356
KASIM-ARALIK 2010
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • İstanbul
    Murat Belge, Prof. Dr., Bilgi Üniversitesi

  • İstanbul Dekorlaşıyor
    Çiğdem Şahin, Fener-Balat-Ayvansaray Mülk Sahiplerinin ve Kiracıların Haklarını Koruma Derneği (FEBAYDER) Genel Sekreteri, İstanbul S.O.S Oluşumu Kurucu Üyesi

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: KÜRESELLEŞEN İSTANBUL

Sezgiyle Tepki Arasında Bir İstanbul Güzellemesi

Ayda Arel, Prof. Dr., Mimarlık Tarihçisi

18. yüzyıl dolaylarında İstanbul’a gemiyle gelip şehri ilkin denizden gören gezginler karşılaştıkları panorama karşısında büyülenmişlerdir. Ne var ki, karaya indikten sonra şehrin tıklım tıkış mahalleleriyle pasaklı sokaklarına dalınca, ilk algılarıyla çelişen yeni izlenimlerinden sözetmeden de edemezler. Bugün bile, hafta bir günyedi, iş güç için Kadıköy vapuruna binen ya da yaka değiştirmek için Boğaz Köprüsü’nden geçen kişi için, İstanbul gözünün önüne serilen eşsiz manzaranın ta kendisidir ve bu manzarayla eşleşen şehir, pisliği ve kargaşasıyla onundur.

Gelin görün ki, tanıtım kitaplarıyla turistik broşürlerin ballandırdıkları bu şehr-i İstanbul, hem bir masalcı teyze hem de bir palavracıdır. Masalcı teyzedir, çünkü durdurak bilmeden kendisi ya da geçmişine ilişkin söylenceler üretir. Üstelik anlatır da anlatır ama palavracıdır, çünkü anlattıklarını kanıtlamaya gelince eli boştur. Masallar ona yettiği için, miş’li geçmişe havale ettiği öz serüveninin aslını bilmez ve zaten öğrenmekle de ilgilenmez. Anlayacağınız, İstanbul bir bakıma üretilmiş tanımlarla kalıplaşmış imgelerin bir toplamıdır ve onun gerçekliği başka yerde, gösterilenle görülen arasındaki çelişkide, anlatılanla yaşanan arasındaki tutarsızlıkta, yani şahane yalanlarının pervasızlığındadır.

Bakın mesela, “Konstantinopolis” adıyla anılmayı, birilerinin Türklüğe kopçaladığı asal kimliğine yönelik bir densizlik sayan, hatta bu yoldaki itirazını rumba makamında bir “İstanbul not Konstantinopolis” nakaratıyla duyuran kadim payitaht, sıkı sıkıya asıldığı resmî adını, anadili Rumca olan şehir halkının konuşma dilinden aparttığını, İstanbul’un aslında “eis tin polein” tümcesinin kötü telâffuzu olduğunu -neden sonra- öğrendiğinde ne mi oldu? Hiç, onca babalanmadan sonra hiçbir şey olmadı... Sadece bu defa, nasıl olmuşsa, “kültürler mozaiği” eğretilemesine sırıtarak yanaşıverdi.

Ve zaten sormak isterim, bütün bunlar bir yana, İstanbul neresidir? Yani, nereden nereye kadardır? Hani bunu bilip de söyleyebilen var mı? “İstanbul bilmem kaç” türü cafcaflı sahnelemeler dolayısıyla anımsatıldığı gibi, iki kıta ile üç denizi buluşturan bir kavşakta donanıp serpilen bir İstanbul var elbet... Ama itiraf edelim ki, o kavşağı en iyi bilenler turistlerdir. Ya bu kavşağın ötesinde ve hatta berisinde oluşan, idarî kayıtların İstanbulluluk yakıştırdığı, ama beslendikleri anayı hiç bilmeyen, ulusal siyasetten olma metropol belediyesinden doğma yavru İstanbullar, onlar bu promosyonların neresinde duruyor acaba?

Oldukça yakın bir tarihe kadar, eskilerin At Meydanı diye bildikleri yer ile cami avluları ve daha sonra kahvehaneler dışında kamusal alan tanımayan, ama mahalle aralarıyla tabelasız sokakları “orta yer” diye belleyen bu hemşerilikler ve komşuluklar şehri, nasıl olmuşsa olmuş, otomotiv sanayisinin önceliğine inandırılmış yönetimlerin himmetiyle, çamaşır ipi gibi oradan oraya atılan otoyollarla parçalanmış, sonra da bu yolların kavşak yerlerine oturtulan toplu konut demetleriyle, yapbozu olmayan dev ve yavan bir lego oyununa dönüştürülmüştür. Sanki İstanbul’a yol açmak semtlerle ve ara yolları birbirlerine bağlamak için değil de, şehri dağıtıp savurmak, sonra da oluşan girdapların tam ortasına birer alışveriş merkezi oturtmak içindir.... (Resim 1) Düşünün ki, koca şehirde vızır vızır işleyen ve hergün onlarcası ruhsatlı/ruhsatsız yollara dökülen araçları bir trafik düzeni içinde tutacak, insancıkları sefil olmadan bir yerden bir yere sevk edecek bir aktarma ağı bile yok iken, birileri mahalle yıkıp mahalle oluşturmaya hevesleniyor. Bakın mesela şu bizim köhne ve gariban Taksim Meydanı’na... Bonkör bir belediyenin akla gelebilecek her türlü çadırlı/çadırsız, davullu/davulsuz etkinliğe açtığı bu biricik kavşağımızdaki trafik ışıkları dağılımını şöyle anımsayın, sonra da, bir kaldırımdan ötekine geçmek için kümesten kaçmış tavuk gibi sağa sola seğirten yayaların bet koreografisini gözünüzün önüne getirin. (Resim 2, 3) Şehrin ve şehir trafiğinin emanet edildiği emsalsiz yeteneklere şaşmaz mısınız?

İstanbul’un bildik dokusunu dağıtma konusundaki ısrarın bir de imgesel/simgesel düzeydeki karşılığı vardır. Başta söylemiştik, İstanbul’u herkes “lâtif bir dilber” bilir diye. Millete neyi ezberletirsen onu söyler, ama bu söylenen de yalan değildir. Yani daha önceleri değildi... Ve demem şu ki, bütün bilgiler ve elbette ezberler, er geç güncellenmek ister. İmdi, bizim yerleşik “Ey azîz İstanbul!” imgemizin oluşmasında neyin payı varsa, yani gözalıcı siluetler, baba anıtlar, korular, sokak perspektifleri, merdivenler, rıhtımlar, işte bütün bunlar ve daha fazlası, savruk ve görgüsüz bir yenilik ve gösteriş hevesiyle altüst edilmiş, değiştirilmiş ya da bağlamdışı bırakılmıştır. Sözgelimi, sakil ve kolaycı bir rant anlayışına direnemeyen eski konaklar, güneşe, rüzgâra, sokağa ve elbette bahçeye göre belirlenmiş konumlanmış sökülüp, ardından acayip kaplamalar giydirilip, tapulu parsellerine kondurulan çekmece istifi apartmanların arasına laf olmasın diye tıkıştırılırken, bir çeşit tarih işportacılığının insafına terkedilen anıtlarımız, diyelim camilerimiz, turist kameralarına sığan taraflarıyla korunup, ötesi şehir çöplerine tahsis ediliyor. (Resim 4, 5, 6)

Öte yandan, İstanbul, ona hayat veren, varoluş nedeni olan denizden hızla uzaklaşıyor. Şehri eşsiz kılan bildik Boğaziçi görünümleri, yani suya tutunan yalı ve sahilsaraylarla gerideki yamaçları saran ağaç ve çayır arasındaki dengeli karşıtlığın yerini bugün, tepelere rastgele oturtulmuş iş kulelerinin önünden kıyılara doğru hızla çoğalan ve uzaktan bakıldığında paldır küldür dökülen dev çöplüklere benzeyen ucuz site ve apartman yığınlarının kargaşasına bırakmaktadır. (Resim 7)

Bununla bitmiyor elbet... İstanbul’un çok özel olan doğasıyla halkı arasındaki alışverişten kaynaklanan belirli ritüellerin başlıca özelliği, sınıf, zümre ve gelir farkı olmaksızın, herkesin karınca kararınca yer aldığı, kendiliğinden oluşan ayinler olmasıydı. Hava sıcak ise herkes denize gireceği bir kıyı bulur, taam zamanı gelince de serinleyip keyiflenecek bir su başıyla bir ağaç gölgesini... Bunun için de belediye parklarına serilip mangal yakmak gerekmezdi. (Resim 8) Mehtabın daha bir hoş göründüğü belirli yerlerde bitiveren salaş kahveler, mehtabın şavkımaları daha iyi seyredilsin diye ışıklarını söndürürlerdi. Bugün, bütün o kıyılar rıhtımlaşıp araba parkyerine döndürülmüş ya da kristal taklidi avizelerin donattığı lokantalarla kaplanmıştır. Mehtab sefalarının yerini, yeni zenginlerin ardı arkası kesilmeyen fişek patlatma ritüelleri almıştır. Boğaz’ın Kuruçeşme misali “in” olan eğlence yerlerinden her yana yayılan arsız ve çığırtkan gümlemeler ise, Denizkızı Eftalya’ya rahmet okutmuştur. Yazın artan sıcaklarından bunalan İstanbullu, eskiden yaptığı gibi, serinlemek için denize girmenin artık bir cesaret işi olduğu Adalar’a ya da Boğaz’a taşınmıyor, Rus oligarşisiyle İngiliz cockney tayfasının aşık attığı güneyin işportalaştırılmış kumsallarına kavrulmaya gidiyor.

Uzun lafın kısası, ne niyet ettiği tam anlaşılmayan ‘idari’ ve ‘beledi’ amaçlar adına geçmişinden amansızca kopartılan İstanbul, kendini gençlik hevesine kaptırıp ne idüğü belirsiz yeniliklere ayak uydurayım derken enikonu dağıtmış, her vaadin budalası olup kendi piyasasını düşürmüştür.

Başka türlü olabilir miydi? Öyle sanıyorum ki evet... Daha doğrusu bilemiyorum. Evet herşey değişmeye mahkûm ve evet herşey değişiyor. Elbette değişecek... Ama bu kadar budalaca mı olmalıydı?

Bu icerik 4381 defa görüntülenmiştir.