MİMARLIK GÜNDEM
			Bir Planlama Etkinliği Olarak Savaş: Diyarbakır Suriçi’nden Notlar
			H. Tarık Şengül, Prof. Dr, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
			“Planlama etkinliği siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak tanımlanabilir; dahası siyaset savaş biçimini aldığı ölçüde, planlamanın kendisi bir savaş etkinliğine dönüşebilir.”
“15 yıl savaş ve 15 yıl görece barış ortam ve döneminden sonra, geçtiğimiz aylarda savaş bir kez daha başladığında, bu kez savaşın mekânı Güneydoğu’nun dağları ve kırsalı değil; kentleriydi. Suriçi bu kez savaşın kentlere göç ettirdiği insanların mekânı değil, savaşın vuku bulduğu, göç edip gelenlerin yerleştik derken göç ettiği bir yer. Diğer bir anlatımla, Suriçi artık araf değil; cehennemin kendisi!”
“Suriçi viraneye dönüp, ölüm ve göçün mekânı haline gelirken, bir plancı olarak farkına vardığım bir gerçekliğin altını çizerek bitirmek istiyorum: Kentlerimizi görece barış dönemlerinde, piyasa şiddeti şekillendirip, planlıyor; savaş dönemlerinde ise plana askeri mantık imza atıyor.”
			
			
			
			
			Bir kent mekânı,  insanlarıyla birlikte kırıma uğrarken hakkında yazı yazmak ne kadar anlamlı  olabilir? Bir tek nedenle yazabilirsiniz bu koşullarda; bu kıyımı durdurmaya  küçük ya da büyük bir katkınız olacaksa! Bu kısa değerlendirme, savaş hali  yaşayan Diyarbakır Suriçi’ne bir siyaset bilimci-plancı gözüyle bakmayı  amaçlıyor.
Düşünürün “Savaş siyasetin  diğer bazı araçlarla sürdürülmesidir” tespitini önce Gezi sürecindeki talepleri  dinlemek yerine şiddet kullanarak bastırma yönünde yapılan tercih, ardından da  Kürt sorununu çözmeye yönelik müzakerelerin yerine savaşın konulması büyük  ölçüde doğruladı. Bir başka düşünür Ranciere, siyaseti “insan ve objelerin  mekânda dağıtıldığı; bu dağılımın sonunda bazılarının görünmez ve duyulmaz,  bazı diğerlerinin ise görünür ve duyulur hale geldiği bir süreç” olarak  tanımlar. O zaman bir siyaset yapma biçimi olarak “savaş”ı da aynı tür dağıtımı  yapan, bu dağıtım sonunda bazılarını / bazı şeyleri görünür / görünmez hale  getiren bir müdahale / mücadele olarak tanımlayabiliriz.
Ama bir dakika! Alın bu  tanımlamayı kent planlama etkinliğini betimlemek için kullanın; planlamanın da,  insan ve objeleri görünürlük ve işitilirliklerini belirleyen bir biçimde  mekânda dağıttığını, mekânı bu tür bir güç ilişkisi üzerinden şekillendirdiğini  varsaymıyor muyuz? Bakın plan kararıyla Sulukule’de, diğer dönüşüm alanlarında  mekânların nasıl yıkılıp, yerine nelerin yapıldığına ve buna bağlı olarak  kimlerin kentin dışına sürüldüğüne ve yerlerine kimlerin geldiğine!
O zaman planlama etkinliği siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi olarak tanımlanabilir; dahası  siyaset savaş biçimini aldığı ölçüde, planlamanın kendisi bir savaş etkinliğine  dönüşebilir. Son yıllarda planlama dendiğinde işittiklerimiz aşağı yukarı şöyle  değil mi: “Bunları yıkıyoruz, yerine bunları yapacağız. Siz gidiyorsunuz,  yerinize de şunlar gelecek.” Bu durumda planlamayı bir savaş etkinliği olarak  düşündüğümüz ölçüde, savaşın kendisi bir mekâna müdahale aracı olarak  planlamanın başka araçlarla sürdürülmesi haline gelmiyor mu?
Diyarbakır’a bir plancı  olarak gidişim AKP iktidarından hemen önce 2001 yılında GAP İdaresi tarafından  başlatılan Köye Dönüş Projesi çerçevesinde oldu. 1980’lerin ortasından itibaren  başlayan savaş hali bölge köylerinin önemli bir bölümünün boşaltılması / yakılmasıyla  sonuçlanmış, binlerce insan birkaç gün içinde kendilerini kentin yeni  yoksulları olarak büyük kentlerde bulmuşlardı. Ortaya çıkan bu dramatik  manzaraya baktığınızda savaşın kendisini özgün bir mekânsal planlama etkinliği,  valiliklerde ve askeri komuta merkezlerinde kurulan karar alma ortamlarını  metropoliten planlama bürolarına benzetebilirsiniz. Yüzlerce köyün yıkım,  binlerce insanın kentlere yönlendirilmesi kararları bu bürolarda,  asker-plancılar tarafından alındı. Sıcak savaş sönümlenmeye başladığında, GAP  İdaresi tarafından biz sivil plancılardan beklenen büyük ölçüde sürecin  rasyonelleştirilmesiydi. Bizim beklentimiz ise başta Diyarbakır olmak üzere,  kentlere yığılmış bu geniş umarsız kitlelerin olabildiğince köylerine dönmesine  olanak sağlayacak sosyo-mekânsal bir yaklaşımı geliştirmek.
Kentin bu davetsiz nüfusuna  ulaşmak için adres içi ve dışıyla Sur bölgesiydi. Yaşadıkları tarifsiz travma  sonrasında “korusa korusa bizi Surlar korur” demiş olmalılar ki; Diyarbakır  Surlarını en önemli referans noktası olarak almışlardı. Suriçi’nin orta sınıfın  çoktan terk ettiği mahallelerinde, yorulmuş evler bir kez daha sığınanlarıyla birlikte  yaşama tutunmak için umutlanmış; gelenler sığmadığı ölçüde Surlardan taşıp,  Dicle’ye, kentin Bağlar gibi yoksullukla yoğrulan bölgelerine akmıştı. Bu  mahallerden olmayan, işlerine gidemeyen bu geniş kitlenin gün boyu yığıldığı  Surlara yapışan kahvehanelerde yaptığımız görüşmelerden çıkan en önemli  sonuçlardan biri, bu kesimler için kırın dönülmesi kentin ise alışılması zor  bir yer olarak kaldığı ölçüde, “araf”ta kaldıklarıydı. Diğer bir anlatımla  Suriçi ve yakın çevresi “araf”ın kendisiydi.
Hazırladığımız çalışma GAP  İdaresi’nin raflarına konulup uygulanmayacağı anlaşıldığında, Diyarbakır ile  olan ilişkilenişime yeni bir kapı açılmıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi  tarafından, “gel bir de yerelde dene” anlamına gelen bir davete icabet edip, 2004-2006  arasında Diyarbakır Nazım İmar Plan çalışmasının koordinatörlüğünü üstlendim. Bu  tür bir görev, zorunlu göçün kente getirdiği geniş kitlelerin geri  gidemeyeceğinin anlaşıldığı bir durumda, kentte kabul edilebilir koşullarda  nasıl yerleşecekleri üzerinden düşünme fırsatını sağlayabilirdi. Ancak  planlamanın var olan paradigması “mülksüzleri” dışarıda bırakan bir kurguya  sahipti ve bu kurgunun kırılması hem merkezî hem de yerel düzeyde özel bir  yaklaşımı gerektiriyordu. Ancak o tür bir duyarlılığın ne yerel düzeyde  geliştirilebildiğini, ne de merkezin buna izin verdiğini söyleyebilirim.  Suriçi’nin mülksüz insanlarını dışarıda tutan planlama sisteminin, bir kültür  ve tarih mirası olarak Suriçi mekânlarıyla da yüzleşebilmesi de mümkün olmadı.  Daha önce hazırlanmış Suriçi Koruma Planı büyük ölçüde kadük hale gelmiş  olmakla birlikte, sit alanı statüsündeki Suriçi bölgesi için bir zorunluluk  olan yeni bir koruma planının hazırlanması kaynak ve zaman gerektiriyordu.  Kısaca, görece barış zamanında hazırlanan Nazım Plan göçle gelen nüfusa yönelik  özel bir yaklaşım geliştirme fırsatını bulamadı, Suriçi ise koşulları gereği  koruma planına bırakıldı.
Planlama grubunun  Diyarbakır’dan ayrılmasını izleyen günlerde, Koruma Planı hazırlanması için  çalışmalar başlatıldı. Aynı süreçte kanımca hatalı bir biçimde Suriçi’nin  yenileme bölgesi ilan edilmesi ile sonuçlanan girişimlerde de bulunuldu. Aynı  süreç karmaşık siyasi süreçler içinde bölgeye TOKİ’nin girmesinin de önünü  açarken, medyaya Suriçi bölgesi için ne tarihî dokuyu ne de büyük çoğunluğunu  göçmenlerin oluşturduğu nüfusu dikkate almayan bir takım projelerin ortada  dolaşışına şahit olduk. Belli ki göçmen nüfus bir kez daha yerinden edilecekti.  Bu kesim için gösterilen adres ise birçok yerde olduğu gibi kentin bir hayli  dışındaki Çölgüzeli TOKİ konutlarıydı. Daha kötüsünün geldiğini göremedik. 15  yıl savaş ve 15 yıl görece barış ortam ve döneminden sonra, geçtiğimiz aylarda  savaş bir kez daha başladığında, bu kez savaşın mekânı Güneydoğu’nun dağları ve  kırsalı değil; kentleriydi. Suriçi bu kez savaşın kentlere göç ettirdiği  insanların mekânı değil, savaşın vuku bulduğu, göç edip gelenlerin yerleştik  derken göç ettiği bir yer. Diğer bir anlatımla, Suriçi artık Araf değil;  cehennemin kendisi!
Suriçi viraneye dönüp, ölüm  ve göçün mekânı haline gelirken, bir plancı olarak farkına vardığım bir  gerçekliğin altını çizerek bitirmek istiyorum: Kentlerimizi görece barış  dönemlerinde, piyasa şiddeti şekillendirip, planlıyor; savaş dönemlerinde ise plana  askeri mantık imza atıyor. Suriçi’nde süren savaşa bakınca ben bir planlama  süreci görüyorum: Objelerin, mekânların ve insanların yeniden dağıtımının  yapıldığı; kimilerinin görünür ve duyulur, kimlerin gözden ırak ve duyulmaz  hale getirildiği bir planlama süreci! Savaş planlamanın başka araçlarla  sürdürülmesi anlamına geldiği ölçüde şiddetle olan ilişkisi her gün biraz daha  açık hale gelirken, mekânın kendi bu şiddetin sadece bir aracı değil hedefi  haline geliyor. Bu süreçte Diyarbakır-Suriçi ve Ankara-Kızılay-Bakanlıklar’ın  öne çıkmasının hiç de rastlantısal olmadığını görmek durumundayız.
 
Fotoğraf: İlyas Akengin
			
			
			Bu icerik 9717 defa görüntülenmiştir.