376
MART-NİSAN 2014
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK VE EĞİTİM KURULTAYI

MİMARLIK EĞİTİMİNDE AKREDİTASYON Tartışmalı Konular Üzerinde Yeniden Düşünelim**

Nur Esin, MiAK Dönem Başkanı, Prof. Dr.,Okan Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

Mimarlık akreditasyonu, üniversite lisans eğitimi düzeyinde daha kaliteli eğitim ortamlarını, yazarın değimiyle “öğrenen”e sunabilmek için Mimarlar Odası ve MOBBİG işbirliği ile kurulmuş gönüllü bir dış değerlendirme süreci. Mimarlık Akreditasyon Kurulu Başkanı olan yazar, akreditasyonun anlamını akademik dilin dışına çıkarak aktarıyor.

AKREDİTASYON NE DEĞİLDİR?

Tersten başlayacak olursak: Akreditasyon, başvuran üniversitelerin üzerindeki bir Demokles’in kılıcı değildir. Biz YÖK’ün bir aracı değiliz. Yani devlet bürokrasisinin bir aracı gibi görmeyiniz bu kurumu. Bir karşılaştırma aracı da değildir. Elmalarla armutları karşılaştıramayız. Şu an sayıları 80’e varan üniversitelerimizde, çok farklı yapılar sergileyen programlarımız var. Bunların kendi özelliklerini doğru değerlendirebilmemiz lazım. Dolayısıyla herhangi bir sıralamayı da amaçlamıyoruz bu hedefte. (Resim 1, 2)

AKREDİTASYON NE DEĞİLDİR?

KARŞILAŞTIRMA ARACI DEĞİLDİR.

TEK TİPLEŞTİRME ARACI ASLA DEĞİLDİR.

DEVLET BÜROKRASİSİNİN ARACI DA DEĞİLDİR.

PARA TUZAĞI???

Tektipleştirme bize gelen eleştirilerin en büyüğüdür. Acaba standart bir eğitim modeli oluşturulması yönünde akreditasyon yol mu gösterecektir? O da değil, tam tersine birtakım özgünlüklerin peşine düşüyoruz. Para tuzağı olup olmadığı konusuna gelince, Türkiye koşullarında gönüllü bir çalışma olarak sürdürüyoruz. Gerek ziyaret takımına giden, okullarınızı ziyaret eden, ders programlarınızı inceleyen öğretim üyeleri mimarlar, gerekse diğer kurullarda çalışan arkadaşlarımız hepsi gönüllü çalışıyor, bu iş karşılığında para almıyorlar, ama yine de masraflı bir süreç. Gidilen okula ve kuruluşumuza önayak olup inanarak destekleyen Mimarlar Odası’na büyük maddi külfetler yüklüyoruz. Bu kurumun yurtdışındaki eşdeğerlerine baktığınız zaman, talep edilen maddi karşılıklar bakımından, RIBA (Büyük Britanya) ve NAAB’dan (ABD) farklı özellikler taşıyoruz. Onlar ciddi biçimde ve haklı olarak yapılan işin karşılığını talep ederek ziyarete gelen kurumlardır. Hatta daha da yakın çevremize bakarsak, birlikte iş yapmaya karar verdiğimizi mühendislik akreditasyon kurulları, veterinerlik, hemşirelik, tıp, fen-edebiyat gibi akreditasyon kuruluşlarının bulunduğunu, MİAK gibi onların da YÖK tarafından tanındığını ancak bu kurumların akreditasyon kurullarının para karşılığında akreditasyon işlemini gerçekleştirdiklerini görürüz. Yani şu anda başvurmak isteyen, niyet mektubu göndermek isteyen okullar için hâlâ çok iyi olanaklarla çalışmamızı sürdürüyoruz.

AKREDİTASYON NEDİR?

Akreditasyonu nasıl gördüğümüzü açıklamak istiyoruz. Biz akreditasyonu, okullarımız için bir tür yenilenme ve güncellenme süreci olarak görüyoruz. Burada iyi ve kötü yoktur. Örneğin, Resim 3’te görülebileceği gibi kırmızı yaprak parçalarından yeşile doğru bir gidiş var. Yaprağın kırmızısının mı, yoksa yeşilinin mi iyi olduğuna kim karar verecek? Yok böyle bir şey! Bu bir dönüşüm süreci. Yaprak doğanın iyi kurulmuş, gelişmiş bir döngüsü, değişime karşılık verebilecek şekilde zaman içinde yeşilden sarıya ve kırmızıya dönüşüyor. (Resim 4’te de örneklenen bu durum bilimsel anlamda “entropi”ye, düzensizliğe doğru gidişe işaret eder, ancak düşünülürse düzensizliğe doğru gidiş yeni bir düzen arayışını da tetikler.) Kozadan çıkan kelebek çok güzeldir, ancak onun tırtıl hali pek de çekici görünmüyor, ama ikisi de doğanın özene bezene yarattığı, her şeyiyle tamam olan bütünler. (Resim 5) Dolayısıyla bu süreci değişim / transformasyon olarak görmek durumundayız. Kötü bir şeyi alıp da iyi hale getirmiyoruz. Bu dönüşüm süreci ile yeni düzenlilikler arıyoruz. Bunu böyle kabul etmeliyiz.

AKREDİTASYON NEDİR?

BİR DÖNÜŞÜM VE YENİLENME SÜRECİDİR.

ÖZDEĞERLERİNİ ARAMA, ANLAMA, TANIMA SÜRECİDİR.

BU SÜREÇTE HER ÖZGÜNLÜK KENDİNİ ANLATMA OLANAĞINI BULUR.

Akreditasyonun tanımlarına tekrar dönüp bakarsak, genellikle kalitenin güvence altına alınması, kalitenin geliştirilmesi, yani varolan niteliklerimizi daha iyi hale getirmek anlamında ortaya koyuyoruz. Akreditasyonun bir dış gözlem unsuru olduğunu da tekrarlamalıyız. Bir program kendisinin taşıdığı nitelikleri de eksiklikleri de tam olarak göremeyebilir. Bu değerlendirmenin yapılabilmesi için tamamen bir dış gözleme ihtiyaç duyulduğu açık. Kendi deneyimlerimizle de gördük ki, içinde olduğumuz eğitim sisteminin detaylarına girdiğimiz ortamda maalesef bütünü kaçırabiliyoruz. Ekibimiz, bazen akreditasyon ya da ziyaret için gidilmiş okulların daha önce kendilerinin fark edemedikleri olağanüstü güzel nitelikleri olduğunu görüp, bunların raporlarda belirtilmesi, hatta o okulların kendi duyurularında da önplana çıkarılması gerektiği yönünde önerilerde bulunabiliyor.

Dolayısıyla bu süreç, aslında kolay da bir süreç değil. Her zaman yapıldığı gibi, bir program açılıyorken en iyi biçimde kurgulanabilmesi için örneklere bakıyor, şu ana kadar deneyim kazanmış okulların programlarından yararlanarak yeni bir program oluşturmaya çalışıyoruz. Bu çok normal ve doğal süreçte, bulunduğumuz konumla ilgili olarak kararlarımızı etkileyen, bileşenleri insan ya da maddi durum kaynaklı, yapay ve doğal bir çevre var. Birtakım özelliklerimiz, içinde bulunduğumuz ya da bizi besleyen organizasyonların etkileri var. Yavaş yavaş bu süreçte kendimizi tanımaya ve dersimizi / programımızı daha ileri nasıl götürebiliriz diye bakmaya çalışıyoruz. Resim 6’daki bardaklardan fışkıranlardan, örneğin yeşil benim dersim. Ben kendi dersimde mutluyum, rengim de güzel, ama ben dışarı fışkırıp daha özgürce kendimi ifade etme şansını bulabilir miyim, bu bana bir araç olabilir mi? Başka ortaklıklar kurabilir miyim? Derken sonunda Resim 7’deki şekil benzeri değişken, esnek, duruma göre rengini değiştirebilen, ama kendi bir estetik bütünlüğü olan bir duruma evriliyoruz. Dolayısıyla akreditasyon ile özgünlüklerimizi ve özgürlüklerimizi anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz.

AKREDİTASYON: ÖZVERİLİ BİR ÇABA

Akreditasyona karar vermek ve bununla ilgili çalışma, özveri gerektiren bir çaba. Çok açıkça söylemeliyiz ki sistemin üç zorlu süreci var:

I. Çok fazla ön hazırlık,

II. Özgün niteliklerin ayrıştırılması ve anlaşılması,

III. Program içinde nasıl bütünleştirileceğinin iyi ifade edilmesi.

Hazırlık süreci planlı ve kapsamlı bir süreç ve çok fazla ön hazırlık yapılması gerekiyor. Geceli gündüzlü bir adanmışlık süreci ve buna katılımın da neredeyse tam olması gerekiyor, öğrencisiyle, öğretim üyesiyle, çalışanlarıyla, diğer insan kaynaklarıyla, idari yapısıyla. Onun ötesinde, özgün niteliklerimizi anlamamız bir hayli zaman alıyor. Dersler için hazırladığımız programlar içerisinde diyoruz ki, dersinizin şu ve/veya bu bilgi becerilerden hangisini karşıladığını düşünürsünüz? Gerçek seviyesini bulması için biraz zamana ihtiyaç duyuluyor. Çünkü siz başka türlü görüyorsunuz, öğrenciniz başka, idare başka türlü görüyor. Ortada bir yerde buluşup gerçeğin keşfedilmesi süreci de oldukça sancılı bir süreç. Hatta programda kırmızı oranının niye çok, mavinin niye az olduğu üzerine çatışmalar oluyor, insanla ilgili o yüzden de zor bir süreç. Özellikle soyutlayarak örnekliyorum ama birçok fakültelerde yaşanan olayları hepimiz biliyoruz. Yaşam bir çeşit güç savaşıdır. Bu güç savaşını kendi evliliklerimizde, aile ilişkilerimizde yaşadığımız gibi, çalıştığımız ortamlarda da hep yaşarız. Üçüncü görev ise, bütün bu niteliklerinizi fark ettiniz, adanmışlığınızı da tamamladınız, ama bu sefer bunu anlaşılabilir bir dile getirme yolunu nasıl bulacaksınız? Bize değerlendirilmek üzere gönderilen bazı raporlar aşırı kalın ve ayrıntılı olabiliyor. Öz değerlendirme raporunun daha anlaşılabilir, kullanılabilir boyuta indirgenmesi çok zor bir görev. Gerçekten dil bakımından da zor. Türkçe o kadar incelikli bir kullanım gerektiren bir dil ki, iyi kullanılmadığında tam tersi anlamlara yol açabilir. Günümüze uygun kavramla ifade edersek, esneklikler taşıyan bir dil. İşte insanı içine kavrayan, bir yandan yarıda bırakan zor bir dil, rapor gibi anlaşılabilir, tek anlamlı bir formülü üretmek bu nedenle zor. Ayrıca Doğu kültürünü de taşıdığımızı unutmayalım. Dolayısıyla üçüncü zor görevi de atlattıktan sonra, şimdi bu zor görevin içini nasıl dolduracağımıza biraz yakından bakalım.

AKREDİTASYONUN BEKLENTİSİ NEDİR?

Bir bölümden, “programdan” ya da öğrenciden “öğrenenden” akreditasyon ne bekliyor? Öğrenenin hangi bilgi ve becerileri kazanmış olduğu test ediliyor, anlaşılmaya çalışılıyor? Programdan beklentiler kısaca şöyle ifade edilebilir:

I. Bilgi ve Becerinin Bütünleştirilmesi

  • Program mimarlık bilgisini bütünleştirebilmeli,
  • Ders ve projeler öğrenenin düşünce ufkunu açmalı,
  • Müfredat dışı tartışma ve zihinsel beslenme ortamları yaratabilmelidir.

II. Eleştiriye ve Değişime Açık Olma, Özgünü Arama

  • Program eleştiriye, değişime ve dönüşüme açık olmalı,
  • Her düzeyde özgünlüğü alkışlamalı, peşinde olmalıdır.

III. Bireysel Gelişim ve Farkındalık

  • Program öğrenenin kendi gelişim çizgisini oluşturmasına olanak sağlamalı,
  • Öğretenin kendisini geliştirmesine olanak tanımalıdır, o da bir “öğrenendir”.

Parça parça öğrenene aktarılmış olan veya onun alması için önü açılmış olan bilgi beceri türlerinde bir bütünleşme var mı? Yoksa bugün bunu alıp, yeteri miktarda notunu aldıktan sonra öbürüne atlayarak, böyle bir kopukluk içerisinde mi gidiyor? Zaten eğitim de bir çizgisel süreç değil. Olmamalı... Eğitim paralel süreçler biçiminde giden bir yol. Bilgi, beceri ve yetenekler karmaşık ilişkiler içerisinde beynimize, bilişimize yerleşiyor. Dolayısıyla “Birini bitirdim, tamam o konudan yeterli notumu aldım, buna geçtim, onu aldım, bunu geçtim” süreci asla olmadığı için, bütünleştirebilme problemi de zaman içine yayılı olarak ortaya çıkıyor. Fakat deneyimli öğretim üyeleri, öğretim kadroları bunları önceden öngörüyor ve neyi, ne kadar, hangi dozda, hangi ortamda sunacaklarıyla ilgili bir kabuller zinciri üzerine eğitim programlarını kuruluyorlar. Akreditasyon süreci bu tür başarılı yaklaşımların dışlaştırılması, öğrenene ve topluma açıklanmasıdır.

Ders ve projeler öğrenenin düşünce ufkunu açmalı diyoruz, beklentimiz bu. Standartlaşmış, yıllardır tekrar eden, artık nasıl anlatacağını bilen bir hocanın girip de, sekiz bininci defa aynı şeyi anlatması değil hiçbir zaman akreditasyonun beklentisi. Çünkü artık biz sizleri “öğrenenleri” eski tanımıyla öğrenci olarak görmüyoruz, pasif olmadığınızın farkındayız. “Orada oturup sizin için bir şeyler hazırlayalım, bunu anlatalım, en doğrusunu da biz biliyoruz zaten, yaşımız da ilerlemiş, siz bunu öğrenin, sizden sonra gelenlere aktarın” gibi bir şey yok. Her şeyin değişebilir esneklikte olduğu, değiştiği bir ortamdayız. Dolayısıyla aslında sizi besleyecek ve bize de faydası olacak bilgi ve becerilere gereksinim duyuyoruz. Diğer bir anlatımla, öğreneni ve öğretmeye soyunanın da (onu da öğrenen diye kabul edersek) zihinsel beslenmeye gereksinimi var. Bu tür zenginleştirici ortamların hepimiz için yaratılması gerekiyor. Ancak birileri bu ortamı yaratsın diye beklemeyeceğiz. Bu doğrudan bizlerin, hepimizin ortak sorumluluğudur. Karşılıklı öğrenenler olarak bize düşen çok yük var.

Program eleştiriye, değişime ve dönüşüme açık olmalıdır. En zor şeylerden biri budur, programın kendi kendini eleştirmesi zordur. Hatta biz birbirimizin dersinin içeriğinin nasıl değiştiğini bile on beş sene bilmemiş, sonra bir yerde dinlemiş, ne kadar güzel bir şey oluyormuş orada diye şaşırmışızdır. Klasik yaşamdaki bu haberleşme / iletişim ortamının kopukluklarını da akreditasyon süreci yoluyla aşabilmek mümkündür. Çünkü bir defa gözden geçirme süreci başladığı zaman, kıra döke de olsa bir şekilde bir öz değerlendirme başlamış oluyor.

Özgünlüğün peşinde olmak ise akreditasyonun en büyük beklentisidir. Onun nasıl kurulacağı da yine kendini tanımlayan bir program için, dördüncü, belki de en zor görev. MİAK’taki bütün tartışmalarımızın esası şunlara öncelik vermiştir. Tekrarlamakta yarar var:

  • Öğrenen kendi gelişim çizgisini kurabilmelidir.
  • Hangi yaşta olursa olsun bireysel niteliklerin önemsenmesi gerekir.
  • Dönüşecek eğitim modeli, yaratıcılığı uyarıcı iç ve dış ortamları sunulabilmeli ya da kapsamına alabilmelidir.

Seçmeli dersler gerçekten de öğrenenin gelişim çizgisini kurmasına yardımcı olacak biçimde seçilebilir duruma getirilmelidir. (Zorunlu seçmeli ders olarak verilen şeylerden vazgeçmeye başlamamız için iyi bir fırsat.) Öğrenenin seçimlerini yapıyorken bilinçli olması ve kendi yolunu planlayabilmesi gerekir. Birey (öğrenen ve öğretici) kendi ufku hakkında düşünebilmelidir. Aynı şekilde yeniden gündeme gelen bir başka konu da vakıf üniversitelerince sağlanmış olan nitelikli öğretim üyelerinin zamanlarının maksimum nasıl kullanılabileceği üzerine kurgulanan programlar konusudur. Hepimizin deneyimlediği gibi, vakıf üniversiteleri para karşılığı eğitim veren ve öğretim üyelerine de ders başına para ödeyen kurumlar. Dolayısıyla, öğrenenin alması gereken eğitim kredilerini beklenenin daha altına düşürülmesi yoluyla öğretim üyelerine daha az para ödenmesi hedeflenebiliyor. Şunu unutmamalıyız: Bizim birisinin zihnini açabilmemiz için, önce kendi zihnimizi açabilmemiz gerekir. Kendini geliştirmesine olanak vermezseniz öğretim üyeniz çok akışkan bir ortamda olduğumuzdan, mutlaka bunu yapabileceği başka bir yere / kuruma kayacaktır, akacaktır. Öğrenciler değilse bile, öğretim üyeleri oldukça akışkan bir ortamda. Kendilerine bu olanağın sunulacağı yerlerin arayışı içindeler ve onları haklı görmek durumundayız. Onun için bunu da bir kez daha belirtmeliyiz, o da bir “öğrenendir”.

AKREDİTASYONSUZ OLMAZ MI?

Akreditasyonsuz olmaz mı? Şimdi Kıbrıs’ta görevli olan benim değerli kürsü arkadaşım Nezih Ayıran Hocam, her toplantımızda elini kaldırıp “Bunu yapmasak olmaz mı? Neyimiz yanlış?” sorusunu sorar, bizi güldürür ve düşündürürdü. Biz ona anlatırken tekrar düşünürdük. Hakikaten akreditasyonsuz olmaz mı? Akreditasyonsuz aslında bayağı da güzel, kolay gidiyor. Eski alışkanlıklar, kurallar olması rahatlatıcı. Benim okulumda kürsüler ortadan kalktı çok sinirlendim, kürsü bir aileydi, niye böyle şeyler oldu? Hâlâ da sinirlenirim bir ucundan, çünkü kürsüme de okuluma da çok bağlıydım. Oturmuş bir kurum kültürümüz vardı. Şimdi hangi kurum kültüründen bahsediyoruz diye düşünüyorum. Eleştiriyorum, ama bir yandan da diyorum ki, “Bugünün ortamı artık öyle tek kurumlu bir birey beklemiyor. Öğrenen, kurum dışında da birçok yerlerden bu bilgileri becerileri edinecek, kendi yolunu çizecek, çok şey tanıyacak”. Kurumlar da zaten biraz değişkenler. “Ben gideyim de şuradaki oturmuş üniversiteye bakayım, nasılmış o?” diye arayacağı üniversite sayısı da belki çok az olacak.

Önceden kuralları belirgin bir bürokraside olsak da arşivlerimizde bir dağınıklık vardı, çünkü alışkın olduğumuz için, arşivleme gereği duymuyorduk. Zaten her şeyimizi biliyoruz, belirli bir düzeni tutturmuş gidiyoruz. Kurumsal öncelikler önplanda ve ne yaptığını bilen bir kurum var karşımızda. Hâlbuki diğer tarafa bakın, bütün dünya çapında bireysel öncelikler gündeme gelmiş ve buna cevap verebilmek üzere öğrenen bir kurum var. Henüz ”öğrenerek değişen kurum” anlayışını tam olarak gerçekleştirmedik, bu dönüşümü yapamadık. Doğrusunu söylemek gerekirse, zihinsel olarak bizler, bu akreditasyon üzerinde kafa yoran, vaktini ayıran, çalışan hiçbirimiz bunu gerçekleştiremedik. Ama hedefimiz sizler için olabildiği kadar bireysel niteliklere odaklanmış eğitimin yolunu açabilmek, zekâlarınızı ve niteliklerinizi dikkate alarak değerlendirebilmek, bireyi bir sınıf dolusu “sayı” olmaktan çıkarıp kişilikli mimarlara dönüştürmek.

Marilyn Monroe’nun çok çekici ve samimi bir sıcaklıkta olduğunu düşünür ve estetik görünümünü hayranlıkla izlerim. Ben eski döneme ait, klasik bir insan olduğum için, orijinal resmine bakmayı yeğliyorum hâlâ. (Resim 8) Ama eminim siz gençler, genç düşünenler Warhol yorumundaki estetiği de görüyorsunuz. (Resim 9) Dolayısıyla, estetik anlayışın farklı yorumları üzerinde bir buluşma düzleminde olabilmeliyiz.

ÖNCEKİ YAKLAŞIM

Kurumsal Öncelikler, Bilen Kurum, Alışkanlıklar, Kurallar, Rastlantısal Değişmeler, Oturmuş Müfredat.

İSTENEN YAKLAŞIM

Bireysel Öncelikler, Öğrenen Kurum, Yeni Durumlara Duyarlılık, Düzenli Geri Besleme ve Arşivleme, Planlı Gelişme İle Rastlantılara Açık Olma, Değişebilir Müfredat.

Aslında öğrenme ortamı her yer ve her zamandadır. Her yerde öğreneceğiz ve her zaman öğreneceğiz. Sürekli Mesleki Gelişim (SMG)  programı bu gereksinimle ortaya çıkmıştır. Mezuniyet sonrasında da yaşam boyu öğrenme içindeyiz. Kendi eğitim modellerinizi sizler önereceksiniz ve bizler bilebildiğimiz kadarıyla size danışmanlık edeceğiz. Öğretim üyeleri olarak sistemi açık uçlu bırakmak durumundayız. Çünkü sizlerden (öğrenenlerden) bize öyle yansımalar oluyor ki, gerçekten hak veriyoruz ve sizleri o yönde yüreklendiriyoruz, kendi öğrenme davranışlarımızı da yeniden gözden geçiriyoruz.

YENİ ANLAYIŞIN NÖRO-PSİKOLOJİK TEMELLERİ

Şimdi bu önerilerimizi, beklentilerimizi neye dayandırıyoruz? Dünya bu fikirleri, uygulamaları neye dayandırmış? Çok iddialı bir başlık olarak gelebilir ama bu düşüncelerin kaynağı nörolojik, psikolojik gelişmelerdir. Vietnam Savaşı’nın sosyal ve travmatik etkileri ile onlara yanıt arayan tıp çalışmalarına, nöroloji alanındaki ilerlemelere, psikolojiye yansımalarına baktığımızda, artık zihinsel kavrayışa çok farklı yaklaşıldığını görüyoruz. Genel okuyucuların anlayabileceği dile dönüştürülmüş bilim kitaplarını incelediğimiz zaman çoklu zekânın önplanda tutulduğunu anlıyoruz. Ölçüt sadece IQ değildir, çünkü beynin değişken bir yapısı olduğu kabul edildiğinden, nöronların esnek yapılanabilme yeteneği sayesinde beynin beklenmeyen bölgelerinin yeni işlevler yüklenebildiği bulgulanmaktadır. Ayrıca sağ ve sol beyin loblarının aynı anda çalıştırılmasına olanak tanıyan eğitim modelleri, öğrenenlerin hem sanatçı yönünü hem de matematik - analitik yönünü birarada geliştirmesiyle gerçek kişiliklerini yansıtabilmelerine yardımcı oluyor.

Nöronların iletişimlerinin öğrenilebileceğini de öğrendik. Belirli bir aya kadar konuşma yetisini kazanamamış çocukların bundan sonra çok zor konuşabileceği söylenirken, şimdi belirli yetilerin beynin diğer aktif olmayan bölgelerini aktif hale getirip, yeni nöron ilişkileri kurarak çalışılabildiği ortaya konuldu. Doğaldır ki bunlar zor süreçler, ama yapılamaz değiller, bunu da görüyoruz. Bu alanlardaki gelişmeler o denli hızlı ki eğitim felsefelerimizi gözden geçirirken bu alanları çok yakından izlememiz gerekiyor.

EĞİTİM ORTAMI: HER YER

     EĞİTİM ZAMANI: HER ZAMAN

EĞİTİM SÜRECİ BİREYİN ETKİN OLARAK KENDİ ÖZGÜN EĞİTİM MODELİNİ OLUŞTURMAYA BAŞLADIĞI BİR SÜREÇTİR.

Beyin aktiftir,

Sadece IQ değil çoklu zekâ değerlendirilmelidir.

Sağ ve sol beyin lobları aynı zamanda çalışabilmelidir.

Nöronlar (her yaşta) öğrenir ve yeni ağlar oluşturabilir.

Biz kendi kurullarımızda öğrenme ortamının stüdyo olduğunu öngörüyoruz. Neden stüdyo? “Stüdyo” aslında kapsayıcı bir terim. Stüdyo ortamı derken, masası, çizim yeri olan stüdyoyu kastetmiyoruz. Deneyebildiğiniz, hareket edebildiğiniz, sözel ifade edebildiğiniz, kalkıp dolaşıp görebildiğiniz, internetinizi açabildiğiniz, çıktı alabildiğiniz, diğer her yer neresiyse oralar stüdyo. Kapalı kapıların arkasındaki ortamları da hiç kastetmiyoruz. Dolayısıyla siz bugünün öğrenenleri için her yer stüdyo.

HER YER STÜDYODUR

Okulun içindeyiz, ben “mühendislik mimarlık fakültesi” adı altında bir bünyedeyim. Öğrencilerime ilk söylediğim şey şu oluyor: Bu okul sizindir. Dolayısıyla bu okulun her mekânı düzgün kullanımınız için size açıktır. Yani her yer bizim stüdyomuzdur. Aynı şekilde okulun sınırları içerisinden dışarıya da taşmamız gerektiği ortada. Neden okuldayız? Emel Aközer Hocamızın organize ettiği bir önceki kurultay sunumumda “Okullaşma kalkıyor, okula ihtiyaç olmayacak, birkaç tane adı belli okula, ona da kimliği için gidilecek” diyen öngörüleri aktarmıştım. Şimdi yavaş yavaş fikrimi değiştirmeye başlıyorum. Nedenini de söyleyeyim size: Çünkü okul ortamı bir sosyal ortam. Hele Türkiye için, çok önemli. Aktif olarak çalışılabilen ne bir sosyal merkezimiz ne bir gençlik merkezimiz var. AVM’lerden, para tuzağı olan köşelerden başka bir yer sunamadık biz gençlerimize. Bunu sunamadık, ama üniversite ortamları sunduk. Bu ortamlar onların sosyalleşebileceği, kendi yaşıtlarıyla biraraya gelebilecekleri, bir miktar sınırlarını zorlayabilecekleri, kendilerini tanıyabilecekleri ayrıca empati kurma becerilerini de geliştirebileceği ortamlardır.

STÜDYONUN DİNAMİK, DEĞİŞKEN, KAOTİK YAPISI İÇİNDE ÖĞRENME GERÇEKLEŞİR.

Öğrenme karşılıklı etkileşimle daha hızlı gerçekleşir

Beyinde anılar yaratılır ve kalıcı olur

Okul birbirini destekleme ve birbirinden öğrenme, sosyalleşme aracıdır.

Roller ve empati kurma becerileri stüdyoda gelişir

Ayrıca eğer “her yer stüdyo” diyorsak, mekâna ilişkin yaratılan kaliteleri de gözönünde tutmalıyız. Bazı mekânlara girersiniz ve onların hikâyeleri vardır. O hikâyeleri dinlediğinizde mekâna karşı yakınlık duyarsınız, onunla ilgili bir şey beyninizin bir tarafına yer eder. Stüdyo ortamlarında paylaştığınız tüm deneyimler, şakalar, gülüşmeler, partiler, kızgınlıklar, ağlamalar… Bunların hepsi öğrenmenizin arkaplanında size yardımcı olan deneyimler ve öykülerdir. Yeni gelişmelerin içinde uzaktan eğitimin ve sanal stüdyonun potansiyellerine de inanıyor ve bu konularda da çalışıyoruz. Ama bir taraftan da yüz yüze olmanın ve grup içindeki o sinerjiden yararlanmanın faydasını görüyoruz. Bunu sağlayabilecek başka ortamımız yoksa mümkünse bir süre daha, tasarım süreçlerimizi, bu tanımladığımız hareketli ortamlarda gerçekleştirelim. Stüdyo dışına taşalım, estetikle tekrar buluşalım. Estetik eğitiminin en zor eğitim olduğunu biliyoruz. Estetik eğitimi yavaş yavaş oturan, beyinde yavaş yavaş yerleşen, gördükçe oturan, devamlı düşünülen, neden diye sorgulanan bir şey. Toplumda estetik değerlerin oturması daha da uzun vadeli bir çaba gerektiriyor. Esasında estetik eğitimi neden önemli? Çünkü mimarlık ya da tasarım eğitiminin, mimarlığın altında tanımlayabileceğimiz tasarım eğitimi verilen bütün alanların, bütün kardeş alanlarımızın hepsinin içinde olması gereken, daha doğrusu yaşayan bireyin mutlaka hangi alanda olursa olsun kazanması gereken bir beceri türü. Estetiği görüp anlayabilmek, buna karşı duyarlılık geliştirebilmek. Dört senede bazen sizi meslek adamı olarak yetiştiremeyebiliriz, ama özellikle estetik alanda yetiştirebildiğimizi hiç iddia edemeyiz. Bazı buluşmaları sağlayabiliriz, bu da güzel bir şey. Hatta sizin kendi yaratılarınıza o gözle bakmanızı sağlayabiliriz ki bu, daha da güzel bir şey.

Bu stüdyo dediğimiz ortam, karmakarışık, hareket halinde bir yer aslında. Neden karmakarışık bir yer? Bu konuyu bir anı ile örnekleyebilirim. Rahmetle andığım benim çok sevgili Nihat Toydemir Hocam, dekan yardımcısı olduğu zamanlarda stüdyoların karmakarışık ortamından bıktı usandı ve bütün masaları yere çaktı, vidaladı. Bir sabah Taşkışla’ya gittik ki bütün masalar vidalanmış. Sınav yapılacak, mekân yok Taşkışla’da, bütün masalar ise sabitlenmiş durumda. Sonra birinci masa, ikinci masa, beşinci masa derken vidalar, yerler, masalar herkes tekrar özgürleşti. Hiç unutmadığım güzel ve düşündürücü bir anı. Kaotik ortamın da aslında kendi içinde belirgin kalıpları, örüntüleri var. Biz o istenen dengeyi ararken yavaş yavaş bir şeyleri yerli yerine oturtuyoruz. Eğer sınıfınızda birazcık daha rahat olup, stüdyo ortamında öğrencilerin askerî nizamda durmasına değil de azıcık daha konuşmasına, gülmesine izin verip, 10 dakika sonra dersinize başlarsanız sizi dinliyorlar. Mesajlarınızı o anki anılarıyla birlikte olumlu hatırlıyorlar. Biz gerekli pedagojik eğitimleri görmüyoruz, insan ruhuyla ilgili bir şey öğrenmeden pat diye stüdyoya atılıyoruz, orada yavaş yavaş öğrenmeye çalışıyoruz, ama artık günümüzde bunlara ulaşmak çok kolay. Zaten öğrenci, yüzüyle mimikleriyle size tepkisini yansıtıyor. Dilimi hemen düzeltmeliyim. “Öğrenen” zaten tepkisini gözüyle size bildiriyor.

EĞİTİM, GÜNCEL KURAMLARLA İÇ İÇE

Bugün ağ kuramı ya da kaos kuramı gibi tartışılan ve uygulama alanı bulan pek çok konu gündemdedir. Yeni değil, bunlar çok eski kuramlardır, fakat yavaş yavaş yerleşerek tüm yaşamımızda etkili hale geliyorlar. Sosyal ağlar diyoruz, onların içine giriyoruz, görmediğimiz birtakım ağlardaki sosyal patlamaları tetikleyen küçük mesajları alıyoruz. Küçük mesaj parçaları büyük oluşumlara, değişimlere yol açıyor ve her köşeye eş zamanlı ulaşıyor. Başka bir şeyin daha farkına varıyoruz. Doğa aslında bir ölçüde çok küçük ölçekten çok büyük ölçeğe kadar benzer bir model kullanıyor. Örneğin, bu kaosun içerisinde bir beyin hücresinin modeliyle, son teknoloji teleskoplarla evrene açıldığımız zaman gördüğümüz görüntü neredeyse aynı. (Resim 10) İkisini de aynı oranda bilmiyoruz, daha yeni öğreniyoruz ve kavramaya başlıyoruz.

Şimdi stüdyoyu, yani öğrenenin bir şeyler kaptığı, öğrendiği, paylaştığı mekânı, ağ ve iletişim ortamı diye görmek çok mümkün. (Resim 11, 12) Böyle görmeye başladığımız zaman da, bunun sanaldaki ve gerçekteki karşılığının ne olacağı ya da nasıl bir birleşim olacağı üzerinde düşünüyoruz. Yepyeni kapılar açan, yeni düşünce dinamiklerini harekete geçiren bir süreç, aslında hepimiz için oldukça cazip.

Çoklu evrenler dediğimiz zaman, bize nasıl yansıyor? Hemen söyleyelim: Bir kere çoklu okumalar. Yaptığınız ürününüz, eseriniz yahut sizin için benzer önem ifade eden bir şey, karşınızdaki öğrenen için hiçbir anlam ifade etmiyor olabilir. Dolayısıyla anlama ve anlaşma düzeyini bulmamız, farklılıkların / eşzamanlılıkların olabileceğini öngörmemiz ve bu olanaklar dünyasıyla onu bir an önce yüzleştirmemiz lazım. Çünkü hep arayüzlerde yaşıyoruz, doğa, sanat ve teknoloji hep iç içe geçmiş. Dergiler yeni güncel teknolojilerin bize getirdiği değişik form denemeleri ile dolu. Bu form denemelerini isterseniz maketlerle, çok elle tutulabilir malzemelerle gerçekleştirin; isterseniz “Catia”larda çizin ya da diğer programlarda oluşturun, tasarım ve mimarlık değişiyor. Teknoloji alanlarını çok iyi tanımıyoruz ama nanoteknolojinin getirilerini yavaş yavaş görmeye başlayacağız, o taraflara doğru çok hızlı gidiyoruz. Eskiden ütopik olan şeylerin yapılabilir olduğunu örnekler üzerinden görmeye başlıyoruz. Dünya nereye doğru gidiyor diye bir baktığımız zaman, “neden kendimizi yenilemeliyiz?”in cevabını buluyoruz. Evet, akreditasyon çok zor bir iş, çok özveri gerektiren bir çaba, ama bunu yapmazsak da neler olabileceğini görüyorsunuz. Çocuğunuzu, öğrenenizi çıkarıp attığınız kaotik ortamın nasıl bir ortam olduğu hakkında bir farkındalığımız olması gerekiyor.

Şimdi geldik işin en can alıcı kısmına. Siz öğrenenler hayali ve romantik bir eğitimin içerisinden, öyle ne olduğu belirsiz, ne yapmak istediği anlaşılamayan birileri olarak çıkmayacaksınız. Sizler meslek insanı olarak çıkacaksınız, bütün etiğiyle, tüm değerleriyle ve yöntemleri, kurallarıyla, normlarıyla… Buna böyle baktığınız zaman, meslek öğretiminin, heybenin gerçekten ağır kısmı olduğu görünüyor. Geçerli kanunumuza göre dört yıllık akreditasyon veriyoruz. Hedeflenen süre ise daha uzun, derinlikli bir öğrenme için onun bile yeteceği şüpheli. Çünkü bizi bekleyen, sürekli bir eğitim ortamı. Meslek olarak mimarlığın anlaşılması, yine bu süreklilik içinde mümkün olabiliyor. Mimarlık işinin iyi tanımlanmış koşulları var.

Uygulama ortamının başka bir ortam olduğunu biliyoruz. Nasıl eğitim ortamının her şeyiyle kaotik, çok yapılı, heterojen ve aynı zamanda hiyerarşik yapılarda olabildiğini görüyorsak, diğer taraftan bakıyoruz ki, mesleğin uygulanması da öyle. Siz hiçbir zaman böyle durmuş / oturmuş bir ekonominin içinde olmuyorsunuz, ne açtığınız büronuzdaki işin ne de personelinizle ne kadar zaman sürdürebileceğinizin garantisi yok. Süreklilik garantisi olmayan bütün bu değişkenliğin ve rekabetin içerisinde siz meslek insanı olarak ayakta durmaya çalışacaksınız. Size verebileceğimiz değişmez tek şey, belki de meslek ve kişilik etiği olacaktır, ayrıca bilebildiğimiz kadarıyla öğrenmenin sizin tarafınızdan nasıl sürdürülebileceğinin yolu ve yöntemi.

Sonuç olarak bu yazı sizlere gelişmelerin bir kesitinden seslendi, çabalar artarak ve çeşitlenerek sürüyor. Meslek odamızla birlikteliğimizden, meslek eğitim alanında birçok sonuç elde ettik, çok güzel çalışmalar yaptık ve kurumlar meydana getirdik. Bundan sonraki çalışmalarımızı belki artık meslekle eğitimin ara kesitinde neler yapmamız gerektiğine doğru evriltmeli ve bu konuya daha çok kafa yormalıyız.

 

** Bu çalışma, 14-15 Kasım 2013 tarihlerinde Mimarlar Odası tarafından Eskişehir’de düzenlenen Mimarlık ve Eğitim Kurultayı-VII çalışma gruplarından Mimarlık Akreditasyon Kurulu (MiAK) adına kurul başkanı Nur Esin tarafından sunulmuştur.

 

İNTERNET KAYNAKLARI

URL1. http://blog.radikal.com.tr/Blog/hukukcu-themisler [Erişim:07.02.2014]

URL2. http://www.sonarhaber.com/ekonomi/cari-acikdaki-kara-delik-h7053.html [Erişim:07.02.2014]

URL3. http://blog.besserhaushalten.de/allgemein/herbstlaub-sinnvoll-nutzen-und-entsorgen.html [Erişim:07.02.2014]

URL4. http://aktuelresim.com/Word/uyumlanma/Page/3 [Erişim:07.02.2014]

URL5. http://www.greenfab-media.com/ [Erişim:07.02.2014]

URL6. http://www.hdwallpapersin.com/abstract/colorful-life-hd-wallpapers [Erişim:07.02.2014]

URL7. http://www.newbrand.pt/ [Erişim:07.02.2014]

URL8. http://www.catarticos.com.br/doce/andy-warhol-e-marilyn-monroe/ [Erişim:07.02.2014]

URL9. http://lisawallerrogers.wordpress.com/2011/01/11/kate-middleton-does-warhol/ [Erişim:07.02.2014]

URL10. http://www.newsforage.com/2012/04/brain-cell-is-same-as-universe.html [Erişim:07.02.2014]

URL11. http://fluxion.net/2009/04/ [Erişim:07.02.214]

URL12.  http://architectureau.com/articles/frontier-learning/ [Erişim:07.02.2014]

Bu icerik 9085 defa görüntülenmiştir.