399
OCAK-ŞUBAT 2018
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK VE EĞİTİM KURULTAYI

Bir Kez Daha, Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın Ardından: “Sen Yoksan Bir Eksiğiz”

Güven Arif Sargın, Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

Mimarlık ve Eğitim Kurultaylarının dokuzuncusu “Türkiye Mimarlık ve Eğitim Politikaları” temasıyla Kasım ayında gerçekleşti. Mimarlık mesleği ve eğitimiyle ilgili güncel konuların tartışılması amacıyla düzenlenen Kurultayda, “Türkiye Mimarlık Eğitimi Politikası”nın oluşturulmasının önemine vurgu yapıldı. Kurultayla ilgili yer verdiğimiz ilk yazıda Kurultay başkanı Güven Arif Sargın, iki günün özetini yapıyor ve egemen mimarlık politikasına karşı harekete geçmek için katılımcı bir süreçle çalışmanın gerekli olduğunu söylüyor. Kurultaydaki değerli sunuşlardan sadece biri olan Johan De Walsche’ın metni ise mesleği uygulayanlarla akademisyenler arasındaki ayrılıklara dikkat çekiyor. “Araştırma” alanı üzerinden bu iki grup arasında ortaklıklar kurulabileceğini söyleyen metin, meslek topluluğunu güçlendirecek bir mekanizmanın temellerinin bu işbirliğinde olduğunu belirtiyor.

Bir Kez Daha,

Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın Ardından:

“Sen Yoksan Bir Eksiğiz”

Güven Arif Sargın

Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

İki yıl önce gerçekleştirilen Mimarlık ve Eğitim Kurultayı VIII’in ardından benzer bir değerlendirme yazısı kalem almış ve farklı ortamlarda paylaşmıştım. Geriye dönüp baktığımda, Sömürge/Teslimiyet veya Özgürleşme: Mimarlık Eğitiminde Farkındalık…” başlığı altında tartışmalara katkı sağlamak amacıyla ve biraz da kışkırtıcı bir dille ürettiğim bu kısa metnin, temelde dört önemli konu üzerine yoğunlaştığını anımsıyorum. Bunlara uzun uzadıya bir kez daha değinmeyeceğim; ancak, içinde bulunduğumuz ya da düşürüldüğümüz durumlara / koşullara iki yıllık bir süreç içinde yeniden bakabilmenin de gerekli olduğuna inanıyorum. Son kertede, Türkiye bağlamında yeni tahlillere geçmeden önce, sorunlarımızın nerede kümelendiğini görmek iyi olabilir.(1) Özetlemek gerekirse, ana-akım mimarlık pratiği, egemen mimarlık kültürü, bunları sürekli aklayan popüler medya ve söylemsel formasyonlar ve bu tür bir mimarlığa meşru bir zemin kazandıran araçlar etkin bir şekilde gündelik hayatımızı biçimlendirmeye devam ediyor. Burada, türdeşleşmiş ve fakat küresel bağlama da göbekten bağlı bir paradigmanın varlığından dem vuruyorum. Dolayısıyla, gittikçe birbirine benzeyen, beğenisinden kurumsal yapısına değin geniş bir yelpazede aynılaşan mimarlığımız, basmakalıp üretimi içselleştirerek ve buna bağıl normları da tesis ederek, mimarlık pratiklerimizde süregelen kimi temel sorunları yaygınlaştırmaktan öteye gidemiyor. Öte yandan, sıraladıklarımın salt Türkiye ortamına yönelik olmadığını belirtmeliyim: Tam tersine, küresel ölçekte baskın bir eğilimden bahsetmek olası ve bu durum gerçekte, kısa sürede çözümlenebilmesi çok zor, marazi bir hastalığa denk düşüyor. Özellikle son dönemde mimarlığın ne tür bir dönüşüm geçirdiği ve kapitalist üretim rejiminin kodları ile nasıl yapılandığının kısa tarihçesi, yüksek öğrenimin sorunlarını da yalın bir biçimde ifade ediyor, yapısal ve sistemik sorunlarla cebelleştiğimizin farkındayız. Düzenli olarak gerçekleştirilen MOBBİG (Mimarlık Okulları Bölüm Başkanları İletişim Grubu) toplantıları, örneğin, sayıları gittikçe artan, ancak bir o kadar da birbirine benzeyen okulların teşrik-i mesaisi durumunda; bir Babil Kulesi görünümünde olmasına karşın, her okulun neredeyse bir diğerine öykünerek kendisini ayna etkisiyle yapılandırmaya çalıştığı, bir tür türdeş okullar cemaati görünümüne doğru süratle evirilen bir kurumsallaşmadan bahsediyorum. Türdeşlik öylesine ileri safhada ki, her okulun nev’i şahsına münhasır olduğu varsayılan sözlerinin, iddialarının, müfredat ve yapılanmalarının, biricik olanı yansıtmaktan çok uzak bir görüntü çizdiği, çoğumuz için genel kabul gören bir değerlendirme.

Kapitalist rejim ve içtimai ilişkilerinin yeniden üretimi, yukarıda sıraladığım her iki sorunun da gerçek müsebbibi ve dolayısıyla ayrıntıda tartışılmayı hak ediyor.(2) Türkiye’nin de, neresinden bakarsanız bakın, yukarıda zikredilen “toprağın dönüşümüne bağlı bir iktisadi rejimin etkin bir öznesi” olduğunun altını çizmek isterim. Üstelik tam anlamıyla, kapitalizmin bırakın üçüncü evresini (post-endüstriyel kapitalizm) daha çok ilkel birikim modelini şiar edinen bir güdüyle hareket edildiğinin de farkındayız. Dolayısıyla Türkiye’nin, kapitalist rejime ve onun siyasasına, neredeyse “mal bulmuş mağribi” misali sarılması; kurumsal yapımızın, yukarıda zikredilen rejimin ideolojik vasıtalarıyla ustaca baskı altına alınmasını, adeta sömürgeleştirilmesini de beraberinde getirmekte. Özetle, kapitalizmin temel sorunları ve çelişkileriyle baş başayız; kısacası, sözü edilen temel meselenin iki yılda bir yinelenen Mimarlık ve Eğitim Kurultaylarının merkezine yerleşmesi, rastlantısal değil. Son olarak, bir diğer sorunsala ithafla girizgahımı tamamlamak isterim: Yüz yüze bırakıldığımız şey, aynı zamanda ahlâki bir açmaz. Kapitalist rejimin doğurduğu “dengesiz” ve “adaletsiz” gelişim modeli, pazar ilişkilerinin içtimai hayatımızı güdüleyen ideolojisi ve biz meslek insanlarını ilgilendiren biçimiyle egemen mimarlık politikası ve kültürü, salt meslek etiğinin ötesinde ahlâki meseleleri de tartışmamızı zorunlu kılıyor; ya yeniden üretir buluyoruz kendimizi ya da bu tür bir siyasete kayıtsız kalmayan kurum ve mimar özneler sıfatıyla, değersiz addedilerek sistemin dışına ustalıkla iteleniyoruz.

Özetle, hepimiz tehlikenin ayırdındayız; ancak tehlikeyi görebilmek yeterli değil ve ortak kaygıyla hareket eden kurum ve bireylerin örgütlediği kolektif bir söyleme ve yapılanmaya gereksinim duyuyoruz. Bu açıdan, Mimarlık ve Eğitim Kurultayı IX’da gerçekleştirilen Forum, hem sözü edilen tehlikenin bir kez daha teyit edilmesi hem de yapılan tahlillerle alternatif yolların masaya yatırılması açısından çok önemli. Öte yandan, kısa bir hatırlatmada bulunmak isterim: Kolektif üretimin ve bu vesileyle sizlerden gelen önerilerin çok önemli olduğunu bilmemiz gerekir. Tartıştığımız her konu, söylediğimiz her söz ve yapılan her yorum ve öneri, ciddiyetle kayıt altına alınacak ve bir sonraki faaliyetimizi ve dolayısıyla emeğimizi kıymetlendirecektir. Bu süreçte, üst-örgütümüz Mimarlar Odası ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi ve Mimarlık Bölümü’ne öncelikle görev verildiğini biliyoruz. Öte yandan, bunun katılımcı bir süreç olduğunun, sürecin bu toplantı ile sonlanmadığının, tam tersine yeni başladığının altını özellikle çizmek isterim. Kısacası, tüm bileşenlerin önümüzdeki dönem içinde hem eğitim hem de mimari pratik ekseninde ortama doğrudan müdahil olacaklarını teyit etmemiz gerekiyor.

Birinci gün, birinci oturumla başlayarak hafızalarımızı yoklayalım; çünkü yukarıda özetlediğim biçimiyle, temel meselemizin her daim akılda tutulması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle, Sayın Galip Yalman’ın küresel ölçekte başlayan ve Türkiye’ye de kaçınılmaz olarak sirayet eden kapitalist rejime dair ayrıntıda sunumu (kapitalist örgütlenme modeli ve dolayısıyla mekânsal anlamda da, tekil mimarlık ya da kentleşme süreçleri), yukarıda temellendirdiğim dört ana sorunu sarih biçimde konumlandıracak bir nitelikteydi. Neredeyse, gündelik hayatımızın en ince, kılcal damarlarına kadar yayılan tüm bu pratiklerin hülasası, küresel kapitalizme göndermeyle yapılan değerlendirme sonrasında berraklaştı. Mevcut rejimin 1980 sonrasında, bir şekilde, kabuk değiştirmiş ya da makyajla tazelenmiş olduğu da iddia edilebilir (post-endüstriyel kapitalizm, post-kapitalizm, kapitalizmin üçüncü evresi, vb.); ancak, Harvey’in de belirttiği gibi kapitalist rejime içkin çelişkiler, hâlâ geçerli ve dolayısıyla yapısal anlamda ciddi bir değişikliği de önermiyor.(3) Her ne olursa olsun, küresel kapitalizmin yarattığı tahribatın ölçeği, şiddetin büyüklüğü hepimizin malumu; bizim alanımızdan bakıldığında da, mülkiyet ilişkileri ve yeni kentleşme pratikleriyle, toprağın bir tür birikim rejiminin asal nesnesi kılındığını da biliyoruz. Bunun sonuçlarının ne denli vahim olduğunu görmezden gelecek kadar da, henüz mesleki bir körlük yaşamıyoruz. Bu noktada, doğal, kültürel, kentsel ve mekânsal tahribata neredeyse başat mesleki ve akademik tahribatların olduğunu da ekleyelim ve bunu hakkaniyetle yapalım ve öz eleştiriden de kaçınmayalım. Özetle, tüm bu süreçlere teşne olan mimarlık pratiklerinden dem vurmak, bu tür meslek pratiğini ise meşrulaştıran mimarlık eğitiminden bahsetmekle yükümlüyüz. Sayın Yalman’ın altını çizdiği kapitalist rejimle ilgili meselelerde, biz meslek erbabının, uygulamacı, örgütçü ya da eğitimci, dahlinin ne kadar, nerede ve nasıl olduğuna dair ilave tahlillere muhtacız. Aksi takdirde, kolaycılığa kaçan ve mimar-özneyi bu sürecin dışına ustalıkla taşıyan içi boş söylemlere gebe kurultaylar sözkonusu olacaktır. Forum öncesi sunumlarda, bu sürecin aktörlerini sıralayan yorumların olduğunu gördük; özellikle, başka meslek alanlarının, örneğin planlama pratiğin de yukarıda özetlenen rejimin çarkına su taşıdığı ilave edildi. Ancak, sonuna kadar haklı bir yorum olmakla birlikte, eksik kaldığını da belirtmekle yükümlüyüm: Üst ölçekte, günahımızı başka öznelere taşıtma konusunda mesleki bir refleksimiz sözkonusu olabilir, öte yandan, biz mimar ve dahi biz mimarlık eğitimi veren akademik öznelerin de bu sürecin katıksız aktörleri olduğunun mutlaka kayıt altına alınması gerekiyor. Bu konuda tekrara düşmüş olabilirim, ancak ciddi bir özeleştiriye gereksinimimiz olduğuna inanıyorum.

Sayın Yalman’ın sunumunda ilginç bir saptama sözkonusu oldu; özellikle Türkiye’de yaşanılanların, neredeyse, 19. yüzyıl “vahşi” kapitalizmine denk düşen bir niteliği içselleştirdiği beyan edildi. Bu iddianın ilk bakışta içimize sindirilemeyeceği hepimizin malumu; ne de olsa, kendimizi boy aynasında görüp, post-endüstriyel kapitalist rejimin öznesi sıfatıyla hareket ettiğimize inanmak istiyoruz. Kendimize ne değer atfedersek edelim, Türkiye bağlamında hâlâ vahşi kapitalist -altta kalanın canı çıksın- bir döngünün olduğuna dair olan tespit, ilave tahlilleri gerektiriyor. Bir diğer sözle, ilkel birikim rejiminin nasıl oluyor da Türkiye’de tek geçer akçe olduğunu anlamakla yükümlüyüz. Bana göre de, ilkel birikim rejimi içine düştüğümüz / düşürüldüğümüz durumu sarih bir biçimde betimliyor. İlkel çünkü emek-sermaye çelişki bağlamında baktığımızda, bırakın bu çelişkiyi düzenleyen / gözetim altında tutan aygıtların varlığını, mefhumu bile ne devlette ne de burjuva sınıfında yerleşik. Dolayısıyla, çelişki, kısmen de olsa, emek gücünün sürdürülebilirliği adına, emekçiden yana değil sermayedar tarafına yontuluyor. Sözü edilen rejim ilkel çünkü siyasi ideoloji tüm üst-yapı kurumlarıyla, ki buna meslek örgütü ve eğitim kurumları da dahil, yukarıda zikrettiğimiz çelişkiyi biteviye üretmeye odaklı. İlkel, çünkü temel çelişki olarak addedilen üretim ve tüketim dengesi, doğal, sosyal, mekânsal / kentsel tahribatı neredeyse maksimize edecek ve bunu mütemadi kılacak bir yapılanmayı ihtiva ediyor. İlkel, çünkü temel hak ve özgürlüklerimizi, emeğimizi, bedeni ya da entelektüel, kayıtsız sömürecek bir toplumsal mutabakatı, devlet yapısı ve örgütlülüğü öncelikli ve mubah olarak görüyor. Kısacası, emek-sermaye çelişkisi bağlamında bakıldığında, mimarlık ve eğitimi politikalarını güncelleyen tartışmaların da yeniden konumlandırılması iyi olabilir diye düşünüyorum. Örneğin, entelektüel ya da bedeni emeğin salt kendi meslek pratiklerimiz içinde bile ne denli sömürüye açık, örgütsüz, korunmasız ve bu konunun şikayete mazhar olduğunu bilerek, çözüm aramak yerinde olacaktır. Mevcut akademik teamüller bile, yukarıda sözünü ettiğim temel gerilimi yeniden kuran / örgütleyen bir niteliğe haiz. Sayın Yalman’ın açtığı yoldan ilerleyerek, bir ilave yapmak isterim: “İlkel birikim rejimi” Türkiye’ye özgü kültürel kodlarıyla da hareket ediyor. Bir diğer deyişle, şarkî bir durumla karşı karşıyayız ve ben bunu “alaturka modernite” (alla turca) kavramıyla açıklamayı yeğliyorum.(4) Sözünü ettiğim olguyla ilgili kaygılarımı kısmen de olsa paylaştığınızı umuyorum, dolayısıyla uzun uzadıya ontolojik bir tartışmaya girmeyeceğim. Öte yandan, bu alaturka durumun iki ciddi kırılmayı içerdiğini de eklemeliyim: Birinci kırılma 1994 yerel seçimleri, ikinci kırılma ise 2003 yılında gerçekleşen ve siyasî iktidarın el değiştirdiği ve dolayısıyla sermaye hareketliliğinin de ivme kazandığı genel seçimlerdir. Bütün bunların sonucunda, ilkel birikim rejimini öncülleyen, kültürel kodlarıyla alaturka bir muhteviyatı ve söylemsel formasyonu olan; yönetim anlayışıyla da, pratiklerin neredeyse tamamının irrasyonel olduğu bir süreçten bahsediyorum. Özetle, sıraladığım üç niteliğin (daha doğrusu vasatlığın) tahlil edilmesinin zorunlu olduğunu söyleyerek, kapitalist rejimle ilgili tartışmayı sonlandırayım. Ancak tam da bu noktada, Sayın İbrahim Kaboğlu’nun sunumunun yukarıda zikredilen, ilkel,

şarkî / alaturka, irrasyonel kodları çözümleyici bir niteliği olduğunu belirterek, bu tartışmayı da kendimce kıymetlendirmek isterim. Sayın Kaboğlu, tüm bu dönüşümün “adalet” mefhumunu nasıl yerle yeksan ettiğini ve buna bağıl bir biçimde, küresel ve yerel ölçeklerde, adaletsiz ve eşitliksiz bir toplumsallığın yapılandırıldığını bizlerle paylaşarak, tek geçer akçe kabul edilen kapitalist ekonomi-politiğin üst yapıdaki tezahürlerini ayrıntıda özetlemiş oldu. Adaletsizliğin ve eşitliğin olmadığı bir toplum tahayyülünün nelere mâl olduğu hepimizin malumu. Örneğin, son kertede KHK hukuku diye adlandırdığımız ve neredeyse bir norm haline gelen pratiklerin bizler için ne anlama geldiğini görmek ve buna ilişkin olarak da gardımızı almakla yükümlüyüz. Adalet, özgürlük ve eşitliği şiar edinen biz özneleri ciddi anlamda mağdur eden bu sürecin nedenselliğine dair tahlillerimizin olması, pratik anlamda zuhur eden dayatmaların ise sorgulanması gerekir. Temel, insan hakları, çevre ve hayvan hakları ve belki de biz meslek insanlarını, başka bir perspektiften bakıldığında da akademisyenleri doğrudan ilgilendiren, kentli hakkı, konut hakkı gibi evrensel kazanımların ne denli hayati bir meseleye dönüştüğünü; adaletsiz ve eşitliksiz modellerin sonuç itibariyle ne tür sonuçlar ürettiğini sorgulayarak, gerektiğinde sözü edilen modelleri ilga edecek karşı modelleri siyasetimize yerleştirerek yol almamız gerekir. Daha somut bir düzlemde ilerleyebilmek adına, örneğin, KHK’yla kapatılan okullar / kurumlar; KHK’yla yerinden yurdundan edilen öğrenciler; KHK’yla kamudan ihraç edilen, öğretmenler, akademisyenler, kamu emekçileri; KHK’yla yerle yeksan edilen doğal ve yapılı çevrelerin bizlerin kaderi olamayacağına dair bir irade oluşmalıdır. KHK’yla bedenlerini eksilterek yaşam mücadelesi veren öznelere dair bir tür marazi yurttaşlık hukuku tesis edilemez. İş bu nedenle, salt meslek etiği çerçevesinde değil, temel ahlâki normlar üzerinden de “adalet” konusuna dikkatimizi çeken bu tartışmanın, “mimarlık ve eğitimi politikaları” kapsamında haklı bir yeri olduğunu özellikle belirtmek isterim. Kısacası, üst yapıya dair sorun alanlarının tespitinde, güncel mevzuları içeren tahlillerimizin öncelikli olmasında yarar var. Örneğin, Sayın Soner Yıldırım, ilk gün birinci panelde yaptığı sunum ile, mevcut sosyal ve kültürel kodların arkaplanında yatan, şüphesiz ki egemen ekonomi-politiğin dinamiklerine mazhar, sisteme içkin tehdit ve olasılıklara, sonuçta toplumsallığımıza dikkatimizi çekti. Kendi sözcükleriyle homo technicus, homo sapiens’ten bu yana, homo economicus ve homo politicus’u da içeren beşeri kapasitelerimizin geldiği, belki de son evre; ancak daha da önemlisi bizlerin, sözü edilen koşullar karşısındaki çaresizliği yadsınamayacak denli marazi ve dolayısıyla kapsamlı tahlillere gereksinim duyuyor. Homo technicus, yani teknolojiyle bağı çok daha kuvvetli olan güncel beşeri varlığın, herkesi, her ölçekte hazırlıksız yakaladığını kabul etmeliyiz. Sayın Soner’in bir eğitim bilimcisi olması hasebiyle de paylaştığı özlü bilginin, özellikle akademi içinde bir karşılığının olması ve mimarlık eğitimi politikası kapsamında mutlaka tercüme edilmesi büyük bir zorunluluk. Küresel ölçekli cereyan eden ekonomi-politiğin bir tür tezahürü olarak addedilse bile, homo technicus olarak sınıflandırılan bu öznenin, yukarıda zikrettiğim üst yapı sorunsalı çerçevesinde değerlendirilmesi ve hazırlıklarımızın karşılıklı yapılmasında yarar var. Özellikle bu son sözümü, kurumsal yapıları nedeniyle özgürleştirici bir kapasiteye haiz olan meslek örgütü ve akademiye bağlayarak noktalamak isterim. Yukarıda özetle çerçevesini çizdiğim ve içtimai hayatımızı kılcal damarlarımızdan meslek pratiğine ve akademik üretime kadar geniş bir yelpazede düzenleyen mikro ya da makro siyasî koşulların, salt Türkiye bağlamında yıkıcı, yoksullaştırıcı, eşitliksiz ve tahakküm edici olduğunu söylemiyoruz. Özellikle küresel ölçekte cereyan eden bu durumun akranlarımız tarafından da şiddetle hissedildiğine dair elimizde yeteri kadar bilgi, belge var ve üstelik karşılaştırmalı bir biçimde teyit de ediyoruz. Ancak, şarkî / alaturka ve irrasyonel yönetim unsurlarının bu coğrafyaya özgün olduğunun farkındalığı ile. Bu Kurultay sırasında, ortaklaştığımız kimi sorunların mimarlığın içinden örnekler ve önermeler sunan Johan de Walsche tarafından da anımsatıldığının altını çizmek isterim; üstelik kendisinin yol gösterici bir harita sunduğuna da şahit olduk.(5) Her ne kadar, devrimci bir sıçramayı taahhüt edemese de. Buna karşın, meslek pratiği ve akademik üretimin sisteme takoz koymak adına değil, sistemik sorunları aşabilmek gayretiyle farklı arayışlara gebe olduğunu da, hep birlikte değerlendirdik. En azından, Avrupa Birliği sınırları içinde yeni siyasaların nasıl oluşturulduğunu gördük. Özellikle, temel sorunun kapitalist rejimin enstrümantal akıl yürütmesi sonucu ortaya çıkan, ayrışma, parçalanma ve ilişkisizlikle kaim olduğunu teyit ederek. Bu noktada, argümanımı Johan de Walsche’e uyarlayarak biçimlendirmek ve spekülatif de olsa iki çift kelam etmek isterim: Marazi olan ve gerçekte ciddiyet arz eden bu durumun, yani meslek pratiği ve akademik çevre arasında olması gereken bağın kopmasının vahim sonuçlarının, kısa vadede aşılamayabilir olduğuna inanıyorum. Öte yandan, teşhisin doğru konulması gerektiğini de beyan etmekle yükümlüyüz. Dolayısıyla, modernitenin yanılsamalı bir biçimde terk-i diyar ettiği bütüncül ve eleştirel aklın, düşünme ve yapma arasındaki yapay ayrışmayı, parçalanmayı bir nebze olsun giderebileceğini iddia edebiliriz. Enstrümantal aklı öncelikli gören ve tahayyül ve pratik arasındaki ayrıştırmayı kuvvetlendiren kapitalist rejimin düşünce sistematiğinden uzaklaşılarak, aydınlanma ve modernitenin dayanak seçtiği, zihin ve pratik arasındaki ilişkiyi kuvvetlendiren eleştirel aklı öncelikli kılmak gerekebilir.(6) Ben bu noktada biraz daha ileri giderek, düşünce ve pratik arasındaki bağın,“bizleri özgürleştirici siyasi özne yapacak programlar” aracılığıyla mümkün olabileceğini iddia ediyorum. Programdan kastımın, bizleri özgürleştirecek (emancipation) hedef ve amaçlar olduğunun altını çizerek. Amacımın, bu noktada, kalıplaşmış bir siyasî tartışmayı ihtiva etmediğini özellikle belirtmek isterim. Dolayısıyla, bizleri özgürleştirecek programlara ve düşünmeyle yapma edimini hemhal edecek “praksise” gereksinim duyduğumuzu belirterek bu argümanı burada noktalamayı tercih ediyorum.(7) Bütün bunlara karşın, akademik faaliyet / eğitim ve meslek pratiği arasında, olması arzulanan bağa dair de benzer bir akıl yürütme her daim sözkonusu edilmeli. Zaten, de Walsche’in de akademik kadroların Babil kulelerinden çıkmaları, mesleki pratik içinde olan mimarların da, kahramansı kimi sıfatlarından kurtulmaları gerektiğine dair bir uyarıyı ihsas ettiğini; bunu yapabilmek adına da, eğitim ve pratik arasına bir tür arayüz olabilecek araştırmayı konumlandırdığını gördük. Araştırmayla ilgili tartışmayı salt bir proje olarak değil de eleştirel aklın üstün kılınması anlamında ele almayı tercih ediyorum. Eleştirel aklın yeniden galebe çalacağı bir süreci örgütleme uğraşısı içinde, iki gün süren Kurultayın çok önemli bir görev üstelendiğini eklemek isterim. Toplanmak, birarada olmak ve dolayısıyla kolektif emeğin kıymet-i harbiyesi üzerine ahkâm kesecek değilim. Öte yandan, uzunca bir süredir kendimce yinelediğim ve kolektif akıl ve bedenin inşası sürecince olmazsa olmaz addettiğim meselelere, kısa da olsa, değinmek istiyorum. Öncellikle, Sayın Selahattin Önür, Sayın Bülend Tuna ve Sayın Neriman Şahin Güçhan’ın yorumlarının önemli olduğunu belirteyim. Kendileri, gerçekte, hem kurumsal hem de bireysel anlamda nereden nereye savrulduğumuza ve fakat bu savrulmaya başat ne tür refleksler göstermemiz, örgütlü mücadele vermemiz gerektiğine ilişkin yerinde saptamalarda bulundular. Öncelikle, meslek örgütümüz adına tüm bilgiyi ısrarla derleyen ve her toplantıda bunları bizlerle paylaşan Sayın Tuna’nın veritabanının, istatistiklerinin, bizi çok korkuttuğunu söylemeliyim. Öte yandan bu sayıların bir gerçekliği de var ve kayıtsız kalabilmemiz olası değil. Aslında bu meseleyi de, yukarıda zikrettiğim kapitalist rejime hapsederek okuyabilmek mümkün; sayıların bir tür nesneleştirmenin aracısı kılındığını ve mimar, mimarlık öğrencisi, mimarlık okul ya da mimarlıkla ilgili benzeri istatistiğin metalaşma sürecinin parçası olduğunu kabul edersek, sanırım çok rahatlayacağız. Dolayısıyla, örgütlenmeyle ilgili tartışma ekseninde, sayı odaklı bakma biçimlerinin metalaşmaya teşne olması gibi marazi bir durumla karşı karşıya olduğumuzun teyidi gerekiyor. Amacım bu noktada, Sayın Tuna’nın emeğini boşa düşürmek değil; tam tersine hak ettiği biçimde kıymetlendirmek. Çünkü tüm bu sayılar yukarıda özetlediğim gibi iki alanda uyarıcı etkisi görüyor: Birincisi, nitelikle ilgili tartışmamızın es geçildiğinin bir işareti mahiyetinde ve ölçülebilir, hesaplanabilir olanın, iktidar için denetlenebilir, disipline edilebilir ve / veya gerekirse cezalandırılabilir olduğuna dair bir alt metni bizimle paylaşıyor. Örneğin, üniversitelerin kalite güvencesi altında sadece sayılar üzerinden denetlendiği ya da kıymetlendirildiği bir sürece tanıklık ediyoruz. İkincisi ise, tüm bu sayılar sözünü ettiğim metalaşmayla ilgili duruma denk düşüyor; egemen kapitalist üretim rejimi, meslek erbabını da, mimarlık öğrencisini de, meslek kurum ve örgütlerini de sayılar üzerinden pazar ekonomisinin bir ürünü olarak görüyor, metalaşma sürecinin önünü açıyor. Dolayısıyla, gücünü emeğinden alan biz eğitim emekçilerinin ve dahi meslek insanlarının sayısal olanı, dolayısıyla, metalaşan aklı, hizmeti, ürünü boşa düşürecek söylem ve pratikleri şiar edinmesi beklenmeli. Belki de bu süreci süratle kotaracak şey, yukarıda umut ederek zikrettiğim kolektif bedenle mümkün. Bu noktada, nereye varmak istediğimi anladığınızı ümit ediyorum: Örgütlü bir yapıya gereksinim duyuyoruz. Kısacası, Sayın Güçhan’ın MİAK, MİMEK, SMGM ve Mim-Ar üzerinden tartışmaya açtığı ve meslek örgütü ve akademinin de desteğini alan, yeri geldiğinde mikro örgütlenme olarak görülebilecek bu tür birlikteliklere çok daha dikkatle ve fakat içten sarılmak gerekebilir. Kolektif aklın kolektif bedenle kaim olduğunun bilinciyle, yukarıda değindiğim eleştirel düşünceye dair meselemizi masaya yatırmak istiyorum. Zaten, şu an için elimizdeki en güçlü enstrümanların da sıraladığım örgütlülükler olduğunu biliyoruz. Sayın Yalman’ın ilk gün yaptığı konuşmaya dönersek eğer, Türkiye’de vahşi kapitalizmin, ilkel birikim modelinin kapılarını açan gelişmenin de, 1980 sonrası çözülen örgütsel yapı olduğunu gördük. Cunta dönemi, Türkiye’nin her anlamdaki örgütsel yapısını ilga ederek hem demokratik iklimi yok etmiş hem de eşitliksiz ve adaletsiz bir toplumsallığın önünü sermayedar sınıfın gönenci adına tüm yasallığı ile oluşturmuştu. Bu ikinci büyük dalgada ise, meslek örgütleri de dahil her tür örgütsel formasyonunun ciddi anlamda baskı altına alındığı biliyoruz. Meslek örgütümüze karşı yürütülen sistemli saldırının ardında, sözünü ettiğim eleştirel akla haiz kolektif bir beden korkusunun yattığını belirtmek gerekir. Öte yandan, hem iki günlük etkinlikte hem de forum sırasında gördük ki; öğrenciler, kamu emekçileri ve meslek insanları, sevabı ve günahıyla, eksiği ve gediğiyle saflarını sıklaştırma konusunda ciddi bir irade gösteriyor. Sanırım benim sözümde bu minvalde olmalı: Emek-sermaye çelişkisi bağlamında örgütlü toplum, sömürü rejiminin önündeki en büyük engel olacaktır. Kısaca, sermayenin boyunduruğundan, iktidarın baskısından bizleri azade kılacak şeyin örgütlülükten geçtiğine inanmak istiyorum. Nitekim, Sayın Kasapoğlu, Sayın Özeroğlu, Sayın Gökmen ve Sayın Atakara akademik bir mecradan bakarak, farklı örgütsel yapılanmaların ne tür kazanımlar ihtiva edeceğine dair engin bir repertuar sundular. Talepler ve önerileri de içeren bir gönüldaşlıkla. Sorunların ortaklaştırılması önemli, öte yandan tüm bu sorunlara karşı ne tür ve fakat kalıcı bir mücadele, hadi adını koyalım siyaset alanı oluşturulacağına dair ki öneriler de aynı nispette önemli. OHAL sürecinde kamu görevinden ihraç edilen kamu emekçilerinin şu ana kadar ürettiklerini, örnek vermek gerekirse, “sokak akademilerini” bu çerçevede çok önemsiyorum. Hakeza, Mimarlık Vakfı Akademisi de farklı bir niyet ve yol haritasıyla bize yeni bir siyaset alanı yaratarak, hem düşünsel anlamda gönencimiz oluyor hem de pratiğimizi çeşitlendiriyor. Tüm bu farklı çatıların, ortaklığına ilişkin şüphelerim sözkonusu olsa da.

Sonuç olarak Kurultay, Türkiye Mimarlık Eğitimi Politikası ve Türkiye Mimarlık Politikası metinlerini tartışmaya açarak, benim de kendi meşrebimce kıymetlendirmeye çalıştığım yol haritalarını kolektif bir akılla üretmeye çalışıyor. Sayın Şener Küçükdoğu’nun sözleriyle de bunu “aslımıza dönerek”, yani aklıma düşürdüğü biçimiyle, temel meselelerimiz üzerinden ve bize iktidar tarafından bahşedilen dar bir aralıktan değil, tam tersine çok daha derinlikli, üst ölçekten ve özgür bir iradeyle oluşturmaya çabalıyoruz ki bu emeğin çok değerli olduğunu bir kez daha teyit etmekle yükümlüyüm. Bu noktada, iki önemli görev üstelendiğimizi de ilave ederek sözlerimi tamamlamak isterim. Sayın Ayşen Ciravoğlu’nun tartışmaya açtığı sunumda da sarih bir biçimde ortaklaşılan, siyaset ve siyasa arasındaki farkı gözeterek ve fakat ikisine de yabancılaşmadan Kurultayın süreci yürüttüğünü düşünüyorum. Yeri geldiğinde, birbirini ikame edecek şekilde ve biri diğerini boşa düşürecek şekilde kullansak da; Kurultayın meslek ve eğitim için planladığı şeyin, hem “siyaset” (yani üst ölçekten, üst dilden derinlemesine stratejiler ve büyük yol haritaları içeren bir belge) hem de “siyasa” (yani sözü edilen ve uzlaşılan büyük mutabakatın hayata geçirilmesine ilişkin modeller, taktikler ve gündelik hayatın haritalarını ihtiva eden bir belge) olduğunu eklemek isterim. Sanırım, bizim için her ikisi de önemli ve her ölçekte sözü, söylemi olan örgütlü bir akıl ve beden inşası süresince siyasete ve siyasalara gereksinimimiz var. Ancak öncellikle, Sayın Nilay Coşkun ve Sayın Neslihan Dostoğlu’nun paylaştığı gibi, kendimize ayna tutacak tahlilleri her zamankinden çok daha sıklıkla yapmalı ve özeleştiriden, nihayetinde, kaçınmamalıyız. Bu süreçte, örgütlü yapımızı yerel ve küresel ağlarla nasıl ve hangi araçlarla güçlendireceğimizi araştırarak, belki de varlıksal endişelerimizi bir nebze olsun azaltacak yol yordam bulabileceğiz. Mimarlık ve eğitimine dair politikaları oluşturmak, uzun erimli, yoğun emek isteyen bir süreç; nitekim mimarlık politikaları, Sayın Doğan Hasol’un da paylaştığı gibi, bugünden yarına elde edilmiş bir metinden çok daha fazlasını, neredeyse Odamızın yarım asırlık siyaset alanını ve mücadele geleneğini içeriyor. Dolayısıyla, bu metne dair söyleyecek sözüm kısıtlı. Özetle, meslek örgütümüz Mimarlar Odası, hem Türkiye’de hem de uluslararası bağlamda, salt bu nedenle bile hatırı sayılı bir saygınlığı hak ediyor; öte yandan, kolektif bedenin inşasında herkesin katkısının, katılımının ne denli önemli olduğunun farkındalığı ve tarih bilinciyle de, bizleri ısrarla göreve çağırıyor: “Sen yoksan bir eksiğiz…”

NOTLAR

1. 12-13 Kasım 2015 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Mimarlık ve Eğitim Kurultayı VIII kapsamında yapılan sunum için, bkz. “Yaratıcı Biteviyeliğin Küresel Kurumları: Mimarlık Okulları”, https://gasmekan.wordpress.com/2013/11/21/yaratici-biteviyeligin-kuresel-kurumlari-mimarlik-okullari ya da “1969-2015 ­| Mimarlık Semineri: Devrim ve Mimarlık ve/veya Yeni Toplumcu Mimarlık”, https://gasmekan.wordpress.com/2015/10/14/1969-2015-%C2%AD-mimarlik-semineri-devrimci-veveya-toplumcu-mimarlik [Erişim: 10.12.2017]

2. Sassen, Saskia, 2014, Expulsions: Brutality and Complexity in the Global Economy, The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge.

3. Harvey, David, 2014, Seventeen Contradictions and the End of Capitalism, Oxford University Press, Oxford, New York.

4. Sargın, Güven Arif, “‘Alla Turca’ Urbanization: A Concise Urban History of New Ankara — since 1980s”, Studio | log, arch401-402, architectural design studios 2012-2013, METU: Faculty of Architecture Press, Ankara.

5. Johan de Walsche’in, Kurultayda yaptığı sunuşunu temel alarak hazırladığı görüş metni, derginin bu sayısının .. sayfarında okunabilir.

6. Horkheimer, Max; Adorno, Theodor W., 2007, Dialectic of Enlightenment, Stanford University Press, California.

7. Sargın, Güven Arif, 2017, “İktidarın Mimar-Öznesinden Devrimci Siyasi-Özneye: Yaratıcılık Miti, Burjuva İdeolojisi ve Devlet Aygıtları - Kısa Değinmeler...”, Arredamento Mimarlık, sayı: 307, ss.78-80.

Bu icerik 2526 defa görüntülenmiştir.