318
TEMMUZ-AĞUSTOS 2004
 
MİMARLIK'tan

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN



KÜNYE
ULUSLARARASI FİKİR BULUŞMASI

Türkiye’den Uluslararası Ödül Sahipleri ile “Yaşasın Kentler” ve İstanbul Üzerine: Sosyal Projeler Nasıl Kentsel Projelere Dönüşür?

soru 1. Yarışmada, kent ile mimarlığın arakesitinde duran, hızla hayata geçirilebilecek, ekonomik ve büyük çaplı kentsel/mimari müdahale gerektirmeyen

“mimarca hayaller / düşler” kurulması istendi.

Sizin öneriniz, düşlediğiniz kent İstanbul için ne açıdan önemli ve öncelikli görülebilir?

Soru 2. Projeniz, “kenti iyileştirecek ve olumlu tepkiler yaratacak eylemlere sahne olacak” bir proje olarak nasıl duruyor? Projenizde, toplumun katılımını sağlamak için ne tür önermelerde bulundunuz?

Soru 3. Projelerinizde ele aldığınız İstanbul’un kendine özgü dinamikleri nelerdir? İçinde bulunduğumuz yüzyılda İstanbul’a yapılması gerekli

a. kentsel müdahaleler (yapılı çevre üzerinde)

b. yeni kentsel projeler (yeniden kurmalar)

neler ve bunlar ne yönde geliştirilmeli?

Soru 4. Mimarlığı kentin oluşumu ve sosyal içeriğini yöneten bir araç olarak kullanan modernist projeye yönelik, özellikle 1960’lardan sonra kuvvetli eleştiriler yapılageldi. Ardından, sosyal, politik ve ekonomik dinamiklerin kent üzerindeki etkisi ve mimarlığın bu dinamikleri yöneten bir araç olamayacağı üzerine kurulu alternatif bakış açıları gelişti. Bu çerçeve içerisinde “Yaşasın Kentler” teması sizin için ne ifade ediyor? Kentlerin bugününe ve geleceğine baktığımızda sizce kent ve mimarlık ilişkisinde önde gelen temalar nelerdir?

CEM İLHAN ile Söyleştik...

1. Bizim mimarlığımız hiçbir zaman emredici, dayatmacı, iri laflar ve büyük söylemler peşinde bir mimarlık olmadı. Mimarlığa büyük ve iddialı ‘sosyal dönüşüm’ projelerini gerçekleştirecek bir misyon yüklemedik. Bir temsil mimarlığının peşinde de olmadık. Modernizmin bu tutumundan uzak dururken bir yandan da katılımcı, kendi dışındaki aktörlere kulak veren, onları dışarıda bırakmamaya özen gösteren bir yaklaşım sergiledik. Hâlâ da öyle. Mimarlığı bu anlamda sosyal bir mühendislik olarak gördük. Yani bizim “mimarca hayallerimiz” kendini yalıtmış, bir anlamda da yabancılaşmış bir mimarın hayalleri olmadı. Kısacası mimarlık üretimimize bakarsanız insan ölçeğini aşan büyüklükleri reddeden bir mekân kaygısının öne çıktığı kolayca görülecektir.

Bu anlamda Yaşasın Kentler Yarışması’nın teması bizim hayata ve mimarlığa bakışımızla çok örtüştü. Ortaya alçakgönüllü bir öneri çıktı. Alışılmış anlamda bir mimari ürün değil. Kentsel tasarım anlamında konvansiyonel bir müdahale de değil. Ekonomik, kolayca hayata geçirilebilecek, bu anlamda küçük çaplı bir hayal. Ama etkileri öyle olmayacak. Tabii uygulanma şansı bulursa. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğim.

İstanbul için makro ölçekli, bütüncül, merkeziyetçi bir planın hayata geçirilemeyeceği artık bilinen bir gerçek. Bu sadece bizim metropollerimize özgü bir durum da değil zaten. Dünyada da hemen hemen aynı vaka yaşanıyor, özellikle 90’lı yıllardan sonra bu böyle. İstanbul’un karakterini tanımlayan en önemli öge su. Bilindik ana işlevler dışında, yani ulaşım, kısıtlı balıkçılık ve birtakım tekil turistik faaliyetler dışında kıyısını tüketmeyen bir şehir İstanbul. Biz de bu gerçeklik üzerinden geliştirdik projemizi. İstedik ki öyle bir şey önerelim ki kendisi küçük ölçekli ama uygulama anlamında tüm kent kıyısına yayılabilen, çoğalabilen, kendini yeniden üretebilen bir tasarım olsun, bir şeyleri tetiklesin. Önemi ve önceliği de işte bu niteliğinden kaynaklanıyor. Yani kente hızla yayılarak nüfuz edebilecek bir öneri olmasından dolayı önemsiyoruz projemizi.

2. Doğrudan bir cevap verirsek, bizim önerimiz ‘kenti iyileştirecek’ mi onu söylemek zor. Evet demek fazla iddialı olur. Ama kentin küstürülmüş, bir anlamda kendi haline terkedilmiş noktaları var. Hemen akla gelen yerler arasında Azapkapı ve Haliç Tersanesi arasında kalan kıyı şeridi. Perşembe Pazarı’nın arkası yani. Yeşil alan olarak önerilmiş ama anlam yüklenmemiş kıyı parkları özellikle Haliç’te, daha sonradan kıyının doldurulmasıyla elde edilmiş Bostancı sahil şeridinde bol bol var. Bu geniş alanlar yakın çevreleriyle bütünleşerek birer ‘jeneratör’e dönüşebilirler. Bizim projede ‘plug’ dediğimiz kavram da buradan çıktı. Bu alanlar birer buluşma noktası olarak ele alındı. Yani yerel ahali ile kentin uzak noktalarında yaşayan şehirlilerin belli amaçlar, ortak faaliyetler için biraraya gelebildiği yüzer platformlar önerdik. Her mahalle ya da bölge kendi yerel yönetim birimi ile ortak bir inisiyatif koyabilir diye düşündük. ‘Plug’ların sahipleri yerel yönetimler. Bunlar sivil kuruluşlara kısa süreli kiralanabilecekler. Yüzer platformlar ise talep doğrultusunda olabildiğince farklı eylemleri barındıracaklar. Bir anlamda tüm tarafların kazandığı bir işletme modeli önerdik. Belediyeler bu strüktürler için elini cebine atmayacak. Tüketim toplumunun kente kazandırdığı ‘nimetlerden’ olan reklam yüzeyleri içeren bu strüktürler sponsorluk müessesesinin işletilmesinde de kolaylıklar sağlıyor. Yani ilk yatırım maliyetinden sonra da yerel yönetime ekonomik açıdan girdi sağlayarak sürdürülebilir bir yatırım olacaklar. Kiralayan grup ya da kuruluş da insani boyutlarda bir bedel ödeyerek kısa dönemli, örneğin hafta sürecek bir kermes ya da atölye çalışması için bu platformları kullanabilecekler.

3. İstanbul’un kendine özgü dinamiklerinden en önemlisi bir liman kenti olmasıdır. Coğrafi konumu, katmanlaşmış tarihsel birikimi ve finans merkezi olması vb. nitelikler ona çok özel anlamlar yüklemiş, dünya kenti olma potansiyelini de kazandırmıştır. Bugün Taksim Meydanı, Beşiktaş ve Üsküdar meydanları gibi makro ölçekli noktalar da dahil olmak üzere önemli alanların kesişimleri kendi kaderlerine terkedilmiş alanlardır. Oysa kentlinin birbiriyle temas edeceği yerlere nasıl susadığını anlamak için İstiklal Caddesi’ne, Tünel’e, Bahariye Caddesine, Ortaköy’e bakmak yeter.

Diğer bir konu da konut ya da ikamet alanlarının durumudur. En önemli kentsel müdahalelerin birisi eskimiş, ekonomik ve fiziksel ömrünü doldurmuş konut stoğunun nasıl yenileneceğidir. Üstelik bu durum İstanbul’a özgü deprem olgusuyla birleştiğinde istesek de istemesek de erteleyemeyeceğimiz bir kamusal müdahaleyi vaazetmektedir. İstanbul’un Kasaba, Beykoz Konakları ya da Kemerburgaz projelerinin ‘ötesinde’ sosyal projelere ihtiyacı var. Yerel yönetim Kiptaş benzeri uygulamalarıyla bu konuya nasıl baktığını sergilemektedir. Merkezi hükümet ise sadece yeni toplukonut alanları açarak inşaat piyasasını çalıştırmak, böylece de ekonomik işlerliği sağlama derdindedir. Oysa kent merkezi yoğun, 4-5 katlı, mahalle ölçeğinde konut komplekslerine ihtiyaç duymaktadır. Bunun için de işin içine belediye, gayrimenkul yatırım ortaklıkları, yapı merkezleri ve mimarlık mesleğinin bizzat dahil olduğu bir üretim ortamına acilen geçmelidir. Bu projelerin nasıl alternatifler olacağı sorusu da yine yarışma aygıtı üzerinden sağlanabilir.

4. Ben az önce tarif ettiğiniz iki uç yaklaşım arasında bir orta yolun daha gerçekçi olduğunu düşünüyorum. Yani pek uzlaşma kaygısı taşımayan, tepeden inme, radikal ve dönüştürücü süreçler öneren modernist bir yaklaşımın geçerli olduğundan kuşkuluyum. Bununla birlikte, kamu kurumlarının aktif birer aktör olarak yapılaşmayı ve buna bağlı sektörleri regüle etmesi gerektiğini de düşünüyorum. Piyasanın işleyişini tamamen serbestleştiren neo-liberal anlayışın nelere sebep olduğunu hep birlikte tecrübe ettik. 80’li ve 90’lı yılların neo-liberal atmosferinin salt ‘kâr’ motivasyonlu bir yatırım anlayışının sürdürülebilir bir şey olmadığını yeterince gösterdiğini düşünüyorum.

Bu anlamda Yaşasın Kentler Yarışması, yaşama uğraşının aktörlerini hep birlikte bir şey üretmeye teşvik ettiği için iyi niyetli bir çıkış olmuştur. Yani projemizin hayata geçmesi durumunda yerel yönetim, meslek örgütü, kent için kafa yoran mimar ve kenti tüketen şehirliler açısından ortak bir zemin elde edilebilirdi. Edilebilirdi diyorum, çünkü yıllarıdır kentler için irili ufaklı projeler üretmiş bir mimar olarak bu son yarışmanın da sadece “kendi kendisiyle diyalog kuran” bir mesleki örgüt etkinliği olarak anılmasından korkuyorum. Gidişat da öyle zaten. Bu durum yarışma kurumuna karşı olan tüm inandırıcılığın tükenmesine yol açmıştır ülkemizde. Özellikle kamu kurumları kentler için bol miktarda proje üreten, bunun için yarışma yöntemini anlaşılmaz bir savurganlık içinde kullanan bir anlayışı ısrarla sürdüregelmiştir. Özellikle 80’li yıllardan sonra üzerinde tartıştığımız şu yarışma gibi açılmış birçok yarışmanın neredeyse tamamı uygulanmadan rafa kalkmıştır.

Son olarak kent ve mimarlık ilişkisinde önde gelen temaların ne olduğu sorusuna dönersek cevap daha netleşiyor. Burada şu ve şu temalar diye bir sıralama yapmaktan daha önemli bir durum var: Meslek örgütlerinin başta kendi açtığı yarışmaların ve girişimlerin arkasında olması, bunları sahiplenmesi gerekiyor. Kentli, kamu kurumları ve özel sektör ile daha üretken, uzlaşmacı ve katılımcı projeler gerçekleştirmesi gerekiyor. Bu misyonunu da geliştirilen projeleri kentle ilgili akut problemler için önerilmiş birer fikir projesi olmaktan çıkartıp hayata geçirerek gerçekleştirebileceğini düşünüyorum. Tartışmaların bu örnekler üzerinden yapılması şart.

_____________________________________________________________________

ULUSLARARASI / Profesyoneller Kategorisi 2. BÖLGE-ÖDÜL

CEM İLHAN, TÜLİN HADİ, SEVİNÇ HADİ, ESRA GEMİCİ, IŞIL EKİN ÇALAK

Proje konusu kent: İSTANBUL

İstanbul bir liman kenti. Kentliler uzun bir süredir suyu pasif olarak kullanıyor. Önerilen proje, belli bir yer ya da arsa için üretilmiş olmaktan çok, kentin kıyısını yer olarak kabul eden, farklı konumlarda tekrarlanabilen bir öneri. (...) Tak ve Kullan (Plug and Play) sloganı ile yola çıkıyor. Kente alçakgönüllü bir müdahale. Ayrı işlevler yüklü iki birimin biraraya gelmesiyle yeni bir nesne ortaya çıkıyor. Kıyıdaki sabit eleman, ona bitişen, yüzer platforma hayat veren bir ünite. (...) Yüzer pavyon ise motoru bile olmayan ama römorkörler yardımı ile istenen yere taşınabilen bir aktivite platformu. Plug and Play noktaları, yerel yönetim inisiyatifinde işletilebilecek, konumları kentlilerin katılımıyla belirlenen, sayıları isteğe bağlı artırılabilen, tüm şehirlilerin tüketimine sunulan üniteler. Proje, kentte buluşma ortamları oluşturmayı amaçlıyor; bunu da kentin suya değdiği, İstanbul’un büyüsüne açık noktalarda gerçekleştirmeyi öneriyor.

_________________________________________________________________________

ALİ ÖZER ile Söyleştik...

1. Açıkçası “Denizin Kent Yaşamına Geri Kazandırılması: Mekânlaşmış Sınır” adlı önerimin temelde kent ile mimarlığın arakesitinde duran, metropol bir kent olan İstanbul için öncelikli fakat bunlara karşın hızla hayata geçirilemeyecek bir öneri olduğunu düşünüyorum.

Proje “Yaşasın Kentler” Yarışması’nın duyurulmasından önce, İstanbul kenti için problem alanı olarak gördüğüm kıyı şeridine odaklanmakta. Buradan hareketle üç ana problem tespit edildi. Bunlardan ilki, Galata Köprüsü’yle başlayarak Haliç’ten Sarıyer’e kadar uzanan kıyı şeridinin hemen arkasındaki kent dokusuyla kurduğu ilişkinin hem mekânsal hem de kentsel programlar açısından kopukluğu ve metropol bir kent olan İstanbul ile Boğaziçi arasındaki bu ayrıklığın her geçen gün artması. Bir diğeri, mevcut kıyı şeridinde deniz ile karanın kesin bir sınırla ayrılmış olması ve bunun sonucunda kamusal mekânların mekânsal kalite ve program çeşitliliği açısından yetersiz ve yüzeysel kalmaları. Aynı zamanda mevcut kıyı şeridinde yer alan kentsel çekim noktalarının kendi içine kapanarak, kıyı boyunca sürekli rekreasyon alanlarını yaratamamaları. Yarışma süresince tespit edilen üçüncü bir problem ise, hem kıyı şeridinin kendi içerisinde hem de kıyının arkasındaki kent ile kurduğu ilişkideki ulaşılabilirlilik sorunu. Burada ulaşılabilirlilikten kasıt sadece fiziksel engellerin aşılması anlamında değil, aynı zamanda kıyı şeridinin her yaştan hem semt kullanıcıları hem de İstanbullular için bir toplanma ve iletişim kurma mekânı olarak çekicilik kazanması. Bu bağlamda önerimin denizin kent yaşamına geri kazandırılması, Boğaziçi’nin kentli kullanımına açılması adına öncelikli ve önemli olduğunu düşünüyorum.

2. Proje, tüm Boğaziçi ve Haliç’in mevcut kent dokusuyla kurduğu yetersiz ve yüzeysel ilişkinin yeniden yorumlanması ve böylelikle deniz ile kıyının kentli kullanımına daha fazla açılmasını hedefler. Bu bağlamda pilot bir kentsel mekân seçilmiş, ve bu mekânın tüm Boğaziçi ve Haliç için bir üst planlama, tasarım stratejilerinin belirlenmesi adına bir örnek teşkil etmesi planlanmıştır.

Önerimde, örnek proje alanı olarak seçilen Tophane-Kabataş vapur iskeleleri arasındaki mekânda ulaşılabilirliliğin önündeki engellerin kaldırılması ana tasarım kriterlerinden biriydi. Bu kentsel mekânın seçilme nedeni ise, hemen arkasında yer alan Beyoğlu ile onun kullanıcı yoğunluğunun kıyı şeridi ve denizle ilişkisiz ve kopuk olmasıdır. Beyoğlu yoğun kamusal ve kültürel programlar içeren kentsel dokusuyla kıyıya doğru inerken, kamusal kullanıma ve kültürel aktivitelere açık mimari mekânları denizle ilişkilenememiştir. Bu bağlamda proje ulaşılabilirlilik ve toplumsal katılım adına önerilen yeni programlar ve mekânlarla her yaştan İstanbulluyu denizle buluşturmaya ve ilişkilendirmeye çalıştı. Bebeklerin denize girmesi ve oyun alanlarıyla buluşmasından, her yaştan kullanıcının deniz aktivitelerini ve kullanımını artıracak işlevlere kadar farklı ölçeklerde programlara yer verildi. Sadece semt kullanıcılarının değil, tüm İstanbulluların kullanımını sağlamak adına proje alanı deniz yoluyla tüm Boğaziçi’ne ve Haliç’e açıldı.

3. Bir metropol olan İstanbul’un diğer metropoller gibi bir çok farklı kentsel dinamikler içerdiğini düşünüyorum. Bu dinamiklere mimarlık disiplini çerçevesinde baktığımızda İstanbul yapı ve kent üretme biçiminden, kendine özgü topografyasına kadar farklılıklar içeriyor. Yapılı çevre üzerinde yapılar arası boşlukların kentin tamamı düşünülerek yeniden tasarlanabileceğini ve baskın apartman tipolojisinin kent içinde oluşturduğu bu ‘arada mekânlar’ın kentlilerin kullanımına açılabileceğini düşünüyorum. Boğaziçi ve Haliç’in nehir ile deniz arasında duran yüzeyinin geniş bir yüzey ve sığ bir kesitle kentsel bir yüzey haline gelmesinin gelecekte İstanbul ve benzer topografik özellikler gösteren diğer metropoller için kaçınılmaz olacağına inanıyorum. Bu bağlamda denizin tümüyle yaşamımıza ve mimarlık anlayışımıza gireceğinden hiç şüphem yoktur.

4. Günümüzde kentin görünümünü ve kentin işleyiş tarzı, yeni bilgi toplumunun ihtiyaçlarına cevap vermek amacıyla değişmektedir. Kent tek merkezli bir yerleşimden, çok merkezli bir yerleşme biçimine doğru değişiyor. Bu kentin imajında bir değişikliğe sebep olarak, Stan Allen’in öne sürdüğü gibi kenti peyzajda dağılan “kalınlaşmış bir kentsel yüzey” haline getiriyor. Bunun yansıması olarak da mimarlığın sınırları ve ölçeği, kent planlama ve peyzaj disiplinlerinin müdahale alanlarına doğru genişliyor.

_______________________________________________________________________

ULUSLARARASI / Profesyoneller Kategorisi 2. BÖLGE-MANSİYON

ALİ ÖZER

Proje konusu kent: İSTANBUL

Metropol bir kent olan İstanbul ile Boğaziçi arasındaki mekânsal ve işlevsel kopukluk gün geçtikçe artmıştır. Boğaziçi üzerindeki kentsel çekim alanları kendi içlerine kapanmışlar, kentsel süreksizliğe sebep olacak şekilde birbirlerine engel olmuşlardır. Bu nedenle proje sadece kentin denizle olan işlevsel beklentilerine cevap vermekle kalmaz, aynı zamanda kentlilere yeni bir yaşam tarzı önerir.(...) Temel düzenleyici olan mekânlaşmış sınır, kentle bir seri ilişki kurmalı, proje alanındaki programları da kapsayan ve değişik kaynaklardan gelen bilgiyi ve deneyimi içermeli ve bunların daha kolay yaşanabilmesi için birbirleriyle ilişkilenmelidir. (...) Mekânlaşmış sınır bir geçiş mekânı olarak yolcuları karşılar, onları gidecek yerlerine göre uygun kanallara yönlendirir ve bir yandan da kültür mekânlarına saplanmalarına imkân tanır. Planlama değişik tipolojiler (yollar, yapılar, peyzaj) ve onların yoğunluklarına göre düzenlenmiştir.

__________________________________________________________________________

Bu icerik 4309 defa görüntülenmiştir.