374
KASIM-ARALIK 2013
 
MİMARLIK’tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • “Yol” Üzerine
    Ela Babalık Sutcliffe, Doç. Dr., ODTÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
KORUMA-YAŞATMA

2013’ün Tartışmalı Yeniden Kullanım ve İhyaları

Zeynep Ahunbay, Prof. Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü

Son dönemde artan “koruma” müdahalelerinden biri de, günümüzde müze olarak kullanılan eski Bizans kiliselerinin cami olarak yeniden işlevlendirilmesi. Bu artış, koruma adı altında yapılan uygulamalara dikkat çekti ve kültür varlıklarının “kültürel” özelliklerini koruyarak yeniden hayata kazandırılması önceliğinin uygulanmadığını bir kez daha gözler önünde serdi. Bu uygulamalar sonucu estetik, tarihî ve politik kaygılarla yeniden canlandırılan, kimi durumda yoktan varedilen anıtların yeni biçimsel ve bağlamsal özellikleri, tarihî çevre ile bütünleşememek gibi büyük bir sorun ortaya çıkarıyor. Yazar, yapılan müdahaleleri denetlemesi gereken kurumların işlevselliğini sorgularken, koruma kuramına aykırı güncel uygulamaları gündeme taşıyor.

Türkiye prehistorik çağdan 20. yüzyıla kadar uzanan değişik kültür katmanlarıyla ilginç ve zengin bir ülkedir. Farklı etnik gruplara, dinlere ait kültür varlıklarının korunmasındaki öncelikler, evrensel kurallar ve değerler gözetilerek yapılmak durumundadır. Ülkemiz UNESCO ve Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşlara üye olmuş ve belirlenen kurallara uymayı kabul etmiştir. Koruma alanındaki uluslararası kuralların ülkemizdeki uygulaması Kültür ve Turizm Bakanlığı ile onun organı olan koruma kurulları tarafından yürütülmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediyeler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve diğer bakanlıkların ülkemizin kabul ettiği ilkelerin dışına çıkmaları, kendi tercihlerine göre uygulamalar içine girmeleri, ülkemizin koruma alanındaki başarısını ve uluslararası saygınlığını olumsuz etkileyeceği açıktır.

Ülkemizdeki tarihî eserlerin ilk yapılış amaçlarından farklı kullanımlara tahsisi, zamanla yokolan cami, medrese, tekke gibi yapıların yeniden yapımıyla ilgili projeler son zamanlarda koruma tartışmalarının odağında yer almaktadır. Özgün işlevini sürdürmeyen eğitim, sağlık, konaklama, sanayi ve benzeri yapılara günümüz toplumunun gereksindiği yeni işlevler verilmesi, o yapıların yaşatılmaları için parasal destek bulmalarına yardımcı olmaktadır. Koruma uygulamalarında kültür varlıklarının yenilenemeyen bir kaynak oldukları kabul edilir, en az müdahale ile yaşatılmalarına çalışılır. Yeniden kullanımın hedefi kültür varlığını tarihî ve estetik değerleriyle anlamını yitirmeden sunmak, yaşatmaktır. Yeni işlevin tarihî yapıya ağır yükler, ekler getirmemesi, kültür varlığının, mimari tasarım özelliğinin ve simgesel değerinin zedelenmemesi arzu edilir.

Tarihî bir binaya, yeni bir yapıda yer alması daha uygun ve kolay olacak işlevleri yerleştirmeye uğraşmak gereksiz ve verimsiz bir çabadır. Mimar Sinan’ın yaptığı bir medreseyi sağlık tesisi yapmak, avlusunun üzerini örtmek, dershanesine röntgen tesisatı yerleştirmek, revaklara bölme yapmak uygun olmayan müdahaleler içeren bir yeniden kullanım örneğidir. (Resim 1) İşlevini yitiren bir medresenin öğrenci yurdu, kitaplık, kültür merkezi, enstitü olarak kullanılması, yapıyla daha uyumlu bir kullanım düzeni sağlayabilir.

Son yıllarda, Cumhuriyet döneminde müzeye çevrilen Bizans kiliselerinin cami olarak yeniden ibadete açılması girişimleri artmıştır. Anadolu ve Rumeli’de Osmanlı fetihleri sonrası birçok kilise camiye çevrilmiş ve bu şekilde yüzyıllar boyu kullanılıp yaşatılmıştır. Bir örneği Vefa Kilise Cami olan bu tür kiliseden çevrilen camilerin çoğu hâlâ cami olarak kullanımlarını sürdürmektedirler. 20. yüzyılda müzeye dönüştürülen kilise sayısı ise oldukça sınırlıdır. İznik’in Orhan Bey tarafından 1331’de fethinden sonra camiye çevrilen sonra Mimar Sinan tarafından minare eklenen İznik Ayasofyası, 1920’lerde Yunan işgali sonrasında yanmış ve 1930’larda yapılan onarımlarla müzeye dönüştürülmüştür. Müze kullanımı bazilikanın sahip olduğu, döşemedeki opus sectile kalıntısı, apsisteki sintronon, pastophoriondaki freskler gibi mimari donanım ve bezeme izlerinin serbestçe sergilenmesine olanak sağlamıştır. İznik erken Osmanlı dönemine ait birçok güzel camiye sahip olan bir kenttir. Çok yakında bulunan birçok cami dolayısıyla Ayasofya’nın müzeye dönüşmesi İzniklilere bir zorluk çıkarmamıştır. Müze kullanımı, Hıristiyanlık tarihi içinde önemli bir yeri olan anıtın daha rahat gezilmesi ve değerlendirilmesi için uygun bir araçtır. Dinî kullanıma hizmet etmekten çok, kültürel varlık olarak sergilenmesi uygun olan dinî yapıları yeniden ibadete açmak anıtın gerçek değerleriyle tam olarak sunulmasını, soyut ve somut değerlerinin algılanmasını kısıtlayarak koruma açısından sakıncalar yaratmaktadır.

Kültür Bakanlığı’nın bakımı altındayken müzenin sürekli bakımının yapılmaması ve onarım için kaynak ayrılmaması kötü bir yönetim sorunudur. Yeterli kaynak ve uzman istihdam edilmemesi, sürekli bakımın sağlanmaması sonrasında müze olarak kullanılan Bizans dönemi kiliselerinin vakıflara devredilmeleri ve yeniden cami olmaları ilginç bir çözüm yoludur. İznik Ayasofyası’na kaynak aktarmak için Vakıflar yönetimi caminin minaresinin ihyasını şart koşmuş, somut veri (ölçekli çizim, fotoğraf) olmadan minarenin gövdesi, şerefesi ve külahı yeniden yapılmıştır. (Resim 2) Bazilikanın çatısının örtülmesi, sadece kaidesi kalmış minaresinin bütünlenerek tekrar cami olarak hizmete açılması kamuoyunda tepkiyle karşılanmıştır. Mimar Sinan’ın eseri olan zarif minare kaidesi üstünde yükselen kaba gövde ve şerefe, onarım yapanların koruma kuramına pek özen göstermediğini düşündürtmektedir. Somut verisi olmayan minareyi uydurma eklerle bütünlemek yerine, olduğu kadarıyla korumak, hem koruma kurallarına hem Mimar Sinan’a saygı göstermek olurdu. Camiye dönüşen müzenin içinde mihrap önüne rastlayan kesimde döşeme yükseltilmiş ve halı döşenmiş; cami kullanımıyla ilgili ayakkabılıklar, sınırlayıcı korkuluklar gibi ögelerle mekânda yeni ilgi odakları oluşturulmuştur. Opus sectile döşeme, sintronon ve pastophoriondaki kalıntılar yerlerinde durmaktadır. (Resim 3)

İznik Ayasofyası’na benzer şekilde İstanbul’da yıllarca Ayasofya Müzesi’ne bağlı olan İmrahor Anıtı da 2013 içinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne iade edilmiştir. İstanbul’daki bu en eski kilisenin arkeolojik bir varlık olarak Bizans ve Osmanlı izleriyle sergilemesinden vazgeçilerek camiye dönüştürülmesi, uluslararası düzeyde tepki yaratacak bir değişimdir. Antalya Kaleiçi’nde bulunan Cumanun Camisi’nin (Kesik Minare) de yıllardır bir müze olarak düzenlemesi beklenirken, cami olarak kullanılmak üzere onarımının gündemde olması bu tür dönüşümlerin hızlandığını düşündürtmektedir. (Resim 4)

Çeşitli uluslararası sözleşmeleri imzalamış ve evrensel kültüre saygı gösterilen bir ülkede yapılması gereken, Bizans sanatının izlerini taşıyan bu tür anıtları İslami kullanımın gereklerine uydurmak için zorlamadan ziyarete açık tutmak, arkeolojik kimlikleriyle sergilemektir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün müzeleri camiye dönüştürme konusundaki gerekçesi, Fetih sonrasında camiye çevrilmiş kiliselerin cami olarak vakfedilmiş olmalarıdır. Kuşkusuz İznik, İstanbul ve benzeri kentler fethedildiğinde, birçok anıt sultanın veya vezirlerinin mülkü olmuş ve Fetih sonrasında ihtiyaç duyulan ibadet mekânları olarak camiye çevrilmişlerdir. Fetih döneminden itibaren yüzyıllar boyu cami olarak kullanılan bu kiliselerden bir kısmı 19. yüzyılda veya 20. yüzyıl başında deprem, yangın, savaş gibi nedenlerle terk edilmiş ve harap durumdaki bu ilginç yapılar, sahip oldukları arkeolojik, sanatsal değerler dolayısıyla müzeye dönüştürülmüşlerdir. İznik’in Yunan işgalinden kurtuluşu sırasında büyük bir yangın geçirmesi ve Ayasofya’nın çatısının yanması, daha sonra yapılan kazı ve araştırmalarda opus sectile ve fresklerin ortaya çıkması, anıtın kültür değerlerinin bir müze anlayışıyla sergilenmesinin daha uygun bulunmasına neden olmuştur. Cumhuriyet döneminin bu tür kararları arasında İstanbul Ayasofya örneği başta gelmektedir. Büyük Atatürk henüz “dünya mirası” kavramı ortada yokken, evrensel değer taşıyan bu anıtı müzeye dönüştürerek, Bizans sanatına ait seçkin mozaiklerin özgürce sergilenmesine olanak sağlamış ve dinî kullanımın kısıtlamalarını çağdaş yaklaşımıyla aşmıştır. Kariye Camisi’nin müzeye dönüştürülmesi de bu kültür varlığının sahip olduğu değerlerin rahatça sunuluşuna olanak veren bir başka örnektir. İstanbul’da Ortaçağ’a ait fresk ve mozaikleriyle en zengin müze olan Kariye’nin sahip olduğu eşsiz güzelliklerin özgürce sergilenebilmesi, kısıtlama olmadan ziyaret edilebilmesi çok önemli ve anlamlıdır.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün asli görevlerinden biri vakıf eserlerini korumaktır. Cumhuriyet döneminde vakıfların yönetimi Başbakanlığa bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlanmış ve çoğu kültür varlığı olan eserlerin bakım onarım programları gerçekleştirilmiştir. 1930’larda Kurtuluş Savaşı’ndan çıkan Anadolu’da birçok tarihî eser harap durumdaydı. Sivas, Erzurum, Konya, Karaman gibi tarihî kentlerdeki birçok medrese Maarif Bakanlığı’na devredilerek müzeye çevrilmiştir. Bu müzelerin kimi, yerel müzelere bağlı olarak arkeolojik eserlerin sergilendiği yerler olarak kullanılmıştır. Selçuklu döneminin bu ilginç anıtları hem kendilerini hem çevreden toplanan arkeolojik parçaları sergilemişlerdir. Bu yaklaşımının 2010’larda değişmesi, ülkemizdeki kültür varlığı yönetiminin evrensel değerlerle bütünleşmek yerine, geri gittiğine işaret etmektedir. Bu kapsamda Bizans dönemine ait değerli freskler barındıran (Resim 5, 6) Trabzon Ayasofyası’nın müze işlevine son verilerek, cami olarak ibadete açılması çarpıcı bir örnektir.

Müzeden camiye dönüşümü sonrasında anıtın dışında belirgin bir değişiklik gözlenmezken, içinde kubbe ve tonozlardaki freskleri örtmek için ahşap levhalar kullanılmış; Talbot Rice tarafından altı yıllık bir çalışma sonunda temizlenip onarılan freskler kapatılmıştır. (Resim 7) Bu müdahale anıtın sahip olduğu değerlere ciddi bir sansür uygulamasıdır ve onaylanması mümkün değildir. Ana mekânın doğu ucundaki apsis ise, perde ile kapatılarak ibadet alanından ayrılmış, böylece bema ve apsis bölgesindeki fresklerin görülme ihtimali ortadan kaldırılmıştır. (Resim 8) Anıtın müze olduğu dönemdeki sergilenişi ve algısı ile bugünkü durumu karşılaştırıldığında kaygı veren bir kötü sunum, değersizleştirme gözlenmektedir. Hıristiyan simgelerinin ve resimlerin ahşap levha ve perdeyle gizlendiği bir anlayış hangi yüzyılda ve hangi uygar ülkede olduğumuzu sorgulamamıza neden olmaktadır.

Kültür varlıklarını, sanat eserlerini tüm insanlığa hitap eden güzelliklerini perdelemeden sunmak çağdaş ve uygar bir çabadır. İstanbul’da Ayasofya ve Kariye gibi müzeye çevrilen iki güzel örnek varken kiliseleri cami olarak kullanma tutkusu, 21. yüzyılın anıtlardaki farklı dönem katkılarının / katmanlarının özgürce, kısıtlanmadan ifade edilmesi ve sergilenmesi ilkelerine aykırı bir yaklaşımdır. Beş dakikalık yürüme mesafesinde ibadete açık camiler varken, müzeleri camiye çevirmek, 600 yıl öncesinin fetih duygusunun yeniden yaşanmasını mı sağlamaktadır?

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu tür dönüşümlere “dur” diyecek bir tutarlı politika sergilememesi, oldukça kritik kararların alınmasına yol açmaktadır. Bir yandan kiliseler camiye çevrilirken, diğer yandan sanki İstanbul’da cami açığı varmış gibi 1930’larda haraplıktan yıkılmış ve 1950’lerde imar hareketleri sırasında üzerinden yol geçirilmiş mescitler ihya edilmek istenmektedir. İhya sözlük anlamı “yeniden canlandırma, diriltme” olan bir sözcüktür. Koruma dilinde yokolmuş eserlerin yeniden yapımını anlatmak için kullanılmaktadır. İstanbul’da moda olan “kayıp eserleri ihya” tutkusu kapsamında, çok az mimari veriyle yapılmak istenen rekonstrüksiyonların iki örneği, uygulamaların koruma ile ne kadar az ilişkili olduklarını anlamaya yardımcı olabilir.

BEREKETZADE MESCİDİ, KULEDİBİ, GALATA

Galata’da Kuledibi (İngiliz) Hastanesi’nin kuzeyinde bulunan Bereketzade Mescidi 1948’de yıktırılmış, 2006 yılında yeniden yapılmıştır. İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni Arşivi’nde bulunan 3 Mart 1947 tarihli fotoğraflardan ve kazı sonucu buluntulardan hareketle yapılan rekonstrüksiyon, birçok örnekte olduğu gibi çok az veriyle gerçekleştirilmiştir.

1947’de çekilen fotoğraflarında mescidin son cemaat yeri yokolmuş durumdadır. (Resim 9) Minaresi yıkıktır, taş-tuğla almaşık örgülü minarenin kaidesi ve küp bölgesi üzerinde tuğla örgülü silindirik gövdeden birkaç sıra kalmıştır. İç fotoğraflar mihrap ve pencereler hakkında fikir vermektedir. Mihrap dairesel bir niş şeklinde ve yuvarlak kemerlidir, ayrıca içinde perde biçimli bezeme kalıntısı görülmektedir. (Resim 10) İç mekân göğe açıktır ve tavan, çatı kalmamıştır. Dış resimlerden duvar örgüsünün moloz karakterde olduğu ve dikdörtgen biçimli pencerelerin dıştan demirli oldukları gözlenmektedir.

Yeniden yapılan caminin tarihî resimlerde görülen mescide ne kadar benzediğini değerlendirmek amacıyla mevcut mescit incelendiğinde, minarenin kaidesinin fotoğraftaki dokuya benzediği, fakat duvarların yapım tekniğinin değiştiği, mihrabın özellikle de pencerelerin resimlerdekinden çok farklı, uydurma bir biçimde yapıldığı anlaşılmaktadır. Mescidin yıkım öncesine ait resimlerdeki hali, geç Osmanlı dönemi mimari özellikleri gösterirken, yeniden yapılan mescidin mihrabı mukarnaslı olarak, klasik dönem ayrıntılarıyla inşa edilmiştir. Yani “ihya” adı altında yapılan uygulamada eldeki tarihî kaynaklara uyulmamış, seçmeci ve keyfi bir yaklaşım sergilenmiştir. Mescidin iç mekânına yapılan kubbe hangi veriye dayanmaktadır bilinmemektedir. Muhtemelen Fatih Sultan Mehmed’in dizdarı olan Hacı Hasan Ali’nin yaptırdığı mütevazı mescidin zaman içinde geçirdiği onarımda aldığı biçim ihyacılara “hoş” görünmemiş, Fatih dönemine yakışır bir mescit yapmak için pencereler ve mihrap değiştirilmiş, resimlerde hiç mevcut olmayan son cemaat yeri, tavan ayrıntıları özgürce tasarlanmıştır. Bu uygulama, bilinmeyen ayrıntılar için yalın bir ifade yerine iddialı detaylar seçilmesinden dolayı “yaratıcı bir ihya” olarak nitelendirilebilir.

SÜHEYL BEY CAMİSİ, SALIPAZARI

İlk yapılışı 1591 olan cami, 1873’te Sultan Abdülaziz döneminde oryantalist üslupta, tek kubbeyle örtülen, sekizgen planlı olacak şekilde yenilenmiştir. 1957’de Karaköy-Beşiktaş yolunun genişletilmesi sırasında, T. Öz’e göre “pek zaruret olmadığı halde” yıktırılan caminin İstanbul Eski Eserleri Koruma Encümeni Arşivi’nde bulunan 1936 tarihli iç ve dış fotoğrafları anıtın mimarisi hakkında bilgi sunmaktadır. (Resim 13)

50-60 yıl önce yıkılmış bir mahalle mescidinin yeniden yapımını istemek, mahalle dokusunu bütünlemek ve o eserin yokoluşuyla oluşan boşluğu doldurmak için gösterilen bir çaba olabilir. Süheyl Bey Camisi’nin bulunduğu köşenin boş kalmaması bu açıdan önemlidir. Ancak Meclis-i Mebusan Caddesi’nin genişletilmesinin ardından çevreye yeni bir kentsel planlama uygulanmış ve ana cadde üzerine yüksek katlı bir düzenleme gelmiştir. Mahallenin küçük ölçekli camisinin yanındaki iki-üç katlı evlerin yerinde şimdi sekiz katlı işhanları ve apartmanlar yükselmiştir. Zamanın, yeni kent planlamasının kente ve çevreye getirdiği değişiklikleri geri döndürmek çoğunlukla olanaksızdır.

Yaklaşık olarak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin karşısında bulunan caminin uzun yıllar boş kalan arsasının doldurulması, bir kayıp eserin yerine konuşu olarak ele alınabilir. Ancak 2012’de başlayan yeniden yapım işlemlerinin, caminin eski fotoğraflarında görülenden çok farklı bir şekilde gelişmesi, yapılan işleri izleyenlerin dikkati çekerek, tartışmalara yol açmıştır. İhya uygulamasında caminin sekizgen planı ve dış cephe özellikleri gözardı edilmiş, yeni caminin kıble yönü tümüyle cam bir cephe olarak ortaya çıkmıştır. (Resim 14) Eskisinin kopyası yerine, değişen çevreye uygun bir çağdaş cami tasarlanmış olması olumlu bir yaklaşım olarak görülebilir, ancak bu durumda uygulanan projeye tabelasında yazdığı gibi “eski eser uygulaması” denilmesi doğru mudur?

Tarihî çevrenin bütünlüğünü sağlamak, kentin içinde yaşayanlar ve ziyaretçiler tarafından doğru anlaşılmasına yardımcı olmak için yokolan anlamlı eserlerin yeniden yapılması, dokunun bütünlenmesi önemli olabilir. Ancak bir savaş sonrasında bu çabalar daha anlamlıdır. Aradan 80-100 yıl geçtikten ve çevre yeni planlamalar sonrasında büyük ölçüde değiştikten sonra, caddelerin açılması sırasında yıkılan, cephesi kesilen eserlerin yeniden yapımı ile tarihî çevreyi canlandırmak olanaksızdır. Hele bu eserlerle ilgili bilgiler, harita / kadastral belgeler, birkaç silik fotoğraf şeklinde ise ihya çok tehlikeli bir girişime dönüşmektedir. Veri yetersizliği sonucu birçok ayrıntı uydurulmakta, projeyi hazırlayan ve uygulayanların becerisine, hayalgücüne bağlı olarak sahte tarihî (!) eserler üretilmektedir. Tarih bilinci ve koruma kuramı hakkında bilgisi olmayanlar için uygun görünse de, uluslararası kuralları özümseyen ve kendisini uygar dünyanın parçası olarak gören bir ülkede, bu keyfi ve kabul edilemez uygulamaları hoş görmek mümkün değildir.

Yeniden yapım / ihya için veri olarak alınan görsel belgelerde bulunan ayrıntılardan farklı, uydurma ayrıntılarla “zenginleştirilen” ve sonuçta tarihî olmaktan uzaklaşan uygulamaları “koruma” başlığı altında değerlendirmek olası değildir. Bu örneklere bakılarak, bundan sonra yapılmak istenenler iyice sorgulanmalıdır. Koruma kurulları verisi olmayan yıkılmış mescit ve diğer eserler için yerinde kazı yapılmasını istemektedir. Kazıda çıkacak veriler temel üstü bölgesine ilişkin hangi bilgileri sağlamaktadır? Resimler varsa, nasıl değerlendirilecektir? Örneğin, karanlık bir resimde ayrıntıları seçilemeyen bir mescidin rekonstrüksiyonu başarılı olabilir mi? Veriler yetersiz olduğunda ihya denilen sahte eski eser üretimi yapılmalı mıdır? “Evet, yapılmalıdır” demek, çağdaş koruma kuramına aykırı ve bilimsel restorasyonun dışında kalan bir uygulama alanı oluşturmaktır. Tarihî Yarımada, Galata, Eyüp, Üsküdar gibi kentin tarihî bölgelerinin özgün atmosferini bu şekilde uydurma tarihî yapılarla doldurmak yakışıksızdır. Tarihî olmayanı tarihî gibi sunan, kafaları karıştırmaya yönelik ihya projeleri koruma kurullarında kabul görmemelidir.

Bu icerik 8480 defa görüntülenmiştir.