GÜNCEL
			Tüketim Kültürü, Eşitsizlik ve İklim Krizi 
			Ümit Şahin, Dr., Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi
			6-17 Kasım 2017 tarihleri arasında Almanya’nın Bonn kentinde düzenlenen COP 23’ün ardından iklim değişikliği konusunda tekrar konuşur olduk. Konunun aslında hiç gündemimizden düşmemesi gerekliliğinden hareketle yazar, rakamlar üzerinden yaşam biçimimizde ve daha büyük ölçekteki politikalarda değiştirilmesi gereken noktalara dikkat çekiyor.
			
			
			
			
			Fransız  iktisatçı Thomas Piketty ve arkadaşları tarafından geçtiğimiz günlerde yayımlanan Dünya Eşitsizlik Raporu, bölgeler ve  toplumsal kesimler arasındaki eşitsizliğin artmaya devam ettiğini ortaya koyuyor.(1) Rapora göre 2016’da  dünyanın en zengin yüzde 1’i, toplam küresel gelirin yüzde 22’sine, en yoksul  yüzde 50 ise yüzde 10’una sahipti. Aynı yüzde 1’lik kaymak tabakası 1980’den  2016’ya kadar oluşan gelir artışının yüzde 27’sini ele geçirmişti. Daha çarpıcı  olan, bu yüzde 1’in en üst yüzde 10’unun, yani dünya nüfusunun en zengin binde  birlik kesiminin 36 yıl boyunca oluşan zenginlik artışının yüzde 13’ünü; yüz  binde birlik kesiminin, yani yaklaşık 75 bin kişinin ise yüzde 4’ünü ele  geçirmiş olması. En zengin binde birin, yani 7,5 milyon kişinin elinde tutuğu  zenginlik artışı, dünyanın en yoksul yarısının, yani 3,5 milyar kişinin bu  zenginlik artışından alabildiği payla aynı.
Giderek artan toplumsal  ve küresel eşitsizlik yeni bir tür dehşet dengesi oluşturmuş durumda.  Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının beslediği bu dehşet dengesi; terör-teröre  karşı savaş, göçmen akını-kapanan sınırlar ikilemleri üzerinden işliyor. Yüksek  teknoloji, silahlanma ve “serbest” ticaret ise hem bu dengeyi sürdürüp hem de  eşitsizliği derinleştiriyor. Bu dehşet dengesinin yumuşak yüzünde rıza  üretiminin bin bir çeşidi var. Daha yoksul kesimlerin zenginlerin açgözlü bir  şekilde iyice zenginleşmesine neden olan sisteme laf söyleme hakkı olmadığına  inanılıyor artık. (Belki biraz “insaf” dilemek dışında!) Çünkü satır arasından,  bıyık altından  veya cep telefonu ekranı üzerinden, o zenginliğin “nimetlerinden” siz de  yararlanıyorsunuz, ya da bir gün elbet yararlanacaksınız deniyor: “Biz daha da zenginleşiyorsak  boşuna değil, sizi de düşünüyoruz.” Yeni araba modelleri, MR cihazları, uçak  seyahatleri, tatil köyleri, daha da gelişen akıllı telefonlar hepimiz için. En  azından teorik olarak.
İşte  artan zenginlik ve yükselen eşitsizlikle, derinleşen iklim krizi ve ekolojik  sorunlar aynı kaynaktan doğuyor. Aynı “demokratik” açgözlülük nedeniyle hayatın  ve gezegenin bizzat kendisi elden gitmeye başladı. En fazla 20-30 yıl içinde, ulaşılmasından  korkulan bütün sınırlar tek tek aşılacak. Hayatın ve uygarlığın devam edip  edemeyeceğini o zaman göreceğiz. Bundan iki yıl önce, yeryüzünün ortalama  sıcaklığında endüstri öncesi döneme göre artış 1 derece sınırını geçmişti. Üç  yıl üst üste (2014, 2015 ve 2016’da) her yıl, bir önceki yılın sıcaklık  rekorunu kırdı. Daha az sıcak olması beklenen 2017 bile 2016’dan sonra ikinci sıraya  yerleşiyor. (Resim 1) Bu ısınmanın  tek nedeni olan atmosferdeki sera gazı artışı da rekor üzerine rekor kırıyor.  1960’lara kadar yılda yarım ppm (milyonda parçacık) düzeyinde artan karbondioksit  konsantrasyonu, son yıllarda yılda 2-2,5 ppm artmaya başladı ve 2014’te 400 ppm  sınırı aşıldı. (Bu yazı yazılırken 406 ppm’e ulaşmıştı.) Oysa sağlam buzul  kayıtlarından biliyoruz ki, son 800 bin yıl içinde atmosferdeki karbondioksit  seviyesi genelde 200-250 ppm civarında seyretmiş, en yüksek olduğu dönemlerde  bile 300 ppm’i geçmemişti. Endüstri çağı başlamadan önce 270-280 ppm civarında  sabit bir seyir izleyen ve artık kalıcı olarak 400 ppm’in üzerine çıkan karbondioksit  seviyesi, bu artış hızı devam ederse 2035 yılı civarında 2 derece ısınmaya denk  geleceği hesaplanan 450 ppm’e ulaşabilir. Küresel ortalama sıcaklık artışı 2  dereceyi geçerse hangi geri dönüşsüz mekanizmaların harekete geçeceğini henüz  bilmiyoruz, ama tahminler iç açıcı değil. Yüzyılın ikinci yarısı gelmeden Kuzey  Kutbu’nun yazın açık deniz haline geldiği, Pasifik’teki alçak adaların sular  altında kaldığı, Kuzey Amerika’nın güneyinin, Hindistan’ın, Afrika’nın,  Akdeniz’in ve Orta Doğu’nun aşırı sıcaklar, orman yangınları ve kuraklıktan  kırıldığı, okyanus yüzeyindeki aşırı ısınma nedeniyle kasırga ve tayfunların  daha da yıkıcı hal aldığı bir gelecekle karşılaşırsak, bunun ucuz bir felaket  filmi senaryosu olmadığını o zaman anlayabiliriz. Demem o ki, iklim değişikliğini  gerçekten durdurmak, en azından bu felaketleri geciktirmek ve azaltmak  istiyorsak belki de hayal edebileceğimizden daha hızlı hareket etmek zorundayız.
Bu  hız kabaca şöyle özetlenebilir: Eğer gerçekten küresel sıcaklık artışını Paris Anlaşması’nda  üzerine 197 ülkenin anlaştığı gibi 2 derecenin çok altında sınırlamak  istiyorsak, yılda 54 milyar tonu bulan yıllık küresel karbondioksit  emisyonundaki artışı en kısa zamanda durdurup (maalesef 2017’de de artış  sürüyor) yılda yüzde 2-3’ten daha az olmayacak biçimde ve 2050’ye kadar  yaklaşık yüzde 80-90’a varana dek azaltmak ve yüzyılın ikinci yarısında  sıfırlamak gerekiyor. (Resim 2) Bu  aynı zamanda hepsini önümüzdeki 30-40 yıl içinde başarmak kaydıyla fosil yakıt  rezervlerinin en az yüzde 70’ini çıkartmadan yer altında bırakmak, sırasıyla  kömürlü termik santrallerden, içten yanmalı motorlardan ve doğal gaz  kullanımından vazgeçmek, uzun mesafe uçuşları, küresel ticareti, endüstriyel  tarım ve hayvancılığı giderek daha fazla sınırlamak, yeşil alan tahribatını  durdurmak, enerjiyi az tüketen ve tamamen yenilenebilir kaynaklardan üreten bir  sisteme geçmek anlamına geliyor. Bütün bu önlemler radikal bir yeşilin  hayalleri olmaktan çıkıp, Paris’te -maalesef üstü kapalı bir şekilde de olsa-  uluslararası bir anlaşma haline geleli iki yıl oldu.
Ancak  insanlığın bu ortak sorumluluğundan, ülkelerin iklimi koruma konusunda yapması  gerekenlerden, Birleşmiş Milletler İklim Konferanslarında alınan kararlardan ve  benzerlerinden bahsederken, küresel ve sınıfsal eşitsizliğin etkisini göz ardı  edip, bu krizin oluşumunda günlük hayatı ele geçiren ve aslında hiç de evrensel  olduğu söylenemeyecek “yaşam biçimimizin” payını azımsayabiliyoruz. Oysa  eşitsizlik, iklim değişikliği rakamlarında da aynı çarpıcılıkla izlenebiliyor.
Söylemeye  bile gerek yok, karbondioksit gibi sera gazlarını atmosfere ne kadar çok  salıyorsanız kişi (veya aile, kent, toplumsal sınıf, bölge, ülke ve benzeri)  olarak iklimin değişmesinden o kadar sorumlusunuz demektir. Oxfam’ın 2015’de açıkladığı  bir rapor, Piketty ve arkadaşlarının küresel gelirin onda birine sahip olduğunu  söylediği aynı en yoksul yüzde 50’nin (3,5 milyar kişinin), küresel sera gazı  emisyonlarının da sadece yüzde 10’undan sorumlu olduğunu ortaya koyuyordu.(2) (Resim 3) En zengin yüzde 10, yani dünyadaki tüketimin çoğunu yapan  750 milyon kişi ise toplam emisyonların yaklaşık yarısından sorumlu. Aynı  çarpıcılık kişi başına emisyonlarda da görünüyor. Gezegenin yüzde birlik kaymak  tabakasının ortalama kişi başı emisyonu 50 ton iken en yoksul yüzde 10’un (750 milyon  kişinin) kişi başı emisyonu sıfır! (Bu zaten dünyadaki açların sayısı değil  mi?) (Resim 4)
Kişi başı emisyon ilginç  bir gösterge. Küresel yıllık emisyonu dünya nüfusuna bölerseniz her yıl kişi  başına düşen emisyonu bulabilirsiniz. Küresel ortalama, yani herkes aynı  miktarda emisyondan sorumlu olsaydı kişi başına düşecek miktar yaklaşık 7 ton. İklim  değişikliğindeki sorumluluğunuzun dünya ortalamasının ne kadar üzerinde olduğunu  öğrenmek isterseniz kendi emisyonunuzu, yani yaptığınız tüketimle bir yılda ne  kadar sera gazı emisyonuna
neden  olduğunuzu hesaplayarak görebilirsiniz. Kişisel otomobiliniz varsa, uçağa  biniyorsanız, et yiyorsanız, beyaz eşya, elektronik, kişisel eşya ve giysi  tüketiminiz fazlaysa, oturduğunuz ev büyükse ve yeterli düzeyde enerji  tasarrufu önlemi almadıysanız, elektrik tüketiminiz Türkiye’deki gibi ağırlıklı  olarak fosil yakıtlardan kaynaklanıyorsa kişisel karbon emisyonunuz (ya da ayak  iziniz) dünya ortalamasının çok üzerinde çıkacaktır. Ülkeler arası  karşılaştırma da bu durumu net biçimde gösteriyor. ABD, Kanada, Avustralya gibi  hem tüketim düzeyi hem de fosil yakıt kullanımı fazla olan ülkelerde kişi başı  emisyon 20 tonun üzerindeyken, Japonya’da ve 1990’dan beri emisyonlarını  düşürmeyi başarmış olan AB’de ortalama hâlâ 10 tonun üzerinde bulunuyor. Ayrıca  ekonomileri çoğunlukla Asya ülkelerinde üretilen malları tüketmeye ayarlı pek  çok üst ve orta gelirli ülkede tüketim üzerinden hesaplanan emisyonların  üretimden kaynaklanan ulusal emisyonlardan daha yüksek olduğu görülüyor. (Çin’de,  tabii, üretim emisyonları tüketim emisyonlarından yüksek.) Oysa Filipinler,  Hindistan, Tanzanya gibi pek çok ülkede kişi başı emisyon 2-3 tonun bile çok altında,  hatta Bangladeş’te ve Afrika’daki en az gelişmiş ülkelerde 1 tonu bulmuyor.
Kişi  başı emisyon yükseldikçe bu emisyonun nedenleri arasında kişisel tüketim  ürünlerinin ve ulaşımın payı katlanarak artıyor. Sık sık uzak mesafeye seyahat  etmek, uzaklarda tatil yapmak, çok miktarda (ve endüstriyel) et yemek ve bütün  gününü ekran başında geçirmek emisyonları fırlatıyor. Yeni bir araştırmaya göre  2025’de telefonlar, bilgisayarlar, ya da kısaca internet ağına bağlı cihazlar  ve bunlar arasındaki veri alışverişi için harcanan elektrik enerjisi toplam  elektrik tüketiminin yüzde 20’sine ulaşacak. Bu hızla gidersek, 2020’de yüzde  3,5’e varacak olan iletişimin ve veri alışverişinin küresel sera gazı  emisyonlarındaki payı 2040’da yüzde 14’e çıkacak.(3) Yani medya ve eğlence  endüstrisi tarafından körüklenen dünyayı gezme hayallerinden yerinizden kalkmadan  izlediğiniz sosyal medya videolarına, daha güçlü otomobil merakından et  lokantaları modasına, uzak mesafeden taşınan endüstriyel gıdalardan dev ekran  televizyonlara kadar tüketim toplumuna dair her şey emisyon artışının durdurulamamasına  neden olarak, bir yandan da fena halde korktuğumuz küresel ısınmanın çığırından  çıkmasını daha erkene çekmemize neden oluyor.
Küresel mücadele elbette  kişisel tüketimlerden çok makro politikalara ağırlık veriyor. İklim değişikliğini  sınırlamak için dünyanın şu an -haklı olarak- odaklandığı nokta kömür tüketimi.  Bonn’da yapılan COP23 iklim konferansı, kömürcülerin oynadığı bütün oyunlara  (mesela Trump!) rağmen dünyayı kömüre dayalı enerji üretiminden vazgeçirmek  için devasa bir çaba harcandığına  dikkat çekiyordu. (
Resim 5, 6) Aralarında  İngiltere, Kanada ve İtalya’nın da olduğu 19 ülke 2030’a kadar kömürden tamamen  çıkacaklarını açıkladılar. Gerçi bu ülkelerin dünya kömür üretimindeki payı  yüzde 3’ten ibaretti, ama özellikle kömüre dayalı sanayi devrimini başlatan  İngiltere’nin aralarında olması bu hamlenin sembolik önemini artırıyordu.  Dünyanın en zengin insanlarından Michael Bloomberg’in ve Kaliforniya valisi  Jerry Brown’un da aralarında olduğu “küresel liderler” kömürden kurtuluş  planına maddi ve politik desteklerini açıkladılar. Bu adım yenilenebilir  kaynakların geleceği belirleyecek enerji üretim biçimi olduğunu bir kez daha  teyit ediyordu. Avrupa’da 293 tane kömürlü termik santral kaldığı, Polonya ve  Türkiye dışında yeni termik santral yapmaya niyetli pek bir ülke bulunmadığı ve  doğru bir politikayla 2030’a kadar Avrupa’nın kömürden temizlenmesinin zor  olmadığı dile getiriliyordu.(4) Sivil toplum örgütleri  dünya kömür endüstrisinin büyük kısmını oluşturan 775 şirketi tek tek  listeleyip yatırımlarını bu şirketlerden çekmek isteyen (
divestment) yatırımcılara yol gösterdiler.(5) Aralarında Norveç  emeklilik fonu, Axa Sigorta şirketi gibi devlerin de olduğu yatırımlarını kömürden  ve fosil yakıtlarından çektiklerini açıklayan şirket ve varlık fonlarının toplam  değerinin 5 trilyon doları aştığı söyleniyordu. Dolayısıyla emisyon düzeyi en  yüksek fosil yakıt olan kömürün geleceğinin parlak olmadığı ortada. Elektrikli  otomobillerin yükselişiyle petrolün de zaman içinde devre dışı kalmaya  başlaması işten değil.
Ama  bütün bunların çok geç olmadan gerçekleşmesi için, emisyonlara asıl neden olan,  yani cebinde harcayacak parası olan yüzde 10’un, (hatta yüzde 30’un -ki dünya  nüfusunun yüksek gelirli yüzde 30’unun küresel emisyonlardaki payı yüzde 80-)  iklim krizini görmeye ve önemini fark etmeye başlaması kritik öneme sahip.  Occupy hareketinin işaret ettiği yüzde 99’un, yüzde 1’e karşı direnmesi önemli  belki, ama o yüzde 99 içindeki, en azından “Batılı” ve kentli yaşam biçimine  sahip insanların kendi paylarını görmeleri, çözümü teknolojiden beklerken şeytanla  nasıl bir pazarlık içinde olduklarını fark etmeleri, sade ve ekolojik yaşamın  bir fantezi olmadığını görmeleri bence daha da önemli.  Kömürden çıkmak kritik bir ilk adım. Ama bu yaşam biçimini yenilenebilir kaynaklarla  da olsa aynen sürdürürken iklim krizinden kurtulmanın mümkün olmadığını anlamak  gerekiyor. Elbette bu mücadelenin demokrasi, barış ve adalet için verilen  mücadeleden ayrılamayacağını da.
NOTLAR
1. Alvaredo, F.; Chancel, L.; Piketty, T.; Saez E.;  Zucman, G. (ed.), 2017, World Inequality  Report:2018, World Inequality Lab. http://wir2018.wid.world/files/download/wir2018-full-report-english.pdf [Erişim: 10.12.2017]
2. Oxfam tarafından 2 Aralık 2015 tarihinde yapılan basın açıklaması: “Extreme  Carbon Inequality”, www.oxfam.org/sites/www.oxfam.org/files/file_attachments/mb-extreme-carbon-inequality-021215-en.pdf [Erişim: 10.12.2017]
3. Climate Home News. “İklim değişikliğini o da körüklüyor:  2025’de elektriğin beşte birini internet tüketecek”, (çev.) Ali Serdar Gültekin,  Yeşil Gazete, 15 Aralık 2017. https://yesilgazete.org/blog/2017/12/15/iklim-degisikligini-o-da-korukluyor-2025de-elektrigin-beste-birini-internet-tuketecek
4. “Europe Beyond  Coal”, https://beyond-coal.eu
5. Listeye ulaşmak için: “Global  Coal Exit List” https://coalexit.org
 
 
 
			
			
			Bu icerik 6672 defa görüntülenmiştir.