331
EYLÜL-EKİM 2006
 

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

TÜRKÇE ÖZET

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR

MİMARLIK’tan 331



KÜNYE
DOSYA: Çağdaş Cami Mimarlığı

Ucube Camilerden Öteki Camilere - Mea Architectura Mea Culpa

Gürhan Tümer

Prof. Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü

Doğu’da, Arabistan’dan İran’a, İran’dan Hindistan’a, Hindistan’dan Endonezya’ya, Batı’da, Anadolu’dan Balkanlar’a, Balkanlar’dan İspanya’ya, Güney’de, İspanya’dan Afrika’ya, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan cami mimarisi, Hz. Muhammed’in İslâm dinini yaymaya başladığı tarihten, yani İS 7. yüzyılın başından günümüze, yani 21. yüzyılın başına uzanan, yaklaşık 1400 yıllık bir zaman dilimi boyunca, kâh çok kolonlu Arap camileri, ulucamiler; kâh kocaman, görkemli bir taçkapısı olan Divriği Cami; kâh at nalı biçimindeki kemerlerle taşınan Kordoba Cami; kâh minik, sevimli Şemsi Paşa Cami; kâh avlusuyla birlikte, içine 100.000 kişiyi alabilen ve minaresinin yüksekliği 200 metreyi bulan II. Hasan Cami; kâh kusursuz bir başyapıt sayılan Selimiye Cami; kâh Osmanlı’nın, o günlerin koşullarına uygun olarak inşa ettiği bu başyapıtları kopyalayan Kocatepe Cami ya da Şişli Cami; kâh bambaşka bir estetik anlayışıyla biçimlenmiş olan Afrika camileri ve kâh, doğu batı, köy kent ayırımı yapmaksızın, ülkemizin hemen her yerinde mahalle aralarında, apartman katlarında, şehirlerarası karayollarının kıyılarındaki benzincilerde karşımıza çıkan ucube camiler gibi, birbirinden çok farklı yapıtlar ortaya koyarak, ülkeden ülkeye yöreden yöreye, çağdan çağa değişen ürünler vererek süregelmiştir.

Yukarıda kısaca, “pek acayip” anlamına gelen “ucube” sözcüğüyle belirttiğim camilerin “ucube” mimarileri, ülkemiz mimarlığının önemli sorunlarından biri olmasına karşın, Avrupa Birliği’ne uyum, çevrenin korunması, Galataport ihalesi, Dubai Kuleleri gibi çeşitli konuların öne çıkmasından, çıkarılmasından ya da daha başka birtakım nedenlerden dolayı, gündemde pek yer alamamakta, yeterince tartışılamamaktadır.

Ben bu yazımda, bu konuyu, hayli farklı olduğuna inandığım bir açıdan bakarak ele almayı öngörüyorum.

Evet, dünyanın en güzel camilerinin bulunduğu bu topraklarda yer alan, ancak, hiçbir estetik kaygı duyulmaksızın biçimlendirilmiş olan bu camiler, birer “ucubedirler”, birer “hilkat garibesidirler”, birer utanç kaynağıdırlar, ağlanacak ve gülünecek durumdadırlar. Aslına bakılırsa, her yapının bir mimarlık yapıtı olmadığını, örneğin, arabaları güneşten koruyan bir sundurmanın sadece bir yapı, Lincoln Katedrali’nin ise bir mimari yapıt olduğunu ileri süren Pevsner’in savını ilke olarak kabul ettiğimizde, o camilerin, mimarlıkla uzaktan yakından ilgili olmadıklarını bile söyleyebiliriz.

Madalyonun bir yüzü böyle. O yüze, o yüzdeki ucube camilere baktığımda, birçok meslektaşım gibi, olumsuz duygulara kapılıyorum; o binaları sevmiyorum, onların, 14 yüzyıllık cami mimarisinin yüz karaları olduklarına inanıyorum; onları görmek istemiyorum, onların yok olmalarını istiyorum.

Ancak, her madalyon gibi, bu madalyonun da, bir yüzü daha var, öteki yüzü var. Başkalarını bilmem ama, ben, madalyonun o yüzüne, öteki yüzüne baktığımda, orada gördüğüm bu tür camileri, çok farklı değerlendiriyorum.

Evet, o camiler, orada da ucubeliklerini, hilkat garibeliklerini, eciş bücüşlüklerini, estetik kaygılardan yoksunluklarını sürdürüyorlar sürdürmesine ama, bu kez, ben onları seviyorum; daha dün, onları kıyasıya eleştirirken, yerden yere vururken, bugün, onlara güler yüzle bakıyorum, onlara selâmlar, öpücükler yolluyorum. Onların, en uyduruk malzemelerle, neredeyse soba borularıyla, gaz tenekeleriyle yapılan ve birçoğu, kötü, ucuz oyuncaklara benzeyen; kimileri gerçekte değil de, ancak duvarlara çizilen renkli resimlerinde varolan; kimi zaman, beşinci kattaki bir apartmanın ya da işyerinin penceresinden pervasızca fırlayan; serçe parmağı kalınlığındaki ve onun boyundaki, bizim ölçülerimizden çok, Swift’in, “Gulliver’in Seyahatleri” başlıklı kitabından tanıdığımız cüce insanların, Lilliputlar’ın ölçülerine uygun olan minarelerini; küçücük bir köydeki bir avuç cemaate değil de, yine Gulliver’in kitabında yer alan dev insanların ülkesi Brobdingnag’daki kalabalık bir Müslüman topluluğu hizmet verecekmiş gibi tasarlanan ve inşa edilen kocaman mekânlarını; o mekânları örtmeye çalışan ve kubbeden çok takkeye ya da habbeye benzeyen üst örtülerini, son derece ilginç, son derece eğlenceli buluyorum. Onları, sanat tarihinde, sanat felsefesinde önemli bir yeri olan ve “çirkinin dayanılmaz güzelliği”, “kiçin dayanılmaz çekiciliği” gibi deyimlerle ortaya koyduğum yaklaşım uyarınca seviyorum. Bir açıdan bakıldığında, mimarlık dünyasını kirleten, karartan o talihsiz camilerin, bir başka açıdan, MEA ARCHITECTURA MEA CULPA açısından bakıldığında, tam tersine, mimarlığı aydınlattıklarına, şenlendirdiklerine, ona zenginlikler kattıklarına inanıyorum.

Burada önemli bir açıklama yapmam gerekiyor.

Yukarıda söylediklerime bakıldığında, yazımın bundan sonraki bölümünde, o ucube camileri daha ayrıntılı bir biçimde ele alarak, daha yakından incelemem beklenir. Oysa, ben bunu yapmayacağım. Bunun yerine, tıpkı yazımın başlığında olduğu gibi, bundan sonra sözü, “ucube camilerden” “öteki camilere” kaydıracağım ve aralarında, mimarlık tarihi kitaplarında, önemli bir yer kaplayan görkemli başyapıtların, bir Süleymaniye Cami’nin, bir Sultanahmet Cami’nin de bulunduğu bu camilerin, yapımlarında kullanılan ilginç parasal kaynaklar, taşıdıkları tuhaf adlar, yüklendikleri beklenmedik işlevler, onlarla ilgili şaşırtıcı benzetmeler gibi, değişik, alternatif ölçütler açısından ele alındıklarında, yani, madalyonun öteki yüzündeki görüntülerine bakıldığında, onların da, birer MEA ARCHITECTURA MEA CULPA olduklarını göstermeye çalışacağım.

CAMİ YAPIMINDA KULLANILAN İLGİNÇ PARASAL KAYNAKLAR:

Deniz Kızları, Altın Dolu Küpler, Yenmeyen Yiyecekler vb.

Söze, işin ta başından, camilerin yapımında kullanılan finans kaynaklarından başlayacağım.

Bilindiği gibi, bina yapmak pahalı bir iştir. Bırakın görkemli sarayları, kocaman köşkleri, dev alışveriş merkezlerini, gökdelenleri, küçücük bir evin yapımı bile, büyük paralar gerektirir.

Bu işler için gerekli olan kaynaklar, ay ay, damla damla, yıllarca biriktirilen maaşlardan, alınır alınmaz bankaya konulan emekli ikramiyelerinden, dolgun miraslara, banka kredilerine, uluslararası finans ortaklıklarına ve nihayet, aklanan kara paralara uzanan değişik yöntemlerle sağlanmaktadır.

Gerçek budur, böyledir. Ama düşleri devreye soktuğumuzda, efsaneleri, öyküleri dikkate aldığımızda, bunlardan çok farklı, çok değişik, inanılmayacak kadar değişik, tuhaf, insanın ağzını açık bırakacak kadar tuhaf birtakım kaynaklarla karşılaşıyoruz.

Örneğin, Firavun Keops’un, kendi adıyla anılan dev piramitin yapım giderlerini, bir genelevde çalışmaya zorladığı kızının sırtından çıkardığı söylenir.

Mimari bir yapıtın yapımında kullanılacak parayı kazanmak için bu yönteme başvuran yalnızca Mısır Firavunu Keops değildir. Herodot Tarihi’ne göre, Lidya Kralı Kroisos’un babası Alyattes’in mezarı da, “küçük esnafın, el işçilerinin ve aşk satıcısı küçük kızların topladıkları paralarla yükseltilmiş bir anıttır.” (1)

Bir Çek efsanesine göre ise, Prag’daki Pinkaş Sinagogu, binaya adını vermiş olan yoksul Yahudi Pinkas’ın evinin penceresinden içeriye atılan ölü bir maymunun karnından çıkan altınlarla inşa edilmiştir.(2)

Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Ama ben sözü hemen, bu yazının asıl konusuna, camilere, bu binaların yapımında kullanılan ilginç kaynaklara getirmek istiyorum.

II. Bayezid’in, kendi adıyla anılan, Doğan Kuban’ın deyimiyle, “Osmanlı mimarisinin gelişmesinde bir eşik” olan ve “Sinan’a, tarihten gelen en yoğun mesajı ileten” caminin, Beyazıd Cami’nin, denizden çıkarılan bir denizkızının gösterdiği yerde bulunan altınlarla yapıldığı söylenir. Benzer bir öykü, Fatih’in sadrazamı Mahmut Paşa’nın yaptırdığı cami için de anlatılır.Bu öyküye göre, paşa, toprak altından çıkarılan altınları, inşaatta çalışan işçilere dağıtmıştır.(3)

Ne var ki, Osmanlı geleneklerine göre, özellikle padişahların inşa ettirdikleri ve genellikle kendi adlarını taşıyan, büyük, görkemli, prestijli imparatorluk camilerinin, “meşru”, “helâl” sayılabilmesi için, yapım giderlerinin “dış hazineden”, yani devletin halktan topladığı vergilerden değil, “iç hazineden”, yani padişahın kişisel gelirlerinden, daha da iyisi, fetihlerden elde edilen ganimetlerden karşılanması gerekir.(4)

Bu bakımdan, Bayezid Cami’nin durumu tartışmalıdır. Bu padişah, babası Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’u fethinden hemen sonra yaptırdığı Fatih Cami’nin giderlerini karşılamak için, yeni vergiler koyduğunu, bu nedenle o caminin, “meşru” sayılamayacağını ileri sürenler olmuştur. (5) Anadolu’yu kasıp kavuran Celâli İsyanları’nın, Kuyucu Murat Paşa tarafından, çok kanlı bir biçimde bastırılmasından sonra I. Ahmed’in yaptırdığı Sultanahmet Cami de, bu padişahın, hiç savaşa gitmemiş olması nedeniyle, ulema tarafından tepkiyle karşılanmış, eleştirilmiştir. (6)

İzmir’deki Hisar Cami ile ilgili bir söylentiye göre ise, Odun Pazarı’ndaki bir dükkanda ortak olarak çalışan üç kişiden biri, memleketi olan Şam’a gider ve orada 8 ay kalır. Döndüğünde, iki ortağının ona verdiği parayı çok bulur, çünkü onu hak etmediğine inanır ve o paranın fazlasını bir caminin yapımında kullanır. “Kuşlu Cami” olarak da bilinen Hatuniye Cami’nin yapımında kullanılan paranın kaynağına ilişkin öykü ise şöyledir: Bir demircinin, bir cami yaptırmaya karar verdiğini öğrenen bir grup eşkıya, demirciyi tehdit ederek, cami parasını ele geçirir. Adamın karısının yalvarmalarını kabul eden Tanrı’nın, eşkiyaların başının ölmesini sağlanması üzerine, paralarına kavuşan demirci, camiyi karısının adına yaptırır. O caminin adının “Hatuniye Cami” olmasının nedeni budur.

Son olarak, çok ilginç iki finans kaynağı daha: Birincisine göre, Keçeci Hayrettin ya da Adanalı Şakir Efendi adındaki bir adam, canı bir şey yemek istedi mi, kendini tutarak ve o yiyeceğin bedeli olan parayı bir yana ayırarak sağladığı birikimle, bir cami yaptırmıştır. (7) İkincisinde ise, aynı anda üç kişiyi birden tıraş edebilecek kadar usta bir berber olan Nureddin Hamza’nın, böyle çalışarak kazandığı parayla yaptırdığı camiden söz edilir. (8)

ADI İLGİNÇ CAMİLER: “Sanki Yedim Cami”, “Kaybolan Cami”, vb.

Kimi camileri ilginç kılan, onları MEA ARCHITECTURA MEA CULPA sınıfına sokan özellikler, ne yapımlarında kullanılan kaynaklar, ne bir şeye benzemeyen mimarileri, ne de o gülünç minareleridir. Bunların bütün ilginçlikleri, onların bir parçası olan tuhaf adlarıdır.

Gerçekten de, örneğin Edirne’deki o görkemli caminin “Selimiye” adını taşıması kimseyi şaşırtmaz ama, az önce de belirttiğim gibi, Keçeci Hayrettin’in, “nefsine hâkim” olup, canının her istediğini yemeyerek biriktirdiği parayla yaptırdığı camiye verilen “Sanki Yedim Cami” adının, sıradan bir ad olmadığını, sanırım herkes kabul edecektir.

İstanbul’un Vefa semtindeki Vefa Kilise Cami de öyle bir camidir; çünkü iki dinin ibadet yapısının, hem kilisenin, hem de caminin adını taşımaktadır. Bu durumu, o binanın, Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği sırasında, Hagios Theodoros Kilisesi iken, Bizans’ı yıkan Osmanlı’nın, o camiyi yıkmayıp camiyi çevirmesiyle açıklayabiliriz. Vefa Kilise Cami’nin öteki adının Molla Şemseddin Cami olduğunu da hemen belirteyim. (9)

Beylerbeyi’nde, Abdullah Ağa Caddesi ile Beybostanı Sokağı’nın birleştiği yerde, Beylerbeyi Sarayı’nın karşısında yer alan ve III.Murat’ın bostancıbaşısı Abdullah Ağa tarafından yaptırıldığı için “Abdullah Ağa Cami” adını taşıyan caminin bir adı da, “İstavroz Cami”dir.(10) Bu ad da, bir cami için oldukça ilginçtir; çünkü, tıpkı az önce değindiğim Kilise Cami gibi, Müslümanlar’a özgü bir ibadet mekânı olmasına karşın, Hıristiyanlar’ın en kutsal simgelerinden biri olan istavrozu, yani haçı içermektedir.

Kilise-cami kavramlarının farklı bir türüne, Viyana’daki Karlskirche örneğinde rastlıyoruz. Bu kilise, açılan yarışmayı kazanan Johann Bernhard Fischer tarafından, 18. yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır. Bu Barok binadan burada söz etmemin nedeni, Kutsal Kitap’taki efsanevi Süleyman Tapınağı’nın etkisiyle tasarlanan (11) ve camilerin minarelerini çağrıştıran iki kuleye sahip olması; bu nedenle camiye benzeyen bir kilise, bir başka deyişle, bir “kilise-cami” gibi algılanmasıdır. O binayı böyle algılayanlar arasında, “Ahmet Mithat Efendi de vardır. Baki Asiltürk, bu yazarın bu binaya ilişkin tepkilerini şöyle özetler:

“[Ahmet Mithat Efendi], bu mabedi görünce, ‘vehleten [anında] yüreğinin hopladığını’ söyler. Çünkü bu, dışarıdan bakılınca, iki minareli bir cami görüntüsü vermektedir. Önce, bunun, Avusturya’daki Müslümanlar için yapılmış bir cami olduğunu zanneder. Fakat elindeki şehir kılavuzuna bakınca, buranın, XVIII. yüzyıl başlarında, İmparator VI. Charles tarafından, vebanın defedilmesine şükran hatırası olarak yaptırılmış bir kilise olduğunu anlar.”(12)

İtalyan mimar Raimondo d’Aronco’nun, gerek planını, gerekse minaresini sekizgen olarak tasarladığı Karaköy Cami, bu mimarın en başarılı yapıtları arasında yer almaktadır ama, ne yazık ki, 1958 yılında, “Yıldırım Yıkma Harekâtı” ile, Karaköy Meydanı’nın yeniden düzenlenmesi sırasında yıkılmıştır. Ancak, aynı dönemde gerçekleştirilen başka yıkımlardan farklı olarak, bu yapının, bulunduğu yerden sökülüp, Kınalıada’da tekrar kurulması öngörülmüştür. Ne var ki, bu amaçla taşları tek tek numaralanan bina, o taşların kaybolması nedeniyle Kınalıada’da da, başka bir yerde de tekrar inşa edilememiştir. Bu camiden burada sözetmemin nedeni, onun, sökülen parçaları kaybolduğu için çok eğlenceli bir biçimde “Kaybolan Cami” olarak adlandırılmış olmasıdır. (13)

Miss Pardoe’ya gelince, o, Eyüp’te, “yüksek ağaçların arasında neredeyse kaybolmuş” ve “mütevazi minaresi, temelinden alemine kadar mat kırmızıya boyanmış” küçük bir cami gördüğünü; bu caminin, “tüyler ürpertici” adının “Kan Cami” olduğunu yazar. (14)

Sâî Mustafa Çelebi, ünlü yapıtı “Tezkiretü’l-Bünyan’da, Sinan’dan önce mimarbaşılık yapmış olan Mimar Acem Alisi’nin, Zeyrek’te inşa ettiği caminin, “Mimar Cami” diye adlandırıldığını, bu yapının, “Örümceksiz Dede Cami” olarak da bilindiğini söyler. (15)

Yukarıda sözünü ettiğim adı ilginç camilerin tümü İstanbul’dadır. Ama, 1976-1978 yılları arasında, Rodos’ta başkonsolosluk yapmış olan Zeki Çelikkol’un, “İstanköy’deki Türk Eserleri ve Tarihçe” başlıklı kitabında yer alan “Moruk Cami” (16), adı ilginç camilerin, payitaht dışında da varolabildiğini göstermektedir.

CAMİLERİN BAŞKA İŞLEVLERİ

Camilerin Tanrı evi, ibadet yeri olduğunu, bu nedenle de bu binalara, bu mekânlara başka işlevlerin, özellikle de politik boyutu olan işlevlerin yüklenmemesi gerektiğini savunanlar; bu sakınmanın, başta laiklik, irtica gibi konular olmak üzere dinle, dinin toplumdaki yeriyle ilgili tartışmaların zaman zaman çok yoğunlaştığı, çok sertleştiği ülkemiz için özel bir önem taşıdığını düşünenler vardır. Bu gibilerin büyük ölçüde haklı olduklarını yadsımak olanaksızdır.

Ne var ki, ta baştan, Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemden başlayarak, tarihsel süreç içinde, camilerin, tam tersi bir gelişme gösterdikleri, yani daha açık bir deyişle, birçok İslâm ülkesinde, bu mekânlarda, toplumdaki çeşitli sorunların gündeme getirildiği de bir gerçektir. Cuma hutbelerinin bu sorunlardan söz etmeleri, bunun bir kanıtıdır. Camilerin, Yunan agoralarına ya da Roma forumlarına benzediklerini ileri süren Martin Frishman’ın haklı olmasının nedeni de budur. (17)

Safaeddin Karanakçı adlı bir vatandaşın, 7 Ocak 1950 tarihli Ulus Gazetesi’nde yayımlanan şu yazısı, o kişinin camilerin ibadet dışı işlevler için kullanılmasını onaylamadığını ortaya koymaktadır:

“Türk mimarisinin eşsiz ve ölmez bir eseri olan Yeni Cami’nin Eminönü’ne bakan merdivenleri, yaz günlerinin muhtelif saatlerinde, işsiz güçsüz hemşehrilerimizin kanepesi ve hatta yatağı vazifesi görmektedir. Bu eşsiz eserimizin Mısır Çarşısı tarafındaki merdivenleri, yine günün muhtelif saatlerinde, işsiz güçsüz kimselerin, kadınlı çocuklu ailelerin yemekhanesi gibidir. Yazın, koltuğuna yarım somun, bir iki domates tanesi veya bir karpuz sıkıştıran, burada yemek yer”.

1889 Paris Sergisi’nde kurulan Kahire Sokağı’nda bir cami, Mısırlı ziyaretçileri iğrendirmiş ve utandırmıştır; çünkü o sokakta sergilenen o caminin cephesinin ardında bir kahvehane bulunmaktadır ve o kahvehanede de, Mısırlı kızlar genç erkeklerle dans etmektedirler. Özetle, orada, caminin bir eğlence mekânına dönüştürülmesi sözkonusudur. Kahire Sokağı, cıvıl cıvıldır, eğlencelidir; ama birçokları için, etik, dinsel değerlere saygısızdır. (18)

Orhan Alsaç, Kahire Sokağı gibi çok uç örneklerin dışında, dinsel binaların, camilerin, kiliselerin, fildişi kuleler olarak değil, halkın yoğun bir biçimde kullandığı mekânlar olarak algılanmaları gerektiğine inanır ve bu inancını, 1950 yılında yayınlanan Mimarlık Dergisi’ndeki, “İmar Eserlerini Koruyalım Derken” başlıklı yazısında şöyle dile getirir:

“Bütün Hıristiyanlığın en büyük eserlerinden olan Roma’daki Senpiyer kilisesinin önündeki meydanda çocukların oyun oynadıklarını, etrafındaki merdivenlerde, büyüklerin oturup onları seyrettiklerini, dinlendiklerini, çorap örerek, gazete okuyarak, dedikodu yaparak vakit geçirdiklerini, civardaki inşaatta çalışan amelelerin paydosta oturup yemek yediklerini, böyle hem mimari bakımdan, hem de şehircilik bakımından çok değerli olan bu meydanları, merdivenleri canlandırdıklarını, onları evlerinin bir odası halinde kullandıklarını ve böyle de olması gerektiğinin lâzım geldiğini görmeyen ve bilmeyen bir küçük şehir belediyesinin kesin tedbirler alarak, şehircinin ve mimarın özene bezene ve sonsuz hayaller kurarak yaptığı eserlerin etrafını bomboş bırakıp, onları yalnızlıktan öldürmesi mümkündür”.

İngiliz Kraliyet Ordusu’nda binbaşı olarak görev yapmış olan babasıyla birlikte, 1835 yılında İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe ise, Süleymaniye Cami’nin, dinle hiçbir ilişkisi olmayan bir amaçla da kullanıldığını, anılarında şöyle dile getirir:

“Yapının bütün kuzey tarafı boyunca uzanan açık bir galeri, çeşitli boy ve şekillerde birbirinin üzerine yığılmış ve özenle işaretlenmiş sandıklarla dolu; sandıklar, başta altın, gümüş ve ziynet olmak üzere zengin hazinelerle dolu; bunlar ülkeden ayrılma, aile anlaşmazlıkları ya da başka nedenlerle, varlıklarını bırakacak emin bir yer arayan kişilerin malları. Her paket kesin olarak tanımlanmış ve titizlikle kapatılmış. Mallar Süleymaniye’de yetkililer tarafından teslim alınıyor ve ulusal krizlerden ya da yönetim değişikliklerinden etkilenmeksizin, orada güven içinde duruyor. Ne kadar beklenmedik veya olağandışı olursa olsun, hiçbir olayda emanetin kutsallığının bozulmasına izin verilmiyor; kazalara karşı mallarını emniyete almak isteyen insanlarda millet veya din ayırımı gözetilmiyor […] İnsanlar gönül rahatlığıyla mallarını emanete teslim ediyorlar; kişi yirmi beş yıl, hatta ne kadar uzun süre isterse, malını almayabilir, ama hiçbir mühür kırılmaz, hiçbir kilit zorlanmaz.”(19)

Bu kurumu, bir “ulusal banka” olarak nitelendirilebileceğini söyleyen Miss Pardoe çok haklıdır. Ben ise, daha da ileri gidip, görkemli kubbesi, etkileyici iç mekânı ve insanı hayran bırakan görünüşüyle, cami olarak, mimarlık tarihinde önemli bir yeri olan Süleymaniye’nin, yukarıda anlatılan işlevi sözkonusu olduğunda, sıradan bir bankaya değil de, sağlam bir İsviçre bankasına benzediğini kabul etmenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu işlevin, “Süleymaniye Cami’nin kendine has bir özelliği” (20) olduğunu söyleyen Miss Pardoe yanılmıştır; çünkü Antik Dünya’nın 7 harikasından biri sayılan Efes Artemision’u, yani bir zamanlar Efes’te bulunan, şimdi ise yerinde yeller esen Artemis Tapınağı da benzer bir ek işleve sahiptir. Ancak, Süleymaniye Cami’nde emanet işleri ağır basarken, Artemis Tapınağı’nda banka işlevi öne çıkmaktadır. Halikarnas Balıkçısı, Artemision’un bu özelliğini şöyle anlatır:

“[Artemision] dünyadaki en zengin yatırım bankasıydı. Yatırım yapma hakkından yararlanabilen vatandaşlar, para ve değerli eşyalarını buraya koyarlardı. Senet karşılığı, ödünç para da dağıtılırdı […] Efes’in bir adı da, Genel Asya Bankası’ydı. İşte böylece, Artemision, bir yakarı yeri ve el emeği güzel şeylerin üretildiği Pazar olmaktan başka, aynı zamanda bir kredi kuruluşuydu ki, uluslararası niteliği ile de, bu tür kuruluşların ilkini oluşturuyordu. Bugünkü bankacılığın öncüsüydü yani.” (21)

Platon’un son yapıtı olan “Nomoi”de (“Yasalar”), yöneticilerin seçiminin “kentteki en değerli tapınakta” yapılacağı yazılıdır (22) ki, bu, o binaların, en azından seçimler sırasında, politik mekânlara dönüştükleri anlamına gelir.

İncil’de yer alan şu satırlar ise, Hz. İsa zamanında da, tapınakların çeşitli işler için, bu arada ticari amaçlarla kullanıldığını ve peygamberin bu durumu hiç mi hiç onaylamadığını; hep barışı savunmasına, iyi bir Hıristiyan’ın bir yanağına tokat yediğinde öteki yanağını çevirmesi gerektiğini söylemesine karşın, mabetteki bu tür işlevlerle karşılaştığında çok kızdığına,sert tepki gösterdiğine tanık oluyoruz:

“Ve İsa Allah’ın mabedine girdi, bütün mabette alış-veriş edenleri dışarı attı, sarrafların masalarını ve güvercin satanların iskemlelerini devirdi. Ve onlara dedi: ‘Benim evime dua evi denilecek’ diye yazılıdır, fakat siz onu haydut ini yapıyorsunuz.” (23)

Dinginlik, barış, hoşgörü mekânları olması gereken camilerin, zaman zaman, tam tersine, savaşlarla ilgili işlevler yüklendikleri ya da birtakım çatışmalara sahne oldukları görülmektedir. Örneğin, Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Rus komutanın ileri sürdüğü koşulların Osmanlılar tarafından kabul edilmemesi durumunda İstanbul’a yürüyeceğini bildirmesi üzerine, II. Mahmud “Meşveret Meclisi”ni Fatih Cami’nde toplantıya çağırmıştır ve bu toplantının sonunda “cihat” kararı alınmıştır. (24)

Koyu Hıristiyan bir ülkenin, İtalya’nın, sanat dolu kenti Floransa’da, “On Emir”den birinin “Öldürmeyeceksin” olmasına aldırmayan Pazzi ve Medici ailelerinin temsilcileri, Brunelleschi’nin yaptığı, mühendislik harikası dev kubbesiyle ünlü Santa Maria del Fiore Katedrali’nde, 26 Nisan 1478 günü çatışmışlar ve bu çatışma sonunda, Julien adlı bir Medici, yaşamını yitirmiştir. (25)

Bu cinayetten tam 144 yıl sonra ise, bu kez Sultanahmet Cami’ni basan yeniçerilerden 6 tanesinin katledilmesine ilişkin ferman, Feridun Efendi ve Hayali Çelebi tarafından, bu caminin içinde, bu camideki “bir ebedi bahar şenliği içindeki çinilerin önünde” imzalanmıştır. (26) Olay bu kadarla kalmamış, Osmanlı Mimarisi’nin başyapıtlarından biri olan bu zarif, bu aydınlık cami, hüküm giyen yeniçerilerin boğdurulup, cesetlerinin, önündeki meydanda bir çınar ağacının dallarına asılmasına da tanık olmuştur. (27)

Mithat Cemal Kuntay ise, ünlü romanı “Üç İstanbul”da, ‘93 Harbi, yani Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, sefil durumdaki askerlerin, camileri yatakhane, hastane kovuşu gibi kullandıklarını; muhacirlerin “kubbenin baş aşağı bir kuyuya benzeyen boşluğunda, uyurken bile uzanamadıklarını”; bu insanların “birinin topuğu ötekinin ensesinde” yattıklarını anlatır. (28)

Bu konuda, yukarıdakilerden çok daha tuhaf, çok daha şaşırtıcı, çok daha ilginç örnekler de vardır. İki ünlü Türk ressamının, Çallı İbrahim ile Namık İsmail’in, Sultanahmet Cami’nin bir resim galerisine dönüştürülmesini, galerinin ışık alması için de, caminin kubbesinde delikler açılmasını önermeleri, bu örneklerden biridir. (29)

Neyse ki, bu istek, Sanayi Nefise Encümeni tarafından reddedilmiştir, böylece Mavi Cami’nin işlevinin binayı yıkıp dökerek değişmesinin önüne geçilmiştir ama, Bursa’yı işgal eden Timur’un bu kentteki Ulucami’yi hayvanları için ahır olarak kullanmasını kimse engelleyememiştir.

CAMİLERİ BENZETMEK

İnsanlar, bir şeyleri bir şeylere benzetmeyi severler. Divan edebiyatı, “teşbih-i mufassal”, “teşbih-i mücmel”, “teşbih-i beliğ” diye adlandırılan çeşit çeşit benzetme türüyle doludur. Kimi divan şairleri, sevgililerinin boyunu selviye, gözlerini bademe, dudaklarını kiraza benzetirken, Ahmet Haşim, bir şiirinde, “Akşam, lekesiz, saf, iyi bir yüz gibi akşam” diyerek, insan yüzüyle akşam vakti arasında bir benzerlik kurar, bir “teşbih-i mufassal” oluşturur. Nedim ise, o çok ünlü kasidesinde, İstanbul’u, bir “gevher-i yekpâre”ye (tek parçadan oluşan bir mücevhere) ya da “Hurşid-i cihan tâb”a, yani dünyayı aydınlatan güneşe benzetir.

Kimi zaman da, benzeyen ya da benzetilen şey, mimari bir yapıt, bir bina olur. Örneğin, Victor Hugo, Gutenberg’in matbaayı icat etmesinden bu yana basılan kitapları “bin katlı bir bina” olarak niteler; Shakespeare’in yapıtından ise, “katedral” diye söz eder. Hugo, ayrıca, Paris’in vazgeçilmez anıtlarından biri olan Notre-Dame Katedrali’ni, “ayakları olan kolonlarla yürüyen […] bir çeşit olağanüstü file” benzetir. Birtakım insanlar da, Paris’in asla vazgeçemediği bir başka anıtsal yapıyla, Eiffel Kulesi’yle fallus arasında apaçık bir benzerliğin bulunduğunu ileri sürerler.

Ahmet Hamdi Tanpınar ise, kardeşine Paris’ten yazdığı bir mektupta, bu kentten aldığı şık bir ayakkabıyı, bir ayakkabıcının değil de bir mimarın, hem de Mimar Sinan’ın elinden çıkmış bir mimari yapıt gibi düşündüğünü söyleyerek, ayakkabıyla bina arasında, hayli ilginç bir benzerlik kurar. (30)

Sedad Hakkı Eldem de, Mimar Dergisi’nin, Kânunusani 1931 tarihli 1. sayısında, “Mimar Alişanzade Sedat Hakkı” imzasıyla yayımlanan “İstanbul ve Şehircilik” başlıklı makalesinde, Selimiye Kışlası’nı, devrilmiş bir bilardo masasına benzetenlerin bulunduğunu; bir arkadaşının da Taksim Anıtı’nı, “büyük bir masanın ortasında [duran] bir konsol saatine” benzettiğini yazar.

Mimarlık alanındaki kimi benzetmelerde ise, benzeyen ya da benzetilen öğeler, bu yazının konusunu oluşturan camilerdir. Bu bağlamda, Nedim, İstanbul’un camilerinin her birinin bir “kûh-i tecelli” (“görünen dağ”) olduğunu söylerken, bu kenti ziyaret etmiş olan Norveçli yazar Knut Hamsun o binaları, “Nuh’un Gemisi’nin bir benzeri” olarak niteler. (31) Ahmet Haşim, “Beş Şehir” ’in İstanbul’a ayırdığı bölümünde, Eminönü’ndeki Yeni Cami’yi bir “masal gemisi” olarak görür. (32)

Aşağıdaki satırlar, Sultanahmet, Şehzade, Süleymaniye gibi başyapıt niteliğindeki camilerin çeşitli şeylere benzetilmesine ilişkin bölümler içeren iki ünlü kaynaktan, Sultanahmet Cami’nin mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa’nın yaşamını ve yapıtlarını konu alan, adı geçen camiyi bol bol öven “Risale-i Mimariye” ile, Sâî Mustafa Çelebi’nin kaleme aldığı ve Sinan’dan, Sinan’ın yapıtlarından söz eden “Tezkiretü’l-Bünyan” ve “Tezkiretü’l-Enbiye” adlı kitaplardan alınmıştır.

“Risale-i Mimariye”deki, Sultanahmet Cami odaklı benzetmeler, İstanbul Ansiklopedisi’nde şöyle özetlenmiştir:

“Cafer Çelebi, İslâm’da yaygın olan bir metaforla, dünyayı bir camiye benzetir […Sultanahmet Cami’nde] “mihrap gökkuşağına, mahfiller dağlara benzer. Caminin içi bir gül bahçesidir.” (33)

Sâî Mustafa Çelebi’nin, “Ustaların ustası Mimarbaşı Abdülmennanoğlu Sinan’ı anlatan Tezkiretü’l-Bünyan adlı kitabında ise, Şehzade Cami’nin kubbeleri “güzellik denizinin kabarcıkları”na, “renkli kemerleri gökkuşağı”na (34); “iki minaresi” de, “aydınlık gönüllü bir ihtiyarın önünde ayağa kalkmış, [hizmete hazır bekleyen] uzun boylu, yakışıklı gençler”e benzetilir. (35) Yine Sâî Mustafa Çelebi’ye göre, Süleymaniye Cami’nin ayrı ayrı yerlerden getirilen dört ana sütunu “Dört Halife” gibi, kemerleri de “güzellerin kaşları” gibidir. (36)

Mehmet Akif ise, “Safahat”ında yer alan, “Fatih Cami” başlıklı şiirinde “Yatarken yerde ilhâdiyle haşr olmuş sefil efkâr, / Yarıp edvarı yükselmiş bu müthiş heykel-i ikrar […] Derağuş etmek ister nâzenin-i bezm-i lâhûtu / Kol açmış her menarı sanki bir ümmid-i cûretkâr / O revzenler, nazarlardan nihan didara müstağrak / Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrar” diyerek bu camiyi bir “iman heykeline”, bu caminin minarelerini “ümitli bir aşığın uzanmış kollarına”, pencerelerini de “gözlere” benzetir. (37)

(1) Herodotos, 1973, Herodot Tarihi, Çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, s.56.

(2) Rybar, Ctibor, tarih yok, Jewish Prague – Guide to the Monuments, Çev. Joy Turner Kadeckova, Slavoş Kadecka, yayınevi yok, Çekoslavakya, s.226.

(3) Yerasimos, Stefanos, 1993, Kostantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, Çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul, s.167.

(4) Yerasimos, 1993, s.165.

(5) Yerasimos, 1993, s.165.

(6) Sinanlar, Seza, 2005, Atmeydanı-Bizans Araba Yarışlarından Osmanlı Şenliklerine, Kitapyayınevi, İstanbul, s.56.

(7) Belge, Murat, 1993, İstanbul Gezi Rehberi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.130.

(8) Belge, 1993, s.144.

(9) Anonim, 1994, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 7, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, s.373.

(10) Anonim, 1994, Cilt: 4, s.256.

(11) Norberg-Schulz, Christien, 1974, Late Baroque and Rococo Architecture, Electa-Rizzoli, New York, s.175.

(12) Asiltürk, Baki, 2000, Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa, Kaktüs Yayınları, İstanbul, s.292.

(13) Anonim, 1994, Cilt: 4, 2. s.457.

(14) Miss Pardoe, 2004, Şehirlerin Ecesi İstanbul- Bir Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda Osmanlı Yaşamı, Çev. Banu Büyükkal, Kitapyayınevi, İstanbul, s.244.

(15) Sâî Mustafa Çelebi, 2002, Yapılar Kitab-ı Tezkiretü’l Bünyan ve Tezkiretü’l Ebniye, Çev. Hayati Develi ve Samih Rifat, Koçbank AŞ. Yayınları, İstanbul, s.42.

(16) Çelikkol, Zeki, 1990, İstanköy’deki Türk Eserleri ve Tarihçe, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, s.17.

(17) Frishman, Martin ve Hasan-Uddin Khan, derl., 2002, The Mosque-History, Architectural Development and Regional Diversity, Thames and Hudson, Londra, s.32.

(18) Findley, Carte V. 1999, Ahmed Mithat Efendi Avrupa’da, Çev. Ayşen Anadol, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, s.42.

(19) Miss Pardoe, 2004, ss.227-228.

(20) Miss Pardoe, 2004, s.227.

(21) Halikarnas Balıkçısı, 1998, Altıncı Kıta Akdeniz, Bilgi Yayınevi, İstanbul, s.107.

(22) Platon, 1998, Yasalar, Cilt: 1, Candan Şentuna, Saffet Babür, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s.158.

(23) Matta İncili, 21:12, 13.

(24) Akyıldız, Ali, 2004, Osmanlı Bürokrasisi ve Modernleşme, İletişim Yayınları, İstanbul, s.40.

(25) Guerra, Constantino, 1992, Florence, Edizioni “İl Turismo”, Firenze, s.26.

(26) Şehsuvaroğlu, Haluk, Asırlar Boyunca İstanbul, Cumhuriyet Gazetesi Eki, İstanbul, s.98.

(27) Şehsuvaroğlu, s.99.

(28) Kuntay, Mithat Cemal, 1998, Üç İstanbul, Oğlak Yayıncılık, İstanbul, s.12.

(29) Yavuz, Hilmi, 1991, “Okuma Notları”, Gösteri, Sayı: 131, Ekim 1991, s.37.

(30) Alptekin, Turan, 2001, Ahmet Hamdi Tanpınar- Bir Kültür, Bir İnsan, İletişim Yayınları, İstanbul, s.27.

(31) Hamsun, K. ve H.C. Andersen, 1998, İstanbul’da İki İskandinav Seyyah, Çev. Banu Gürsaler-Syvertsen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.92.

(32) Tanpınar, Ahmet Hamdi, 1976, Beş Şehir, Dergah Yayınları, İstanbul, s.42.

(33) Anonim, 1994, Cilt: 6, s.169.

(34) Sâî Mustafa Çelebi, 2002, s.43.

(35) Sâî Mustafa Çelebi, 2002, ss.43, 45.

(36) Sâî Mustafa Çelebi, 2002, s.65.

(37) Ersoy, Mehmet Âkif, 1984, Safahat, İnkilâp ve Aka Kitabevleri AŞ., İstanbul, s.5.

Bu icerik 5736 defa görüntülenmiştir.