317
MAYIS-HAZİRAN 2004
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ÖDÜL ve SERGİ: 9. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri

  • Eski Van Şehri
    Şahabettin ÖZTÜRK

    Yrd.Doç.Dr., Mimar, Yüzüncü Yıl Üniversitesi,

    Fen Edebiyat Fakültesi,

    Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi



KÜNYE
MİMARLIK ve KENT: Turkuaz: Denizin Coğrafyasında: VAN

VAN: Mimari, Kültür, Doğa

Jale Nejdet Erzen

Prof.Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü Öğretim Üyesi

Van’ı yalnızca kent sınırları içinde düşünmek yeterli değil. Herhangi bir kentin tek bir yapısı bile arkasındaki dağların silueti, yanından uzayan ovaların düzlüğü, altında biriken sular, üstüne toplanan bulutlar, nefes aldığınız, bedeninizi okşayan nemli esintilerle kişilik buluyor. Bu açıdan bakıldığında, Van’ın kalfa beğenisi ile yapılmış, bazen fazlaca renkli, merdiveni kayalıklardan daha çetrefil olan yapılarını sevmiyorum diyemeyeceğim. Van olağanüstü bir coğrafyanın ortasında, karlı dağlarla çevrili turkuaz bir gölün kıyısında, isimleriyle, öyküleriyle hâlâ canlı bir tarihin çizgisinde, bugün de savaşımını sürdüren bir kent. Topraktan solurcasına yoğun sessizliğin içinde bir yaşam savaşı sürdürüyor.

Atatürk Van’ı, Ankara’dan sonra Anadolu’daki ikinci üniversite kenti olarak belirlemiş. Eğer İstanbul Türkiye’nin batı ile köprüsü ise, Van da Asya ile köprüsü olabilir. Nitekim halkların ve kültürlerin çeşitliliği ve sınırlararası ilişkiler doğru politikalarla Van’ın çok etkin ve önemli bir kent olacağının kanıtı. Van Türkiye’nin doğu kalesi.

Mimariye geçmeden önce Van çevresinin fiziksel özelliklerini dile getirmekte yarar var. Herşeyden önce, ışık ve renk. Gölün de etkisiyle ve Van çevresinde en alçak yerleşimin 1.600 metre olduğu düşünülürse, havanın ne kadar berrak, renklerin ne denli canlı ve değişken olduğu tahmin edilebilir. Bu, yapılar ne kadar taşra işi olsa da onlara canlılık ve olumlu bir enerji veriyor. Çevre özelliklerinden biri de bu enerji ve 365 günün çoğunda güneşin varlığının da bunda rolü büyük. Kentin orta yeri çarşı, pazar; Kürt kadınları rengarenk giyiniyorlar; hareketli bir halk var sokaklarda.. Ana caddede altın dolu, rengarenk giysili vitrinler parlıyor. Van insana umut veriyor. Sonsuz keşiflere açık bir deryada olduğunuzu hissettiriyor.

Van’ın çevresini anlatmak için Urart Uygarlığını gün ışığına çıkarmış olan Afif Erzen’den alıntı yapmak isterim:

“…bir özellik Alp sistemine bağlı silsilelerin yurdumuzun bu bölgesinde çok sıkışık sıralar meydana getirmiş olmasıdır. Doğu Anadolu’nun orta kısmı dağların birbirine girmesinden meydana gelen tabii bir kale manzarası gösterir…Güneydoğu Torosları…. kuzeyinde ve bu silsilerinin doğu ucu üzerinde Büyük Ağrı Dağı ve Volkanı vardır. Bu silsilenin doğu kısmı ile Muş ve Van havzaları arasındaki geniş platolar ve bunların üzerinde belli çizgiler boyunca Doğu Anadolu’nun genç ve muazzam volkan kolonileri birer tabiat abidesi gibi yükselirler ki, bunlar Büyük Ağrı Dağı (5.137m.) Tendürek (3.660 m.) Aladağ (3.138m.) Süphan (4.058 m.) ve Nemrut (3.000 m.) dağlarıdır.”(1)

Van’dan çeşitli yönlerde yapılacak her bir gezi, farklı doğa harikaları ve kültür kalıntıları çıkaracaktır karşımıza. Afif Erzen’in kitabından anlaşılacağı gibi, Van çevresi, tarih öncesinde çok ormanlık bir alandı. Asur Kralı II. Sargon MÖ 714’de Urartulara karşı yaptığı saldırıda, Van Gölü’nün güney ve güneydoğusunun geçit vermeyen ormanlarla kaplı olduğunu yazmış. Yine Afif Erzen’in kitabından anlaşıldığına göre, MÖ 5. yüzyılda, Ksenophon Muş Bitlis bölgesinin ormanlarla kaplı olduğunu bildirir.(2) Bugün Van çevreleri çıplaksa da, bağ ve bahçelerin ünlü olduğu bölgeleri hâlâ yaşıyor.

Önce gölün çevresini dolaşırsak, Van’dan yaklaşık 15 km. sonra göl kenarında tatil evlerinin, bağ ve bahçelerin yoğun olduğu Edremit’e geliriz. Durup deniz kenarında (Vanlılar Van Gölü’ne deniz diyorlar; Van’da bir süre kalırsanız onu deniz olarak algılarsınız) bir çay için, suların renginin hep değiştiğini göreceksiniz. Pembe bir akşamda, deniz koyu laciverde çalacaktır. Ama bir bahar sabahı Artos Dağı’nın eteklerinden motora binip Akdamar Adası’na yolculuk, masmavi suların içinden geçer; Artos’un beyaz tepeleri maviyi daha da maviler. Van’ı ünlü yapan şeylerden biri de, bu kilisenin duvarlarındaki taş kabartma resimler. Tevrat öykülerinden yerel halkın yaşantısına ait kabartmalar ve taa Hititler’den Asurlular’dan gelen ve Anadolu’nun her yerinde karşımıza çıkan üzüm, bağ ve şarap simgeleri.

Bu yörelerde taş işçiliğinin gelişmişliği, Ahlat mezarlığında en üstün örnekleriyle karşımıza çıkıyor. Hat sanatının üstün örnekleri, sarı taştan dik mezar taşlarını ince çiçek motifleriyle girift bir şekilde süslüyor. Bu yöre, aynı zamanda Selçuk ve Beylikler dönemi kümbetleriyle ünlü. Ahlat’taki Ulu Kümbet, Anadolu’daki emsallerinin en zariflerinden biri. Ahlat’ta Osmanlı eserleri de var; Sultan Süleyman’ın burada, İran Seferi’ne çıkmadan yaptırdığı sanılan bir kale ve iki Osmanlı camisi var. Çeşitli kültürlerin tarih farklılığı içinde bile, taş işçiliğindeki ustalığı paylaştığını görüyoruz. Biraz ileride Suphan Dağı’nın altında, büyük bir Selçuk camisi ile Adilcevaz kasabası; biraz ileride eski bir Urart kalesi; kuzeye döndüğümüzde, Yolçatı köyünde Zal Mahmut Paşa’nın bir camisi var (İstanbul’da, Eyüp’te Sinan tarafından yapılan caminin banisi); daha ileride Ercis, Marco Polo tarafından Ermenistan’ın üç büyük şehrinden biri olarak tanıtılmıştır; bir kez göl suları yükseldiğinde daha içerlere taşınan kasaba 13. yüzyılda terkedilmesine rağmen, İÖ 7. yüzyıllara tarihlenen önemli Urart eserleri bulunduğundan, haritada önemli bir noktadır. Van gölünün çevresinde yapılan çeşitli kazılar, Urartların bu yörede birçok kent kurduklarını ve bunları kurarken, bunlara göz diken düşmanlara krallarının tehditlerini yazdıklarını, önce bağ ve bahçeler oluşturarak, hatta çevredeki bitkilerin bir arşivini yapıp kentlerini yerleştirdiklerini biliyoruz.(3) Ayrıca, Anadolu’nun en eski ve hâlâ kullanılan sulama kanalı da, Van’ın doğusunda Edremit üstlerinde görülebilir. Urartların arkalarında birçok yazılı belge bırakmış olmaları ve çivi yazısının çözülmüş olması, 20. yüzyılın başlarında haklarında hiçbir şey bilinmeyen Urartların büyük bir uygarlık olduğunu kanıtlamaktadır.

Dağlık olduğu kadar sulak olan Van çevresinde birçok göl olduğu gibi, Doğu Anadolu’nun büyük nehirlerinin bazılarının kaynakları da buradadır. Hoşap Suyu, Dicle’yi besleyen Büyük Zap Suyu burada kaynaklanır. Van Gölü’nü besleyen sular ise Zilan Deresi, Deliçay, Bendimahi Cayı, Hoşap Suyu, ve Marmit Çayları’dır. Van Gölü sodalı bir göl, derinliği 500 metre olarak biliniyor. Kıyısında yuvarlak rengarenk çakıllar, hele Süphan’a doğru yüzerken insana tertemiz bir his verir. Sodalı gölün endijen hayvanları, inci kefalı ve Van Martısı. İnci kefalı yumurtlama mevsiminde dereyukarı yüzüyor. Bu dönemde avlanması kolay olduğu için cinsi tehlikeye giren inci kefalı, şimdi koruma altında. Van Üniversitesi bu bölgedeki hayvancılık, tarım ve bitki varlığı ile çok yakından ilgileniyor. Anlaşıldığı kadar, ters laleler gibi buraya özgü eşsiz çiçek ve bitki türleri var. Arıcılık önemli, zira sert kışların ardından bahar gelince doğa öylesine coşuyor ki, hiçbir yerde bulunmayan rengarenk öbek öbek çiçekler kaplıyor etrafı. Özellikle Hakkari’nin sapsarı renkte balı, belki de Türkiye’nin en ünlü ve en pahalı balı. Yayla otlukları o kadar yeşil olmalı ki, Van’ın sütü ve kaymağı da bir başka. Arazinin taşlık olması nedeniyle çok fazla ekilecek alanı olmamasına rağmen Van’ın buğdayı başka türlü lezzetli bir un veriyor. Bütün bunlara Van Gölü’nün çevresindeki bahçelerde yetişen misk güllerinden yapılan reçel de eklenince, zengin kahvaltılar için neden oluyor. Van’ın kendine özgü olaylarından biri de, kentin bazı sokaklarının ortasında sabahları kahvaltı sofraları kurulması. Burada çeşitli ballar, kaymaklar ve Van’a özgü peynirler, ekmekler yeniliyor.

Van mimarisinin bugünkü gelişimine temel olan bazı önemli tarihi süreçler var. Van’da İÖ 5500-3500’deki ilk yerleşmelerin Mezopotamya kültürleri etkisinde olduğunu gösteren kalıntılar bulunmuştur. İÖ 3000 yıllarında, Van çevresinde Hurriler yaşıyordu. İÖ 9. yüzyılda, Urartular tek bir devlet halinde birleşirler; bu dönemde en önemli yerleşimler Tuşpa, Çavuştepe ve Toprakkale’dir. İÖ 6. yüzyılda, Urart Devleti Medler tarafından yıkılır; sırasıyla Pers, Sasani,Roma, Bizans, Arap, Ermeni, Selçuk, Gürcü, Eyyubi, Safevi ve son olarak Osmanlıların elinde kalır. 1915’deki Rus işgali ise, 1918’de Türk askerleri tarafından sona erdirilir. Görüldüğü gibi Van ve çevresi gerçekten de bir kültürler potası. İster istemez bunların kalıntıları çeşitli şekillerde yaşıyor.

Van kentinin tarihi merkezi, uzun süre Urartuların da başkenti olan Tuşpa. Kentin bugünkü adının Urartuların yöreye verdikleri Vaini adından kaynaklandığı düşünülür. Eski Van, göl kıyısındaki Van Kalesi’ndeydi. Osmanlı Dönemi’nin sonlarında kent, bağ ve bahçeleriyle kalenin güneylerine de yayılmış ve 5-6 kilometre ileride bir sayfiye yerleşmesi oluşturmuştu. 19. yüzyılda, buraya “Van Bahçeleri” denilirmiş ve vali konağı, okullar ve konsolosluklar buradaymış. Rus işgali sonunda, 1918’de, eski kentin büyük bir bölümü yanmış; kaçan işgalciler ve Ermeniler tarafından yakılmış ve harap olmuştur. Kent bundan sonra daha kuzeye yerleşerek yeniden kurulmuş ve giderek, Tatvan’dan gelen gemilerin getirdiği vagonların raylara bindirildiği İskele Mahallesi’ne doğru gelişmeyi sürdürmüştür.

Bugün Van’daki mimari yapı, tarih, gelenek ve kültür, coğrafi ve maddi koşullarla biçimlenen farklı yapı grupları halinde ele alınabilir. Yapıları, kentin batı yönünde yaklaşık 10 km. uzakta göl kenarında kurulmuş olan Van Üniversitesi gibi, 1. devlet yapıları; 2. özel yatırımlar ürünü olan ticari ya da konut yapıları ve 3. Van’ın yöresel mimarisi olarak, 3 grupta inceleyebiliriz. Bunlar, Türkiye’nin her yerinde benzerlikleri olan yapı grupları.

Bunların yanısıra, kendine özgü bir üslup içinde yoğunlaşan cami mimarisi var. Dini mimarinin, 1970’lerden bu yana şematik bir Osmanlı üslubunun, çarpık olduğu kadar abartılı biçim tekrarlarıyla, olabilecek en görkemli görünüşe sokulması, Türkiye genelinde nasıl ortak bir amaçlılık gösteriyorsa; aynı şekilde, bugün kentlerde nüfus artışıyla yoğunlaşan apartmanlaşma, özellikle daha varlıklı kentlerin sınır mahallelerinde olabildiğince çok katlı, çok daireli, çatısı İsviçre Şale tipinde, asma katlı, bol balkonlu, çoğunlukla iki renkli, bütün şaşaasına karşın sokak girişi ya belirsiz ya çelimsiz ya yetersiz, merdivenleri şaşkın yapıların benzerliği ile göze çarpıyor. Bu yapılar arsalarına o kadar yayılarak oturuyorlar ki, ilk katlarda imar kurallarına göre içeri çekildikleri kadar, üst katlarda her yönde şişerek, jenetik çarpılmalara uğramış bir görüntü sunuyorlar. Bu yapı türünün, özellikle son on yılda özellikle yoğunlaşması, kentlere yerleşen kırsal kesimin ticaret ve üretim sektöründe giderek güçlenmesi ile de ilgili. Cumhuriyet Dönemi’nde modernitenin ışığında biçimlenen kent ortamında, Batılı görünüme karşın kendi kimliğini belirleme çabası, bu apartman mimarisine yeni tür camilerin bazı özelliklerini giydirerek kendini vurgulamaktadır. Gözlemlerime göre, bariz örnekleri Ankara Havaalanı yolunda geliştirilen, parkları, peyzaj elemanları, camileri ve benzer apartman blokları ile Pursaklar yerleşimi, İstanbul’da ise Etiler’in arkalarında Armutlu ve Hisar Üstü yerleşmeleridir.

Bu tür yapılaşmalar kendilerine özgü biçem tavırlarıyla bütün ülkeye yayılmışlarsa da, her ilde farklı yorumlar göze çarpar. Örneğin, Uşak’ta bütün yapılar şerit halinde iki renge boyanmıştır; Ankara’da ise bu iki renk balkon ve duvar arasında değişir. Balıkesir, Eskişehir, Aydın gibi bütün kentlerde bunların kaba çeşitlemeleri okunabilir.

Van’a gelince, kökeni kalfa ve müteahhitlerde yatan bazı uygulama aksaklıklarının yarattığı çarpıklıklar dışında (örneğin, aniden ortadan kesilen bir kat, ya da sığdırılamayan bir balkon), bu tür apartmanlarda bireysel bir özen görmek mümkün. Van’ın dış mahallelerine doğru yayılan toplu apartman bloklarında aynı özen görülmese de, tek örnek olarak uygulanan yapıların çoğunun tek sahipli olması belirli bir özene imkan tanıyor. Henüz Van nüfusunun bir Aydın ya da Sivas kadar çabuk artmamış olması, beğenilerin de daha yavaş çarpılmasının nedeni olabilir.

Yazının başında yaptığım sınıflandırma, biçim konusunda ortaklıklar belirtmiyor. Örneğin, devlet yapılarının benzer biçim özellikleri gösterdiğini söylemek bugün için çok zor. Özellikle taşrada devlet memurlarının çoğunun yerel nüfustan olduğu düşünülürse, yeni devlet yapılarında da apartman müteahhitlerinin beğenisinden farklı bir beğeni göremiyoruz. Van’ın ana caddesindeki Belediye binası yeni apartman bloklarının abartılarını sergilemese de, caddedeki yapı sırasında ayrıcalık yaratan tasarımı ile göze çarpıyor. Her ne kadar renk konusunda daha temkinli davranmışsa da, caddedeki diğer yapılardan seviye ve açı farkları ile başkalaşması, kent merkezindeki diğer ayrıcalıklı yaklaşımlara hoşgörü tanımış oluyor. Nitekim, bankaların, kuyumcuların ve giyim dükkanlarının bulunduğu bu caddede birçok abartılı ‘post-modern’ denilebilecek örneği bir arada bulmak olası. Burada ‘post-modern’ terimini geçerli bir tasarım anlayışı olarak kullanmaktan çok, tasarım kültürü gelişmemiş ortamlarda post-modern söylemin kültürel ifade özgürlüğü kanısı altında yarattığı gelişigüzellikten söz ediyorum.

Yeni mimari örneklerinin bir başka problemi de ölçek. Bu ölçek kaçmasını Van’da kent merkezinde bazı yapılarda da görmek mümkün. Tarih boyunca büyük ölçeklere heves etmemiş, en anıtsal yapıları bile hep insana yakın olabilecek ölçüler içinde

gerçekleştirmiş olan Türk mimarisi(4), 1980’lerde piyasa ekonomisinin yarattığı medyatik tavırla, abartılı ölçeklere, bir defada algılanamayan biçimlere yönelmeye başlamıştır. Ankara Altındağ Belediyesi’nin örneği, Van’da da farklı şekillerde karşımıza çıkıyor.

Post-modern eğilimlerin ya da post-modernizmin meşru gösterdiği tavırları örnekleyen mimari yanında, Van’ın ana caddeleri belediyenin müdahaleleri ya da doğanın armağanı denilebilecek öğelerle biçimleniyor. Türkiye’de yine 80’lerden bu yana moda olan kent estetiği uygulamaları, Van’da da, betondan doğal taş görüntüsü yaratma tekniklerinin en ilkelleri ile çeşme, şelale, havuz öğeleri yaratıyor. En yoğun trafik göbeklerine uygulanan su öğelerinin, bu doğayı taklit eden yapılardan akıtılması, bütün Türkiye’de yaygın bir beğeni bozulmasının en bariz ve yırtıcı örneği sayılabilir. Bunların arkasındaki iyi niyetten hiç kuşku duymuyorsam da, kentlerin en ilkel biçim anlayışını sergilemeye bu denli açık olmaları, genel eğitim ve halk duyarlığı hakkında da birçok şey söylüyor. Yine trafik göbeklerinde Rus heykelcilerine yaptırılmış olan Van Kedisi ya da ekmek yoğuran kadın heykellerini aynı sınıfa koymuyorum. Bunlar ille de sanat ile ilişkisi olması gerekmeyen saf yürekli sembolik uygulamalar; yanlış mesajlar vermediklerine inanıyorum. Belediyenin alt geçit girişleri için yaptırdığı refüj üstlerindeki yapıların tasarımları bazı teknik ve malzeme uyumsuzluklarına karşın Ankara’daki üst geçitlerden çok daha az rahatsız edici.

Son yıllarda abartılı biçimlerle Van’ın ana caddelerine egemen olan biçimleri, bir yerde doğa yumuşatıyor; her caddenin ve sokağın ötesinde, kendini dağların silueti, tarlaların rengiyle belli eden doğa, bütün mimari aksaklıkları önemsizleştiren bir nimet. Akla, Japonların kent estetiği konusundaki tavırları geliyor. Japonlar için, kent ne denli engin ve kalabalık olursa olsun en önemli şey onu çevreleyen doğayı, çevredeki dağları ve ufku görmemizi sağlayan perspektifler yaratmak. Bunun örneğini Tokyo’da yaşıyoruz. Van’da kent ile ilişkimizde her an bir özgürlük hissi içindeyiz, doğa bütün görkemi ile bir iki adım ileride.

Van’ı gezerken daha kalıcı olduğunu sezdiren mimariye gelince, bugün mimarlarının kim olduğunu kolayca bulamasak da, 1970’lere kadar Türkiye genelinde olduğu gibi son derece düzgün, anlaşılır tasarımlar görüyoruz. Bunlar arasında, 1960’larda yapılan ve göle oldukça yakın konumda ilkokul binaları, DDY Lojmanları, daha eskilere giden kurumsal lojmanlar yer alıyor. Edremit’teki bazı yazlık villalarda Boğaziçi’nin yatay hatları ağır basan 1960 villalarının çizgilerini bulmak olası. Van kentinin Cumhuriyet Dönemi gelişmesinin güney sınırını oluşturan otoyol üstünde, havaalanı ve Yüzüncü Yıl Üniversitesi güzergahı arasında yeni apartman gelişmeleri kadar, 1970’lerin düzgün tasarımlarına rastlamak mümkün.

Kentin yaklaşık 10 kilometre batısındaki Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yerleşkesi de önemli bir yapı alanı. Çeşitli dönemlerde yapılan eğitim, idari ve konut yapıları farklı beğeniler sergilemekte. Son iki dönemin Rektörü Prof.Dr. Yücel Aşkın, daha önce bataklık arazi içine yapılmış binaları boşaltıp yenilerini yaptırırken, olabildiğince düzgün mimari örnekler oluşturma çabasını da gösteriyor. Hastane ve kültür merkezi gibi yeni yapılarda mimari tasarıma çok titiz yaklaşılsa da, önceki dönemlerde yapılmış bazı binaları cüsse ve renklerinden dolayı görmezlikten gelmek zor.

Öte yandan Yerleşke’nin batısındaki küçük ahşap konutlar olsun, renk uygulamaları ile mimarisine oldukça hoş bir biçim verilmiş olan İlkokul yapısı, ya da gerçekten olgun ve düzgün mimari tasarımlar olan Öğretim Üyesi Konut Apartmanları, genel olarak Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yerleşkesi’ne çağdaş bir görünüm getiriyorlar.

Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin yerleşkesini bütün olarak son derece çekici kılan, her an karşımızda renk değiştiren, bulutları üstüne her an farklı şekilde toplayan göl ve karşı dağların görkemli siluetleri. Bu iki doğa harikası el ele verip Van’ı eşsiz bir yer yapıyorlar; üniversiteye ise sonsuz zenginlik getiriyorlar. Yalnızca görünüş olarak değil, araştırma konuları olarak da. Çevredeki doğanın böylesine etkili olmasına karşın yerleşkenin içindeki doğa ve peyzajlama, duyarsız olamayacağımız kadar zengin. Bundan iki yıl önce gerçekleştirilmiş olan Heykel Sempozyumu’ndan yerleşkeye kalan bazı taş heykeller, doğa ile uyum içinde oldukları kadar farklı şiirsellikler de sunuyorlar. Ağaçlandırma, bazı alanların botanik geliştirme alanları olarak korunmaya alınmış olması, yerleşkenin sınır arazilerinde tarım türlerinin örnek olarak uygulanması, yeni dikilen gül bahçeleri, yolların kenarlarını süsleyen, sarı ve beyaz akasyalar ve Haziran, Temmuz aylarında bütün toprağı kaplayan rengarenk kocaman çiçek öbekleri yerleşkeye örnek bir peyzaj düzeni getiriyor. Şimdiki rektörün ziraat mühendisi olması yanında, yıllarca Anadolu’nun her köşesini adımlamış bir doğa aşığı ve üstün bir doğa fotoğrafçısı olması, bu yerleşkenin peyzajının da böylesine zengin olmasında rol oynuyor.

Öte yanda, yerel yapı türlerini anlamak, hatta sürdürülebilir bir yerel mimari geliştirebilmek, Van’ın kendine özgü kültürünü yaşatabilmek için çok önemli. Doğu Beyazıt taraflarına doğru gidersek, Ağrı Volkanı’nın kapkara taşlık arazisinde yaşam koşullarının zorluğunu algılıyoruz Doğu Beyazıt’a yaklaştıkça, köylerin çoğu taş yapılardan oluşuyor; pek azının pek küçük ekilmiş alanları var. Şanslıysanız akşam saatinde otlaklardan dönen, sonu gelmeyen 2.000, 3.000 hayvanlı sürülere rastlıyorsunuz. Yaz ortasında bile gökler bu yörede gri ve kurşuni. Yaz ortasında buradaki köylerin etrafında tezek yığınlarının çarpıcı yapılar oluşturduğunu görebilirsiniz. Ya da taşlı yaylalarda çadır kurmuş Kürt aşiretlerine rastlayabilirisiniz. Kara taşlardan diktikleri duvarlara çadırlarını gerip, rengarenk yorganlarını güneşe çıkarıyorlar.

Alçak ovalarda, Van civarı vadilerinde yerleşimler daha çok kerpiçten. Buralarda kavak ahşap malzeme, farklı işlevlerde ve yapı öğelerinde kullanılıyor. Dikkatli incelendiğinde, taş olsun ahşap olsun malzemelerin titiz bir ekonomi ile kullanıldığını farklı ölçüdeki malzemelerin düzenlenip depo edildiğini, çitlerin, duvarların, küçük köprülerin, merdivenlerin ne denli ustalıkla ve özenle yapıldığını görüyorsunuz. Hâlâ bu tür mimariden öğrenebileceğimiz çok fazla şey olduğuna inanıyorum. Mimarlık bölümlerinin, bulundukları yörelerde biraz da yerinde öğretim görmeleri, Türkiye’nin kültür çeşitliliğini koruyabilmesi için çok önemli. Van Üniversitesi, mimarlık fakültesi olmadığı halde, bunu diğer bilim alanlarında yapıyor. Mimarlık fakültelerinin biraz da kapsama önem vererek eğitim yapmaları ekolojik ve kültürel olduğu kadar da etik bir sorumluluk.

Sonuçta Van için yapmak istediğim değerlendirmenin bütün kentler için geçerli olduğuna inanıyorum. Mimari tasarım bir kenti yaşanılır bir yer yapmakta ne denli önemli ise de, bu ihtiras halini alıp da havayı, rengi, ölçeği ve çevre ile ilişkiyi çarpıtınca, mimariye de kente de ihanet ediyor. Van’da genelde düzgün mimari örnekler var; büyük sanat eserleri olmak iddiasında değiller ve bize güven veriyorlar. Öte yandan, ümit ederim ki kendilerini ön plana atmaya hevesli olan yapılar ise diğer kentlerde olduğu gibi sonsuz çoğalarak kenti yok etmezler.

NOTLAR:

1. Erzen, Afif, 1986, Doğu Anadolu ve Urartular, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, ss.11-12.

2. Erzen, Afif, 1986, s.8.

3. Van civarındaki Urart Dönemi kazılarına katılan ve doktorasını Doğu Anadolu’da kent kurma geleneklerı üzerinde yapan mimar Ömür Harmanşah, bu yörede Urartların yeni kurdukları kentler için bitki ve ağaç arşivleri yaptıklarını ve kentlerini kurmadan bahçeler kurup ağaçlar diktiklerini söylüyor.

4. Anadolu’da Selçuk, Beylikler ya da Osmanlı döneminde gerçekleştirilen yapılar hiçbir zaman Avrupa’da ya da erken Mısır’da, Hindistan’da görülen büyük cüsseli yapılar gibi devasa olmamıştır. Ulu camilerden Bursa Ulu Cami gibi birkaçı böyle büyük olsa da, yine de Türkiye dışında görülen boyutlarda değildir. Buradan, Türk mimarisinin her zaman ulaşılabilir, anlaşılabilir ölçülerde olduğu genellemesini yapmak mümkün.

Bu icerik 9029 defa görüntülenmiştir.