’in dağarcığımıza kattığı söz öbeği. Politik çıkarlar uğruna bilinçli şekilde, ya da Zizek’in terimi ile “bildiğimizi bilmediğimiz bir şekilde” bir yalana inanmayı seçmek olarak düşünülebilir.

12. Bienalin küratörü Bourriaud, 2009 yılında yayınladığı Radikan isimli kitabında bu yapıbozum sorumluluğunun çoktan farkında olduğunun izlerini gösteriyor. Kitapta Bourriaud çağdaş sanatın dünya ile ilgili haberler vermek misyonunu sinemadan devraldığının altını çiziyor. Daha 2009 yılında bienallerdeki uzun video gösterimlerinin kavramsal altlığını oluşturmuş görünüyor.

13. Burada bir parantez açmakta fayda var, bilindiği üzere Emre Arolat Architecture’ın tasarladığı bu bina aslında Antrepo 5’in dönüştürülmesi ile oluşturulmuş bir sanat müzesi. Öte yandan proje alanı ve kamusal etkisi ile ilgili detaylı eleştiriler için Eda Sezgin’in e-Skop’daki, Korhan Gümüş’ün ise XXI dergisinde yayınlanan metnine başvurulabilir. Bknz: e-skop.com/skopbulten/istanbul-resim-heykel-muzesi-ve-kamusalligi-tasarlamak/4673 [Erişim: 10.10.2019], xxi.com.tr/i/acaba-size-antroposen-yerine-antreposen-diyebilir-miyim [Erişim: 10.10.2019]

14. Zizek, Slavoj, 1999, Gıdıklanan Özne: Politik Ontolojinin Yok Merkezi, (çev.) Şamil Can, Epos Yayınları, Ankara.

15. Bkz: John Lee Anderson’un The New Yorker’daki haberi URL:

newyorker.com/news/daily-comment/at-the-united-nations-jair-bolsonaro-presents-a-surreal-defense-of-his-amazon-policies

[Erişim: 12.10.2019]

16. Bkz: rememberfukushima.org/fallout-maps/

17. Zizek, 1999, s.89

18. Zizek, Slavoj, 2010, Antoposen’e Hoşgeldiniz, (çev.) Mehmet Budak, Metis Yayınları, ss.397- 428.

19. Latour, Bruno, 2017, Rota: Politikada Yönümüzü Nasıl Bulacağız, (çev.) Orçun Türkay, Kolektif Kitap, İstanbul, s.17.

20. Kapılı Yerleşke: Gated Community, Bkz: Latour, 2017, s.29.

Bu icerik 2624 defa görüntülenmiştir.