339
OCAK-ŞUBAT 2008
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

ETKİNLİKLER

YANSIMALAR: “Koruma Alanına Yeniden Bakış” Dosyası Üzerine

DOSYA: Mimarlık ve Eğitiminde “Süreklilik ve Değişim”

MİMARLIK ELEŞTİRİSİ: Turgut Cansever’in Söylemi ve Mimarlığı

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY
TÜRKÇE ÖZET
YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: Mimarlık ve Eğitiminde “Süreklilik ve Değişim”

Toplum ve Mimarlık

İlhan Tekeli

Prof. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

► 4.Mimarlık ve Eğitim Kurultayı’nın “Toplum ve Mimarlık” başlıklı 12. oturumunda sunulmuştur.

 

 

 

“Mimarlık ve Toplum” gibi çok geniş bir alanda, insanın aklına hemen gelen çok konu var, ama ben, o çok derin konulara girmeden, mimarlık ve topluma ilişkin çok küçük görülebilecek bir konuyu alıp onu derinleştirmeye çalışacağım.

 

Böyle bir konu olarak mimarlık tasarımının bina yapmaya dönük olması bakımından, diğer bazı tasarım biçimlerinden, örneğin endüstriyel tasarımdan önemli bir farkının, tasarladığı nesnenin bir dış yüzü bulunması ve kamuyu da o dış yüzüyle, bir şekilde etkilemesi olgusundan yola çıkacağım. Temelde bu sorunu ele alacağım.

 

Bu sorun, ilk bakışta mimarlığın o çok karmaşık sorunları yanında, göreli olarak basit bir sorun gibi görünüyor. Ama deşmeye başladığınız zaman, bunun oldukça derin bir etik sorunu, başka bir deyişle meşruiyet sorununu içerdiğini görüyoruz.

Mimarların söylemi ve mimarların bu söylemlerini meşrulaştırmak için kullandıkları zemin, bu sorunun ele alınması bakımından bazı problemler taşıyor. İşte ele aldığım sorunu tartışabilmek için mimarlık söylemi üzerinde kısaca duracağım.

 

Mimarlık dediğimizde, en merkezî noktada, tasarım hüneri ya da tasarım becerisi bulunuyor. Mimarlık tasarımında bugünkü söylemin tartışmamız bakımından önemli dört özelliği bulunduğunu söyleyebiliriz.

 
 
Birincisi, tasarımcısının nihai ürün üstünde denetimi oldukça yüksek olduğu bir tasarım olgusudur.
 
 
İkincisi, tasarlanan nesnenin çoğunlukla kamuya açık bir dış yüzü bulunmasıdır. Tabii benim bu konuşmada üstünde daha çok duracağım özellik bu. Tasarlanan binanın bir dış yüzü var ve dış yüzüyle kamu alanına müdahale eden bir ürün. Ben her gün çıkınca, bina çirkinse, o çirkin binayla yaşamak zorundayım. Onu da birisi yapıp karşıma koyuyor.
 
 
Üçüncüsü, tasarlanan binanın bir iç alanı bulunmasıdır. Bu iç alanı da, daha çok insanların özel alanlarıyla ilgili. Bu kısımda insanın özel yaşamı geçse de, bu alanda yaşananların da toplumla ilişkisi var. Ama ben, “özel alan” ile “toplum” ilişkilerini gündeme getirmeyeceğim. O tabii kendi başına önemli bir konu. Bina içindeki özel yaşam ile toplum ilişkisinin ele alınması, binanın dış yüzünün kamusal alanla ilişkisi problemin ele alınmasından daha zor ve daha belalı bir şey.
 
 
Bina tasarımının dördüncü özelliği, özgünlük iddiası taşımasıdır. Başarısı, özgünlük ya da yaratıcılık iddiasına gömülmüş olan bir tasarım. Biz başarılı bir tasarımı çoğu kez bu özgün mü, değil mi, diye yargılıyoruz. Özgün yargısına ulaşırsak, onu diğerlerinin üstüne çıkartıp mimarlık tarihinin içine sokuyoruz. Ötekileri işe yarasa da, fena olmasa da, onlar oralara tırmanamıyor. Demek ki özgünlük iddiası çok önemli.
 
Tasarlanan bir ürün olarak binaya baktığımız zaman, bu ürünün temel meselelerinden biri, başkalarının yaşamını düzenliyor olmasıdır. Tamam, mimar bilgi ve hüner birikimine dayanarak böyle bir düzenleme işlevi yükleniyor. Ama bu o kadar da çok masum bir şey olarak görülmeyebilir. Burada bir iktidar talebi var. Bunun altında “Ben senin yaşamını düzenleyeceğim” gibi bir gizil iktidar talebi bulunuyor. Bir müşteri gelip mimara bina tasarımı yapması işini verdiğinde, bir anlamda, gönüllü olarak o iktidar talebini kabul ediyor. Ama dış yüz meselesinde kimse gönüllü olarak gidip, “Bak, sen benim planımı yap, ben sana güveniyorum” demiyor. Buradaki ele alış biçimiyle, mimar bir şey yapıyor ve emrivaki olarak benim hayatıma giriyor.
 
Tabii bu anlattığım, mimarlığa ilişkin iktidar analizi ve mimarlık ürünün toplumla ilişkisine ilişkin bakış açısı oldukça basitleştirilmiştir. Eğer bu analizi tek başına ele alırsak yanılırız. Mimarın söylemindeki iktidar talebi, toplumdaki özel mülkiyet kurumunun sağladığı haklara dayanarak gerçekleşiyor. Mimarın söylemindeki iktidar talebi, pratikte özel mülkiyet hakkını kullanan mülk sahibiyle müzakere edilerek gerçekleşiyor. Aslında özel mülkiyet kurumunun rolünü ihmal ederek, sadece mimarın söylemindeki iktidar talebi üzerinden bir değerlendirme yaparsak gerçeklikten kopar, çok soyut kalırız. Ama mimarın yaptığı binanın dış yüzüyle üçüncü kişilere karşı olan iktidarının gerisinde özel mülkiyet hakkının mülk sahibine sağladığı haklar/dokunulmazlıklar bulunuyor. Özel mülkiyetin arkasında güçlü hukuki destekler var, müdahale edilmesi çok zor bir hale geliyor. Aslında esas iktidar talebi olan özel mülkiyet kurumunun iktidar talebinin yanında, mimarın iktidar talebi solda sıfır kalır. O dokunulmaz bir iktidar talebi.
 
Aslında bizim karşı karşıya kaldığımız, yani vatandaş olarak karşı karşıya kaldığımız böyle bir ikili iktidar talebi. Temel sorun bu ikili iktidar talebi karşısında başımızın çaresine nasıl bakacağımızdır. Biz mimarlık söyleminde mimara işverene göre bir otonomi yüklüyoruz. Oysa gerçekte böyle bir otonomi yok, ama o tasarladığı yapıyı biçimlendirmesini büyük ölçüde arsa sahibiyle yahut kendi işvereniyle ilişkisi içinde ortaya koyuyor. O halde de şöyle bir soru doğuyor: Acaba bizim mimarlık için talep ettiğimiz dokunulmazlıklar, o niyetle verdiğimiz iktidarlar, özel mülk sahibinin iktidarını gerçekleştirmek için bir ek meşruiyet mi yaratıyor? Bu soru üstünde düşünmekte yarar olduğunu sanıyorum.
 
Aslında bizim daha derin şöyle bir problemimiz var: Bizim anayasamızda liberal bir mülkiyet anlayışı var ve bu mülkiyet anlayışı, doğal bir şey sanılıyor. Mülkiyet dediğin tarih içinde hep böyleydi sanıyoruz. Bu mülkiyet anlayışına göre, masa üzerindeki bu su benim mülkiyetimde ise, ben bunu içerim, bitiririm, istersem yere dökerim, bu sahip olunan nesne üzerinde sınırsız haklar veren bir mülkiyet anlayışı. Bu insanlığın doğasından gelen bir şey mi? Eskiden mülkiyet anlayışı böyle değildi. Bir Osmanlı’daki mülkiyet anlayışı, bir İngiltere’deki mülkiyet anlayışı, günümüzün liberal mülkiyet anlayışından çok farklı bir şeydir. Eskiden mülkiyet, toplumdaki işbölümünün oluşmasını sağlayan bir mekanizmaydı. Osmanlı döneminde sultan, tımar sahibi ve reaya, aynı toprak üstünde eşzamanlı mülkiyete sahiptiler ve bunların birbirine karşı görevini belirliyordu, mülkiyet böyle sınırsız bir hak şeklinde görülmüyordu. Sınırsız hak veren liberal mülkiyet anlayışını biraz deşeceğim; çünkü bu çok önemli, öteki iktidar taleplerine büyük bir hukuki zemin sağlıyor.
 
Mesela benim bir elmam ya da suyum olsa, buradaki mülkiyetimi nasıl kullandığım kimseyi ilgilendirmez, mülkiyeti kullanmamın kimseye de bir zararı olmaz. Ha ben elmayı yemişim, ha evde çürütmüşüm, çok fazla etkisi olmaz. Ama gayrimenkul mülkiyeti farklı bir şey; gayrimenkul mülkiyeti, dışsallıklarla dolu bir mülkiyet biçimi. Yani şöyle bir özelliği var: Bir kere söz konusu nesne yer değiştiremiyor, gayrimenkul bir yere sabit. Bunun yerinin sabit olması önemli sonuçlar çıkarıyor: Diyelim ki bu sınırsız mülkiyet hakkı, senin de arsan var, “Ben yaparım”, göğe kadar bina yaparsın, ama yanındaki arsa sahibi de yapar, onun yanındaki arsa da yapar, onun yanındaki arsa da yapar ve çok büyük bir yatırım yaparsınız, tümünün değeri sıfır olur. Bir çeşit bir mülkiyet anlayışı ki, verdiği haklar kendi değerini tahrip ederken, başkasının yarattığı değeri ortadan kaldırıyor. Eğer o değer, yalnız o arsa sahibinin mantığıyla değerlendirilirse, bunun sonu yok. Demek ki gayrimenkul üstünde liberal bir mülkiyet anlayışı olamaz; çünkü kendi kendini tahrip eder. Kent planlaması, özel mülkiyetin kendi kendisini tahrip etmesini önlüyor.
 
Sonra ilginç başka özellikler var. Bugün yaptığım gayrimenkul, altmış, yetmiş sene geçtikten sonra, kültürel mirasa dönüşüyor. O sessiz sedasız duran bir şey değil, nitelik değiştiriyor. O zaman ben, mülk sahibi olarak toplumun yarattığı bir kültürel mirası tahrip etme hakkını nereden bulacağım, bunu nasıl temellendireceğim? Tabii her bina güzelliği, çirkinliği ve üzerindeki sembolleriyle toplumda yaşayan herkesin hayatına, sorgu sual sormadan giriyor.
 
Gayrimenkul mülkiyeti dediğimizde, bu arsasıyla birlikte bina mülkiyet olabildiği gibi, salt bir arsanın mülkiyeti de olabilir. Arsa denilen şey öyle bir araç ki, toplumun yarattığı değere haksız el koyma aracı. Yani birkaç örnek vereyim. Bir toprak var, alıyorsunuz, altyapı getiriyorsunuz, üstüne imar hakkı veriyorsunuz, değeri artıyor. Yalnız bu kararlarla artmıyor, aynı zamanda kent büyüdüğü için, kentin kira yüzeyi yükseliyor ve oradaki arsa sahibi, hiçbir emeği olmadan çok büyük rantlara el koyma yolunu elde ediyor. Bu kazancı, liberalist mülkiyetin kuramcılarına göre de haklı görmek olanağı yoktur. Mesela Miles’te, Locke’ta falan, bir mülk sahibi olabilmenin bir koşulu var: O nesneye emeğini karıştırmış olmak. Burada emeğini karıştırmıyorsun, o kendiliğinden yükseliyor ve sen o değeri alıyorsun.
 
Bu ve benzeri nedenlerle, gayrimenkullerdeki mülkiyetin kullanılmasında özel mülkiyet üzerine toplum sınırlamalar getiriyor. Bunun çeşitli türleri var. İmar planı yapıyorsun, diyorsun ki, “Bak, bundan daha yükseği olmaz”; yahut koruma kararı veriyorsun, “Şuna dokunamazsın”; yahut başka sınırlamalar getiriyorsun. Toplum, bu liberal mülkiyet anlayışını sınırlamak zorunda kalıyor. Bu sınırlama, tabii toplumun değerlerini korumak için gerekli, ama ek olarak oradan rantı alacak ve orada bina yapacak adamı korumak için de gerekli.
 
Demek ki böyle ahlaki sınırlamalar var ve bu ahlaki sınırlamalar, mimarla arsa sahibinin ilişkisini nasıl bağlayacak? Burada ciddi bir etik sorun ortaya çıkıyor. Arsa sahibine mimar teslim olacak mı, onun rantını maksimize edecek bir aktör olma rolünü kabul edecek mi? Yoksa o bizim yücelttiğimiz şekilde otonom, kendi yaratıcılığına sahip çıkan bir aktör müdür? Tabii bunu söylemek kolay değil. Burada bir al-ver ilişkisi var, bir müzakere ilişkisi var. Bunu ben küçümsemiyorum, yahut üstüne olumsuz bir değer yükleyerek söylemiyorum. Böyle bir ilişki var. Öyle ise bu ilişkinin ahlakından da söz edilebilir.
 
Bu koşullar altında mimar bir yapı gerçekleştirecek ve biz, o yapının bize sergileyeceği dış yüzün kararının nasıl verileceği sorusuyla karşı karşıyayız. Acaba bunu yapanın bir mimarlık diploması sahibi olması, bunun meşruiyeti için yeterli midir? Bu çok ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Onun meşruiyeti nasıl sağlanabilir? Eğer biz, rejim olarak elitizme inanan insanlar olsaydık, bu biraz daha kolaydı. O zaman deneyimli, ünlü bir mimarın buna “Evet” demesi bizim için yetebilirdi. Ama bunu kabul etmeyen, onurlu insan yaşamının demokratlıkla, katılımcılıkla gerçekleşeceğine inanan ve bunun meşruiyetini kurmak isteyenler için böyle bir otoriteye sığınılabilir mi? Bu sığınmayla toplumun bütün isteklerinin dışlanması meşru görülebilir mi?
 
Aslında günümüzde biz bu alanda çok farklı meşruiyetleri bir arada yaşıyoruz ve bunun karmaşasını görüyoruz. Mesela örnek vereyim: Arap sermayesine satılan topraklar üstüne verilen imar haklarının ve o burgulu kuleler tasarımının meşruiyetini kim sağlayacak? Yani “Arsasına iyi para verdi, oh, aferin, arsaları iyi değerlendirdik” ne yaparsa yapsın hakkıdır diyerek buna meşruiyet sağlayabilir miyiz? Kaldı ki bir kentte toprakların yüksek değerlerle satılması, öyle sevinilecek bir şey midir? O ne demektir? Kentin rant yüzeyinin yükseltilmesi demektir. Onu nasıl ödersiniz? Hayat pahalılığı olarak ödersiniz ve bütün toplum öder bunu. Böyle bir soruyla karşı karşıyayız.
 
Sonra ne var? İstanbul vapurlarına karar verdik. Ne yaptık? Katılımcı bir süreçle karar verdik. Başka ne yaptık? Bir Zaha Hadid problemi var, orada da bir uluslararası yıldızın meşrulaştırmak için yeteceğini düşündük. Yani diyorum ki, biz bugün ciddi olarak mimari kararların –ben yalnız dış yüzü olarak bakıyorum- meşrulaştırılmasında bir probleme sahibiz. Eğer biz tek meşruiyet kanalına indirgeyemiyorsak, o da bir sorun olabilir. Yani bunun madem toplumda birden fazla meşruiyet alanı var, o zaman bu farklı meşruiyet alanlarının plana yansıması ne olacaktır, diye sorabiliriz.
 
Bir başka soruya gelmek istiyorum: Buraya kadar bu tartışmayı, bir bina düzeyinde ve o binaya karar verme problemi olarak ele aldık. Burada tek kademeli bir tasarım söz konusudur. Oysa bir kentsel tasarım problemini düşünürsek, iki kademeli bir tasarım ve iki kademeli meşruiyet sorunuyla karşı karşıyayız. Genellikle şöyle bir varsayım bulunuyor: Çoğu kez derin düşünmeden, kentsel alan da bir bina gibi tasarlanabilir diyoruz. Oysa binanın tasarlanmasının altında tek mülkiyet ve yapım sürecine ilişkin yüksek bir kontrol var. Oysa bir kent parçasının tasarlanması sözkonusu olduğunda, bu kent parçası üzerindeki her arsanın sahibi farklı. Kent parçasını tasarlayan tasarımcı, her arasa sahibinin ve bu arsa da bina yapan mimarın kendi iradesine/tasarımına uymasını istiyor. Kent parçası düzeyinde bir iktidar talebinde bulunuyor. Oysa bu alandaki bir arsa da, bina yapan mimar da, bu arsaya kendi tasarladığı binayı yapmak istiyor. Bu durumda iki farklı kademenin tasarımcısının iktidar talepleri çatışıyor.
 
 
Bu çatışmayla nasıl başa çıkılabilir? Bu konuda benim ileri sürdüğüm bir ilke var: Denetleyebildiğin kadar tasarla, denetleyemediğinin ötesini tasarlama. Bu ilke, ilk bakışta çok makul görünüyor, ama bunun da bir sorunu var. Bizim mimarlık hünerlerimiz, nihai hale gelmemiş ürünler arasında seçme yapma metodolojisine sahip değil. Böyle bir metodolojiyi birisi geliştirirse çok iyi olabilir, ama öyle kolay bir şey olmadığını sanıyorum. Denetleyebildiğin kadar tasarlamak demek, oldukça büyük bir esnekliği bırakmak ve onun içindeki yaratıcılığı öteki kademenin mimarına terk etmek demektir. Tabii bunun estetiği üstünde konuşmakta zorluğumuz olduğunu düşünüyorum. Onu da daha çok açmayacağım.
 
Eğer biz bu üst düzey tasarımın iktidar sorununu çözemiyorsak, tek kademede yani arsa sahipliği ve bina tasarımı düzeyinde bir iktidar kullanılması söz konusu oluyor. Tek tek binalar düzeyinde iktidarlarını kullanan mimarlar, binalar yapıyorlar. Tek, tek binaların değil, tümünün benim yaşamıma bir müdahalesi var, benim kimliğime bir müdahalesi var. Birisi onu yıkmak için, mesela dönüşüm planı yaptığı zaman da bir başka müdahale yapmış oluyor; benim hafızamdan bir çevreyi çıkartıyor, onun yerine bir başka çevre koyuyor ve benim yaşamımı değiştiriyor.
 
Şöyle bir soru var: Demek ki çevrenin oluşması, tek tek iktidar kullanımlarının marjinal eklemlenmeleriyle gerçekleşiyor. Eğer tasarımda bir estetik iddia taşıyorsak, bu marjinal eklemlenmelerle ortaya çıkan bir çevrenin estetiği üstünde nasıl bir yargıda bulunabiliriz, diye sormamız gerekiyor. Burada tutarlılık için tabii iki olanak var. Olanaklardan biri, her marjinal eklentiyi yapanın eskiyi okuyarak ona uyumlu bir şey yapması. Bu, tabii onun iktidar talebinden bir kesme, bir azaltma. İkincisi ise, daha farklı bir şey. Aslında burada bir estetik sorunun mimarın yaratıcılığına dayanmadan kurgulanması gerekecek. Bu binaların eklemlenmesinin orada yaşayan insanlarla etkileşmesi sonucunda, karşılıklı etkileşimle, insanların da dönüşmesiyle ortaya çıkan bir rahatlıktan, bir estetik duygudan sözedebiliriz. Burada bir tür zamanın yarattığı bir estetik ortaya konulmaktadır. Bunlar tabii üstünde ciddi olarak tartışılacak sorulardır; yani benim bunlara hani şöyle sağlam cevaplarım yok.
 
Böyle bir soru kümesinden sonra, şimdi pratiğe ilişkin bazı sorular sorabilirim. Kentte pratik yapan mimarların iktidar talebi, kentin her yerinde aynı mı olmalıdır? Mesela kentin merkezinde iktidar taleplerinin herhalde daha yüksek olmasını bekleyebiliriz. Ama diyelim ki, konutların bulunduğu daha düşük yoğunluklu alanlarda acaba insanların kendilerinin buna katılımcı süreçlerle bazı şeyler eklemesi, bunların meşruiyetinin kaybı demek midir? İktidar talebi, kentin her noktasında, her yapılan binada kullanıcılarının katılımını dışlamak için yeterli bir meşruiyet sağlayabilir mi? O zaman tabii şöyle bir soru akla geliyor: Eğer kentin değişik yerlerinde değişik kontrol kademelerinin olabileceğini kabul ediyorsam, acaba bu yelpaze nedir? Ben iki uç örnek verdim. Ara kademeler var mıdır? Bu sorular yenilerini doğuruyor: Eğer mimarın iktidarındaki bir çeşitlilik kabul ediliyorsa, paralel olarak mimarın müşteriyle ilişki biçimlerinde yeni formlar da düşünülmeli midir? Böyle bir soru daha. Bunların şimdilik cevabı yok, ama soruların ciddi olduğunu düşünüyorum.

Bu icerik 2152 defa görüntülenmiştir.