420
TEMMUZ-AĞUSTOS 2021
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK-DEMOKRASİ-KATILIM

Kentsel Çevrenin Oluşumunda Katılım, Katılımcılık ve Mimarlar

Arif Şentek, Mimar

 

“Katılım” ve daha geliştirilmiş haliyle bir yönetim yöntemi olarak “katılımcılık” sanırım dilimize Avrupa Birliği “müktesebatı” ile girdi. Günümüz Türkiye’sinde yaşadığımız gerçekler karşısında sözcük biraz havada kalıyor.

Aslında kavram olarak “katılımcılık” acaba bizim “fıtratımızda” var mı? Kuşkusuz “yönetimde söz ve karar sahibi olmak”, “halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi” vs. gibi söylemler bize pek yabancı gelmiyor. Hatta katılımın somut üretime dönüştüğü “imece” gibi olgular da var toplumumuzda. Yakın tarihlerde oluşturulmaya çalışılan “kent konseyleri” uygulaması taze bir örnek…

Getirilen önerilerin, akademik düzeyde geliştirilen kavramların günümüz koşullarında ne ölçüde geçerli olduğunu, daha doğrusu nasıl bir süreç içinde uygulandığını veya “sönümlendiğini” tartışmak gerekiyor.

NASIL BİR KATILIM?

Ruşen Keleş’in kentsel ölçekte yapılaşma kararlarına halkın katılımı konusunu ele aldığı “Kentsel Mekânın Biçimlendirilmesi Sürecinde Katılım Gereksinmesine Yeniden Bakmak” başlıklı yazısı[1] ülkemizdeki durumu çok iyi anlatıyor. Keleş, gerçek anlamda katılım için iki koşulun yerine getirilmesi gerektiğini vurguluyor. Birincisi, yurttaşların gerçek bir katılım istek ve güdüsüne sahip olması, ikinci koşul ise, kurumların başındakilerin, yani iktidarların, katılıma gerçekten inanması ve bu konuda kararlı olması. Ülkemizdeki uygulamaları bu koşulları dikkate alarak irdelediğimizde olumlu sonuçlara varmak mümkün mü?

İlhan Tekeli, “Kentlerin Planlamasındaki Katılımcılığı Siyasetin Katılımcılığından Nasıl Farklılaştırabiliriz?” başlıklı yazısında[2] konuyu kent planlaması ve tasarım ölçeğinde tartışıyor. Burada kentsel rantın adil dağılımı ve tasarımda “nitelik” sorunu gündeme geliyor. Kentsel planlamaya halkın sağlıklı bir biçimde katılımının, doğacak kentsel rantın adil bölüşümüne bağlı olduğunu anlatan Tekeli, konunun tasarıma ilişkin yönü üzerinde duruyor.

Tekeli, kentsel ölçeklerde tasarımla ilgili katılımcılığı siyaset alanındaki mantık üzerinden ele almanın daha başlangıçta aleladeye razı olmak anlamına gelebileceğini söylüyor. “Burada katılımcılığı, ‘yaratıcılığa katılımcılık’ olarak farklı bir şekilde ele almak gerekir” diyor. Böyle bir yaklaşıma örnek olarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü “İzmir-Deniz, İzmirlilerin Denizle İlişkisini Güçlendirme Projesi”ni gösteriyor.

BAZI ÖRNEKLER

Geçtiğimiz yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği meydan düzenlemeleri proje yarışmaları katılım konusunda başarılı bir örnek mi? Jürice seçilen projelerin bir de halk oylamasına sunulması bir anlamda “tasarımsal popülizm” olarak görülebilir. Uygulama özellikle Tekeli’nin sözünü ettiği tasarıma “nitelikli” katkı anlamında eleştirilebilir. Ancak, en azından böyle bir tasarım girişiminden kent halkını bilgilendirme, bir “farkındalık” yaratma açısından yararlı bir uygulama olmuştur.

“Kent konseyleri” bizde 2000’lerde başlatılan yaygın bir uygulama, hatta bir yönetmeliğe de bağlanarak kurumsallaştırılmış. Böyle bir örgütlenme, kent yönetimine halkın katılımını sağlayan bir olanak olarak düşünülebilir. Başarılı bir uygulama olmuş mudur? Amaçlanan sonuçlar alınabiliyor mu?

Kent konseyleri konusunda sanırım yeterli deneyim yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Uygulamanın, Keleş ve Tekeli’nin yukarıda değindiğimiz yazılarında sözü edilen temel koşullar açısından genel bir değerlendirmesini yapmak öğretici olacaktır. Kişisel deneyimimde gözlemlediklerim ne yazık ki pek olumlu değil.

Konsey çalışmaları, kent yönetimleri ile bütünleşemiyor, yöneticiler iktidarlarını kent halkı ile paylaşmaya pek yanaşmıyor. Öte yandan konsey çalışmalarına katılanların kararlı ve sonuca yönelik bir dinamizme / örgütlenme anlayışına sahip olmaması bir başka önemli eksiklik. İktidarı ve muhalefeti ile ülkeye egemen siyaset ve demokrasi anlayışı bu ölçekte de etkili oluyor.

Siyasetin tepe noktasında kentsel yapılaşmaya ilişkin alınan kararlara, girişilen uygulamalara bakalım. Bu kararlara, bırakın halkın katılımını, yapılanların yasalara uygunluğunu söylemek mümkün mü? Örneğin, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği arazisine kondurulan “külliye”yi veya Kanal İstanbul” zorlamasını düşünün. Ülkemizde anayasal kurum ve kuralların etkin olduğu yıllarda böyle projeler için nasıl bir süreç izleniyordu hatırlayın. Devlet Planlama Teşkilatı’nın, kentsel ve bölgesel planlama kuruluşlarının var olduğu ve işlevlerini yerine getirdiği o yıllarda böyle projeler belki akla bile gelmezdi. Gündeme geldiğinde yaygın tepkisel direnişle karşılaşırdı.

İSVİÇRE’DEN VE KAHRAMANMARAŞ’TAN

İşviçre, sadece yerel yönetim ölçeğinde değil, genel siyasal kararlara da halkın katılımının en kurumsallaşmış olduğu bir ülke. Hatta ülkede doğrudan demokrasi söz konusu diyebiliriz. Konular, 100 bin yurttaşın başvurusu ile halk oylamasına sunulabiliyor. Bu yıl 13 Haziran günü sandık başına giden İsviçreliler, doğal çevrenin korunması, doğal tarımın teşviki konularında önerilen düzenlemelere % 51 oyla hayır dedi. Terörle mücadele ve COVID salgınıyla ilgili yeni düzenlemelere ise evet dediler.

İsviçreliler yakınlarda düzenlenen bir başka halk oylamasında, ülkede kadınların peçe takmasını ve burka giymesini yasaklayan düzenlemeyi % 51 oyla kabul etmişlerdi. Yine dinsel tarafı olduğu kadar mimari tasarımı da ilgilendiren bir halk oylaması 2009 yılında yapılmıştı. Halkın % 57.5’i, yeni inşa edilecek camilerde minare yapılmasının yasaklanması yönünde oy kullanmıştı. (Resim 1)

Orası Avrupa’nın fazla kalabalık olmayan bir ülkesi, ayrıca İsviçrelilerin fıtratında böyle bir katılımcılık var diyelim ve ülkemize dönelim. Örnek olayımız Kahramanmaraş’tan. Tesadüf bu ya, İsviçre’de halk oylamasının yapıldığı 13 Haziran günü Kahramanmaraş Belediye Başkanı, uzunca bir süredir üzerinde tartışılan 18 katlı Özel İdare İş Merkezi binasının yıkılacağı “müjdesini” veriyordu. “İnşallah Kurban Bayramında yıkıma başlayacağız” diyordu.

Belediye başkanı, yıkım gerekçesi olarak binanın fonksiyon ve kent siluetine uyum açısından olumsuzluklar taşıdığını söylüyor. Bu değerlendirmenin ciddi bir uzman raporu vb. bir çalışmaya dayandığını sanmıyorum. Öte yandan uzunca bir süredir kamuoyunda bina hakkında yaygın bir kötüleme algısı yaratılmaya çalışıldığı biliniyor. Örneğin Google’dan arattırdığınızda karşınıza “kötü şöhreti olan bina”, “dünyanın en saçma binası” gibi başlıklar çıkıyor. (Resim 2)

Başkan “binanın yıkılması konusunda ciddi bir fikir birliği oluştu” diyor. Ama bu “fikir birliği” kimler arasında ve nasıl oluşmuş, bilinmiyor. “Yıkılsın” diyenler bu konuda, örneğin mimarlık alanında, yeterli bilgi ve deneyime sahip “yetkin” kişiler mi? Sanırım tam da mimari ölçekte “katılımcılık” açısından tartışılacak bir durum. Konu ayrıca kamu çıkarının korunması, mesleği uygulama, mimarlık tarihi, telif hakları vb. açılardan da mimarlar topluluğunu ilgilendiriyor.

Kahramanmaraş Özel İdare İş Merkezi binası dönemin postmodern etkilenmelerini çok iyi yansıtan, bir anlamda “ikonik” denilebilecek bir yapı. Kentte var olan alışılmış yapı görünümüne aykırılığı ile kentin simgesel bir noktası olmuş durumda. Sadece bu özellikleri nedeniyle bile korunmaya değer bence.

Mimarları bu yapıyı “cebren ve hile ile” getirip kentin merkezine oturtmadılar. Mutlaka zamanında gerekli yasal süreçler izlenerek yapımına karar verildi ve ciddi bir maliyetle inşa edildi. Bunca yıl sonra sapasağlam binayı ortadan kaldırmak kamusal sorumlulukla bağdaşmıyor. Bina 1994 yılında yapılmış. Yani 30 yıla yakın bir süredir kullanılıyor. Kullanıcılar arasında iki ilçe belediyesi, kaymakamlık gibi kuruluşlar da var. Dolayısıyla “fonksiyonel olumsuzluk” sözleri de havada kalıyor.

Mimarlar Odası Kahramanmaraş Şube Başkanı geçtiğimiz Eylül ayında yaptığı bir basın toplantısında, binanın iyi bir tasarımla dönüştürülebileceğini söylemiş, yıkımdan önce bu yolun düşünülmesini önermiş. Ama yıkım yolunu da açık tutmuş. Başkan, önerilen çözüm teknik açıdan mümkün değilse ve binanın bulunduğu alanda yapılacak yeni düzenleme ile uyumu sağlanamıyorsa yıkılabileceğini sözlerine eklemiş. Umarız Kahramanmaraş Şube böyle bir konuda yalnız bırakılmaz Oda ve meslek topluluğu konuyla yakından ilgilenir. 

ODA VE KATILIM

Mimarlar Odası bugüne kadar ilgili yönetimlere ilettiği öneri ve eleştirilerle katılımcılık işlevini yerine getirmeye çalışmıştır. Oda arşivlerinde yer alan sayısız belge, yürütülen kampanyalar bunun kanıtıdır. Biraz eskilere gidelim, 1960’larda Odanın verdiği önemli bir mücadeleyi hatırlayalım. Paralı üniversite eğitiminin başlangıcı olan özel yüksekokullara karşı sürdürülen kampanya unutulmamalıdır. Sonunda ilgili yasanın iptali ve bu okulların devletleştirilmesi sağlanmıştır. (Resim 3)

Önerilerinin dikkate alınmaması karşısında Oda, yargı yoluna başvurmaktadır. Yasalara, kamu çıkarına aykırı girişimlere ve ayrıcalıklı kentsel uygulamalara karşı açılan davalar, zorunlu olarak başvurulan bir katılım yöntemi olarak görülmelidir. Burada “engelleyici” nitelikte bir katılım söz konusudur. Bu yönüyle üzerinde durulmaya değer. Akademik terminolojiye katkımız olsun, bu tür katılıma “obstrüktif partisipasyon” mu desek acaba?

Katılımcı yaklaşımlar ülkemizde pek uygulama olanağı bulmasa da bu konuda kuramsal birikimimiz oldukça zengin. Örneğin Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından 2013’te uluslararası katılımla düzenlenen Mimarlığın Sosyal Forumu’nun ana teması “Toplumsal Belediyecilik: Katılım I Deneyim I Direniş”ti. Gezi Direnişi ile de bağlantısı kurulan forumdaki sunumlar ve tartışmalar önemli bir birikim ve yeniden değerlendirmeye değer. Brezilya’dan çevre hukuku ve kent planlama uzmanı Edesio Fernandez’in, Dresden Belediyesi’nden Eric Schwarzrock’un sunumları, Evin Deniz’in İspanya örneği üzerine sunumu, Ali Ekber Doğan’ın, Bülent Batuman’ın forumdaki konuşmaları bugün için de önemini koruyor.

Bitirirken “çuvaldızı” olmasa da “iğneyi” hafiften kendimize batıralım, Mimarlar Odası örgütlenmesi içinde katılım konusuna değinelim. Örneğin genel kurullara ve seçimlere katılım oranı üzerinden bir değerlendirme yapmak mümkün. Rakamsal bilgiler vermeyeyim, özellikle çekişmeli geçen genel kurullar ve seçimler dışında katılımın çok düşük olduğunu söylemekle yetineyim.

Çoğu kişi hatırlamaz. 12 Eylül sonrasında meslek örgütlerinde yönetimleri, siyaseten aktif azınlıkların oldubittiyle ele geçirdiğini düşünen iktidar, bunu önlemek ve eksiksiz katılımı sağlamak amacıyla yeni bir düzenleme getirmişti. 1983 yılında çıkarılan 66 ve 85 sayılı KHK’lar, bazı yasaklamaların yanı sıra, seçimlerin genel kurulu izleyen Pazar günü, bütün gün boyunca yapılmasını ve oy kullanmanın zorunlu tutulmasını öngörüyordu. Hatta oy kullanmayanlara cezai yaptırımlar getirilmişti. Böyle bir yasal düzenleme ne zorunlu katılımı sağlayabildi ne de meslek kuruluşlarının siyasal tavırlarında eskisinden farklı, belirleyici önemde bir değişiklik oldu.

Şöyle sorular sormak mümkün. Genel kurullara ve seçimlere katılmayan üyeler yönetimlerden memnun mu, değişikliğe gerek görmüyor ve dolaylı bir destek mi veriyorlar? Veya “uğraşmaya değmez” mi diyorlar? Veya meslek kuruluşları, bu arada Mimarlar Odası işlevini ve önemini yitirdi mi? Tartışmamız gereken bir durum.

“Ah nerede o eski günler, bizim zamanımızda…” demek gibi olmasın ama 1960’larda ülkedeki genel siyasal hareketliliğe koşut olarak sanırım, olumlu ve olumsuz yanlarıyla genel kurullar daha canlı geçerdi. Üniversite işgallerinin, boykotların etkin olduğu, sorunların geniş katılımlı forumlarda tartışıldığı bir ortamdan gelen 68 kuşağının Odaya farklı bir dinamizm getirdiği açık. Sonrasında 12 Mart ve 12 Eylül’le başlayan siyasal gelişmeler ve bu sürecin devamı olarak son 20 yıl içinde toplumda yaygınlaşan pasifleşme elbette meslek örgütlerini de etkilemiştir. Egemen güçler suskun bir toplum istiyor.

Tek adamlığın egemen olduğu, mafya, derin devlet haberlerinin uçuştuğu bir ortamda “katılım”, “katılımcılık”, “yönetişim” gibi çağdaş politik kavramlar ne ifade eder? Mimarlık ve şehir planlama okullarında katılım konusunda acaba bugün neler anlatıyorlar öğrencilere? Aslında daha önemlisi, hukuk fakültelerinde, örneğin anayasa hukuku derslerinde, hocaların neler anlattığını, öğrencilerin anlatılanları nasıl algıladığını merak ediyorum. Kitapların yazdığı ile ülkede yaşanılanlar çok farklı gelmiyor mu öğrencilere?

Meslek örgütlerinin önemli bir bölümü bugün 1960’lardan gelen birikimi sürdürmeye çalışıyor. Acaba içselleştirilmiş bir “katılım” sürecine, genelde daha etkin bir politik ortama doğru bir canlanma, bir silkiniş yaşanır mı, hem toplumumuzda hem de ayrılmaz bir parçası olan meslek topluluğumuzda?

Gezi direnişi, son İstanbul ve Ankara yerel seçimleri bir umut ışığı gibi göründü… Kararlı olmak, ısrarcı olmak, kitle içinde ilişkileri sabırla sürdürmek gerekiyor.

NOTLAR

[1] Keleş, Ruşen, “Kentsel Mekânın Biçimlendirilmesi Sürecinde Katılım Gereksinmesine Yeniden Bakmak”, Mimarlık, sayı:418, ss.8-9.

[2] Tekeli, İlhan, “Kentlerin Planlanmasındaki Katılımcılığı Siyasetin Katılımcılığından Nasıl Farklılaştırabiliriz?”, Mimarlık, sayı:419, ss.47-49.

Bu icerik 1210 defa görüntülenmiştir.