OKURLARDAN
Dâr-Üz-Ziyâfe: Mimarlık Üzerine Biraz Tarih, Biraz Eğitim, Biraz Tasarım, Biraz da Öykü
Orhan Özgüner, Doç. Dr., Yeditepe Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
Kızlı oğlanlı bir grup, hepsinin gözleri ışıl ışıl, beş-on basamakla indikleri bu tarihî avluda, ellerinde eskiz defterleri, sabırsızlıkla ve merakla hocalarının söyleyeceklerini bekliyorlar.
- Çocuklar, Süleymaniye Külliyesi’nde, imarethane olarak yapılan, sonraları misafirlerin ağırlandığı, ziyafetlerin verildiği yapının avlusundayız. Gördüğünüz gibi çok büyük olmayan, fakat herşeyi derli toplu, güzel oranlara sahip bir avlu. (Resim 1)
Hoca, bu kısa sunuştan sonra, etraflarına, daima sorgulayıcı, yorumlayıcı bir gözle bakmalarını ve gördükleri şekillerin arkasındaki özü, içeriği yakalamalarını söyledi. Öğrenciler etrafa dağıldılar, zaten çok kalabalık değildiler. Onlar eskizlerini yaparken, kendisi de, ne zamandır kafasını kurcalayan bir saptamasını tekrar hatırladı…
Son yıllarda mimarlık okumak isteyen erkek öğrenci sayısı gittikçe azaldı, buna karşılık kız öğrenci sayısı ise arttı. Halbuki çok iyi hatırlıyor, atölyede öğrencileri dörder kişilik gruplar halinde ve belirli bir düzen içerisinde oturturdu ve bunu yaparken de kız-oğlan arasındaki orantıyı gözetirdi. Önceleri üç oğlan bir kız, sonraları bu, iki oğlan iki kız oldu, şimdi ise üç kız bir oğlan. Bu oturma düzenine bir de isim taktı: Üç çiçek bir böcek. Bu benzetme öğrenciler arasında pek sevildi, gülüşerek birbirlerine de aktardılar… Tam bunları düşünüyordu ki öğrencilerden biri:
- Hocam dikkat ettiniz mi, kapının üzerindeki şekillere?
Beraberce kapıya doğru yöneldiler, yakınlarındaki bir iki çocuk da onlara katıldı. Gerçekten de Şifahane Sokağı’ndan caminin avlusuna açılan ana kapının kanatlarında, aynen hocanın atölyede uyguladığı dörtlü oturma düzeninin geometrik çizimi vardı. (Resim 2) Ortada bir kare ve bu karenin dört kenarından, dört bir yana fırıldak gibi, yelpazelenen dikdörtgenler. Üstelik bu geometrik çizim bütün kapıyı kaplayacak şekilde tekrarlanıyor ve bir doku da oluşturuyordu. Soyut ile somut arasındaki beraberliğe, birinden diğerine geçişe, karşılıklı gelgite, kendilerinin de yakından bildikleri güzel bir örnekti bu. Konu edilen oturma düzeninde öğrenciler arasında görsel ve işitsel iletişim daha kolay sağlanıyor. Birbirlerini görüyor ve karşılıklı konuşuyorlar; sadece hocadan değil, birbirlerinden de öğreniyorlar; ayrıca bu düzen ekip çalışmasını da destekliyor. (Resim 3) Ortadaki kare boşluğa öğrenciler farklı işlevler yükledi. Bir kısmı çöp kutusunu oraya koydu ve hırslandıkça, eskiz kâğıtlarını avuçlarında buruşturup top haline getirdiler ve her atışta “basket” dediler. Diğerleri, geniş, yeşil yapraklı saksılar koydular, stüdyo bir bahçe ofisine dönüştü, doğa görüntüsünün yanı sıra, o berbat akustiği de biraz olsun düzeldi… Eskizler yavaş yavaş gelmeye başlamıştı.
- Hocam, nasıl buldunuz?
Çoğunluk perspektif çizmiş, bir iki tane detay, bir de avlunun planı. Hoca şöyle bir baktı, pek fena sayılmazdı. Yapılanlar hemen orada duvara asıldı ve beraberce değerlendirdiler. Değişik fikirler, düşünceler, irdelemeler ortaya çıktı.
Önce gördüler ki, imarethanenin plan kurgusu bir kare üzerine oturtulmuş. Kubbelerin altındaki revak çepeçevre avluyu dolanıyor, odalar hep bu korunaklı, yarı kapalı dolaşım mekânına açılıyor. Kapalı, yarı kapalı ve açık mekânlar, belirli bir düzen içerisinde, kurguda yerlerini alıyorlar. Malzeme: Taş, mermer, pişmiş toprak, demir… Yapım yöntemi: Yığma… Taşıyıcı kurgu: Kubbeler, tonozlar, sütunlar, duvarlar… Tanımı, tarifi son derece kesin bir geometrik şekil olan kare, bütün yapının biçimlenişini yönlendiriyor. Giriş ekseni ve iki kanatlı kapının açıldığı girinti, kubbelerin sıralanışı, ortadaki fıskiyeli mermer havuz, hep bu tekrarlanan karelerin ortaya koyduğu kanaviçe üzerinde kurgulanmış. Bu soyut, evrensel bir yaklaşımdı, zamanla sınırlı değildi. Aynı yaklaşımla, fakat farklı yapı malzemeleri, farklı yapım tekniği ve farklı taşıyıcı kurgular kullanarak gerçekleştirilmiş çağdaş örnekler de verilebilir. Paris’te 1989’da yapılan, Spreckelsen’in tasarladığı La Grande Arche, sadece planda değil, kesit ve cephelerinde bile, (Resim 4) hep bu kareler yaklaşımını vurgular. Karadeniz’in eski evlerinde “göz dolması” tabir edilen yapım yönteminde de, gene kare bölmeler cepheleri betimler. (Resim 5) Hoca, eski-yeni, klasik-modern, doğu-batı ayırımı yapmadan, değişik zamanlarda yapılmış mimari yapılar arasında bağlantı kurmayı, ortak noktalarını bulup çıkarmayı pek severdi…
Aslında avlu, kavramsal olarak, başlı başına bir mimari ve kentsel zenginlik. Her şeyden önce, içe dönük bir çevre anlayışını ortaya koyuyor. Özel hayatı, bağımsızlığı, güvenliği, kişiliği sağlamak daha kolay. Mevsimlere uyumu mükemmel, daima bir tarafı güneşli veya gölge, bir tarafı esintili veya sakin. Avlulu evler, bir, iki hatta üç yanlarından birbirlerine yaslanıp, eklenip çoğalabiliyorlar. Bu düzen özellikle mahallelerde, konut dokusunun sürekliliğini sağlıyor. Sokaklar, avlular, evler beraberce bir örgü örüyorlar, aralarında kopukluk yok. Atkılar sokakları, çözgüler bahçe ve beraberindeki evleri şekillendiriyor. (Resim 6)
Bir avluyu, çiçek, havuz, ağaçlarla küçük bir cennet bahçesine çevirebilirsiniz. Gördüğünüz gökyüzü parçası, gelip geçen bulutlar, uçan kuşlar, hepsi size aittir. Gökyüzü kapanmasın diye, ağaçlar avlunun kenarlarına çekilmiştir. Meksikalı mimar Barragan’ın dediği gibi “gökyüzü avlunun cephesidir”. Revaklar dört bir yönde gökyüzünü çerçeveler, bu çerçeve içindeki tablo hep değişir: Bazen firuze, gri, bulutlu, bazen açık. Bulutlar süratle, akla hayale gelmeyecek şekillere bürünürler, hele lodos esiyorsa. Onları yorumlamakta güçlük çekmezsiniz; tam bir aslanın yelesini oluşturuyor derken kanat çırpan bir martıya dönüşüverir, şu sarıklı usta belki de 1550’lerden kalma…
Havuz beyaz mermerden yapılmış, oya işi gibi ince ince dokunmuş, son derece zarif bir görüntüsü var. Fakat asıl katkısı, görsel olmanın ötesinde, işitsel. Fıskiyeden yayılan serpintilerin sesi, kuşların cıvıltısı avlunun dört bir yanında yankı buluyor; dinlendirici, huzur verici, mutlu kılıcı niteliği ile. Avluda geçen zamana dördüncü boyutta eşlik ediyor…
Diğer ilginç bir ayrıntı da kemer ve kubbelerin çiziminde ortaya çıktı. Revak kemerleri sivri fakat kubbeler yuvarlaktı, sonra etraflarına baktılar ki bu genel bir uygulama.
Hoca açıkladı:
- Türkler Orta Asya’dan kopup gelirken ve özellikle İran’dan geçerken mimari kültürleri zenginleşiyor. Sivri kemerin ve bunun uyumunda sivri kubbelerin çok güzel örneklerini görüyorlar İran’da. (
Resim 7) Kemer ile kubbe arasında yakın bir ilişki var. Kubbe sonuçta bir kemerin kendi merkezi etrafında dönmesi sonucu oluşan bir mekân. Kemerin iki boyutlu şekli, üç boyutlu kubbeye dönüşüyor. Fakat Anadolu’ya gelip de Bizans örnekleri ile karşılaşınca yeni bir sentez ortaya çıkıyor. İran’ın sivri kemerleri, Bizans’ın yuvarlak kubbeleri. Türk üçgenleri de bir kültürden diğerine geçişi sağlıyor.
Avluda çok güzel bir dişbudak ağacı, meyveleri özellikle koparılmamış bir portakal ağacı, bir de ihtiyar çınar var. Mevsim kış, fakat portakal ağacının yaprakları yeşilliğini koruyor, portakal rengi portakallar, yeşilin önünde daha da bir canlı duruyor. Çınar çok sevilen bir ağaç. Çabuk büyüyor, kerestesi işe yarıyor; ister ocakta yak, ister yapımda kullan, geniş yapraklı uzun dalları ile etrafında bir mikro klima yaratıyor, hepsinden önemlisi de çok uzun ömürlü olması.
Hocanın klasik bir sorusu vardır, sırası gelince sormadan edemez!
- “Çihar çınar” ne demek? Bu soruyu hep, tavla bilen oğlanlar daha kolayca yanıtlar. Peşinden:
- Peki, çizin bakalım öyleyse! Çocuklar hemen çiziyorlar. Kenarları 30 metre gibi olan bir kare alanın dört köşesine birer çınar dikiliyor, çınarlar büyüyor, büyüyor, büyüyor. Sonuçta, sadece dört çınarın gölgelediği, 3.600 m2 gibi geniş, korunaklı, güzel bir yaşam alanı oluşuyor. Evladiyelik bir çınaraltı. (
Resim 8)
İmarethanenin bahçesindeki çınarın güngörmüş bir hali var. Kabukları yer yer soyulmuş, kıvrılmış, katlanmış, yılların etkisinin yansıdığı, Rembrandt’ın buruşuk yüzlü bir ihtiyar portresi gibi. Gövdesi oyulmuş, içine rahatça girip oturabilirsiniz, ama yine de, göğe doğru yükselen dalları canlı, bahar geldi mi hepsi yeşeriyor, ben buradayım, diyor. (Resim 9) Güven vermeyen görüntüsüne rağmen, belli ki toprağa sağlam basıyor, saygı uyandırıyor, heybetli, mağrur, insana adeta tepeden bakıyor…
Hoca gene soruyor:
- Çocuklar, külliye 1550-1555 yılları arasında yapılmış, Sinan Ağa o zamanlar 61 yaşında. Bu çınar ağacı sizce kaç senelik olabilir? Çocuklar, hocanın bu tür şaka yollu, sorularına alışıktılar; hatta bir defasında, “Battı balık, yan gider” halk deyiminin, strüktürel açıdan yorumunu istemişti. Fakat, bu tip soruların arkasında, her zaman olduğu gibi ciddi bir boyut olduğundan da emindiler… Hepsi iyi güzel de, Usta’nın yaşı ile yapının yapıldığı yıl ve ağacın yaşı arasında ne gibi bir ilişki olabilirdi ki? Yoksa bu bir ebced hesabı, sorusu mu idi; hoş, o da ne demekse?
Cansın ve Merve, imdada yetiştiler, konuya açıklık getirdiler. Le Corbusier’nin, Stamboul seyahatındaki notlarında yazdıklarını sınıfa hatırlattılar: Türklerin, çok güzel bir gelenekleri var. Bir yapının inşaatına başlarken, bahçesine bir de ağaç dikiyorlar. Bu ağaç, çoğu zaman bir çınar, bir kestane veya bir çitlembik oluyor, insan yapısı ile doğa yapısı el ele beraberce büyüyorlar. Doğa ile insan arasındaki birlikteliğe, güzel bir örnek, doğayı yücelten, duyarlı, saygıdeğer bir tutum, ne kadar da anlamlı!
Doğru yanıtın yine kız öğrencilerden gelmiş olması hocayı tekrar, kız öğrencilerin, mimarlık eğitimine gösterdikleri son yıllardaki ilgiye getirdi ve bu ilgi her geçen yıl artıyor. Meslektaşları durumdan pek memnun değil. Mimarlık mesleğinin geleceğinden endişe duyuyorlardı. Hoca ise olaya çok başka açıdan yaklaşıyor ve iyimser bir tutum sergiliyordu.
Mimarlık çok boyutlu bir alan. Uygarlığın arkasındaki bütün etkenler: Bilim, teknik ve sanat mimarlığın özünde, içeriğinde var. Bu üç etken birbirlerine eklenerek bir bütünü oluşturmuyor. Aralarında bir önem sıralaması, birinin diğerine üstünlüğü, önceliği de yok. Üçü birarada bir bütünlüğü vurguluyor, evrende olduğu gibi ve bu kutsal üçlü bütünlük başka hiçbir meslekte, mimarlıkta olduğu kadar yoğun değil.
Bilimsel açıdan bakıldığında mimar, örneğin sosyolog değildir; fakat konut tasarlarken aile yapısını, komşuluk ilişkilerini; ana okulunu, ilkokulu tasarlarken çocuk psikolojisini, küçüklerin davranış biçimlerini; hastane düzenlerken hastaların ruh hallerini inceler. Fizikçi değildir; fakat bin kişilik bir oditoryum tasarlarken ses dalgalarının aynen aynaya yansıyıp geri dönen ışın demeti gibi nasıl yayılacağını anlamak zorundadır; keza salonun herhangi bir koltuğunda oturan dinleyicinin sahneyi kusursuzca görebilmesini sağlamak için bakış hatlarının geometrik çizimini bilir. Teknik yönden bakıldığında teknokrat değildir; fakat betonun ne kadar zamanda donacağını, etriyelerin paslanmaması için beton yüzeyinden ne kadar içeri çekilmesi gerektiğini; çelik yapılarda en büyük tehlikenin bir yangın esnasında yayılan yüksek ısı olduğunu; bir tuğla duvar örgüsünde duvarın yıkılmaması için tuğlaların nasıl bir örgü içinde olmaları gerektiğini bilir.
Bütün bunlar mimarlık mesleğinin, yakın ilişki içinde olduğu bilim ve teknoloji alanları ve bu alanlarda her şey, eninde sonunda ölçüye vuruluyor ve ölçüye vurabilmek için de, her bilim dalının kendine has ölçü birimleri var: Metre, Watt, Hertz, Derece, Lux, Lumen, Mac, KB, MB, E=mc2… Mimarlıkta ise, estetik, güzellik, sanat gibi ölçüye vurulamayan bir boyut daha var. Mimarlık mesleğinin öğretilmesi, öğrenilmesi ve de uygulanmasının en zor, ama aynı zamanda onu yücelten, en zengin yanı da işte bu kutsal üçlünün bütünlüğü içindeki ölçüye gelmeyen boyutu.
Anadolu’da güzel bir deyim var: Cennet, anaların ayakları altındadır. İnsan zekâsının en çok geliştiği, şekillendiği, büyüme yaşlarındaki çocuklar, ister oğlan olsun ister kız, hep annelerinin yanındadır. Bilim, teknik ve kültür ile donanmış, dünyayı bütüncül bir bakış açısı ile yorumlayabilen bir anne, bir mimar anne ve onun yetiştireceği çocuklar!
Hoca kendi kendine söylendi:
- Anadolu, mimar annelerin ayakları altında cennete dönüşse!
KAYNAKLAR
1987,
Architectures Capitales: Paris, 1979-1989, Electa Moniteur, Paris, ss.19-27.
Brownlee, D. Ve D. de Long, 1977,
Kahn, Thames and Hudson, Londra, s.144.
Dietz, E. 1946,
Türk Sanatı, İstanbul Üniversitesi Yayını, İstanbul, s.52.
Gabriel, A. 1931,
Monuments Turcs d’Anatolie,
E. de Boccard, Paris.
Hoag, J. 1977,
Islamic Architecture, Harry N. Abrams Publishers, New York, ss.355-358.
Kuran, A. 1986,
Mimar Sinan, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, ss.72-77.
Le Corbusier, 1987,
The City of To-morrow, Dower Publications, New York, s.78.
Özgüner, O. 1970,
Köyde Mimari Doğu Karadeniz, ODTÜ Yayınları, no:13, Ankara, s.75.
Bu icerik 5578 defa görüntülenmiştir.