319
EYLÜL-EKİM 2004
 
MİMARLIK'TAN

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: Mesleğe İlişkin Son Dönemdeki Yasal Düzenlemeler Neler Öngörüyor?

  • PORRO
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
MİMARLIK ELEŞTİRİSİ

ANIT VE KARŞI-SÖYLEM: Bennelong’un Kulübesi’nden Opera Binası’na

Selen B. Morkoç

Y.Mimar, Adelaide, Avustralya

“İlk Sydney yolculuğumu anıtsallık üzerine bir konferansa katılmak için yaptım. Kentle karşılaşmam, konferansta tartışılanlar sürekli birbirini besledi ve Opera Binası ile ilgili düşüncelerim bu çerçevede oluştu. Utzon’un mimarlık kariyerinin parlak yıllarından epeyce zaman sonra 2003’te Pritzker Ödülü alışı ve Irak Savaşı öncesinde Avustralya’da yapılan savaş karşıtı gösterilerde Opera Binası’nın baş rol oyuncularından biri oluşu konu üzerine düşünmeyi sürdürmemi olanaklı kıldı. Yazı, konferansın detayları ya da Sydney’in anlatımından çok, Opera Binası deneyimimin bugüne kadar geçen iki yıllık zaman içinde bir sorgulamasından oluşuyor.”

Anıtsallık konferansının sponsoru ünlü inşaat firmasının Dubai’de birbiri ardına yaptıkları gökdelen projelerinin promosyon çalışmaları ile konferansın Amerikalı konuğu David Leatherbarrow’un akademik konuşması tezat içindeydi. Pratiğin pragmatizmine sorgulamadan teslim olmuş diğerlerinin tersine Leatherbarrow, Loos’dan Rossi’ye kadar alıntılarla süslediği konuşmasında anıtsallık kavramını bir çok yönden sorguladı. Anlama anıtlar kadar yatırım yapan başka mimarlık türü bulmak zordur, fakat anımsamadan çok unutmanın belgesi olmaları da az rastlanan bir durum değildir. Leatherbarrow anıtların yaşamlarında öğretici bir ironi olduğundan söz etti; “belirgince belirsiz” olmaları. Günlük yaşam içinde orada öylece durmalarına alışırız. Ölçek veya anlatımla kendilerini belli etme çabalarına karşın anıtlar yaşam içinde kolayca “arka plan” oluverirler ve günlük yaşamın meselelerinden özerkliklerini korumak adına uzak dururlar.(1)

Konuşmanın sonunda bir öğrencinin Leatherbarrow’a sorusu, Sydney Opera binasının Liman’a egemen dışavurumu içinde acaba hiç “arka plan” olup olmadığı üzerine ne düşündüğü idi. Bu soru anlamlıydı; herşeyden önce dünya mimarlık kültüründe önemli bir yere sahip bu anıtın, Sydney kenti yaşayanları için sürekli sorgulanan ve çok da onaylanmayan bir kimlik taşıdığını anlatıyordu. Bunun dışında Leatherbarrow’un cevabı, yapının dışavurumcu misyonunu eleştirerek övüyordu: Evet, Liman turu sırasında tur operatörü, yapının üzerinde durduğu Bennelong Noktası’nın “Bennelong” adlı bir Aborijinin anısına adlandırıldığını söylediğinde Opera Binası Leatherbarrow’un gözünde “arka plan” olmuştu. Bugün yapının üzerinde durduğu yarımadacık “Bennelong Noktası” olarak biliniyor. Liman kotunda yapının altında uzayıp giden, şık akşam yemeklerinin favori restoranı da aynı adı taşıyor. Fakat Leatherbarrow’un ima ettiğini anlamak için Bennelong adlı Aborijinin tarihsel önemini bilmek gerekiyordu.

1788’de Sydney’de İngiliz kolonisi ile yerli Eora Kabilesi arasındaki ilişkiler iyiye gitmiyordu. En akıllıca çözümün bu barbar kabileden birkaç kişinin yakalanıp eğitilmesi ve aynı zamanda onlardan kabile dilinin öğrenilmesi olduğuna karar verildi. Bu amaçla, 1789’da askerler çok sayıda Eoraliyi yakaladılar. Bunların hepsi çiçek salgınında öldüler ve koloninin kültürleme planı yarım kaldı. Fakat, yeni yakalama girişimleri devam etti. Bennelong ikinci posta yakalanan yerliler arasındaydı. Birçoğunun tersine İngilizce’yi ve İngiliz gibi yaşamayı kolayca öğrendi; üstelik kaçmadan kabilesine geri dönüp iki topluluk arasında aracılık görevi yapmayı da üstlendi. 1792’de koloni başkanı Philip İngiltere’ye dönerken yanında iki Eoralıyı götürdü; bunlardan birisi de Bennelong’du. Yerli Bennelong İngiliz halkına “Yamyamlar Kralı” olarak sergilendi. Kral III. George tarafından kabul edildi. 18.yüzyıl dekorumuna çabucak adapte oldu; kibarlık, kompliman ve şarap sevgisi konularında İngiliz centilmenlerine taş çıkarıyordu. 1795’te Sydney’e geri döndü. Halkıyla arasında açılan uçurumu şaşırarak gördü; artık yerli halkını kaba ve barbar buluyordu. Ne yazık ki İngiliz toplumu tarafından da içselleştirildiği söylenemezdi. Bu arada kalmışlığın verdiği stres ve bunalımla 50 yaşında bir alkolik olarak öldü. Bugün Sydney’de bir çok caddenin, sokağın adıyla beraber Opera Binası’nın durduğu noktanın adı da “Bennelong”. Fakat, Bennelong günümüzde Aborijinler tarafından bir kahramandan çok kurban olarak görülüyor.(2)

Bu anlatılanlar özgür dışavurumun simgesi, referansını yalnızca okyanus olarak değerlendirmeye alışageldiğimiz Opera Binası’nı farklı bir gözle görmeyi sağlıyor. Önemsiz olarak gözardı edilebilecek detaylar, büyük söylemleri sorgulamak için gerekli ipuçlarını taşıyabilir. Gerçekten de Bennelong Noktası olarak anılan yapı adası ile üzerine inşa edilmiş Opera Binası, bu bağlamda süregiden bir zıtlığı dile getiriyor. Bennelong Noktası, daha bu adı almadan ve henüz Opera Binası yapılmadan çok önceleri Sydney’de yaşayan yerliler için önemli bir toplanma yeriydi. Limanın ucundaki bu küçük yarımadacığa bu adın verilmesi ise, vaktiyle koloni başkanı Philip’in yerli dostu Bennelong’un arzusu doğrultusunda buraya tuğladan bir kulübe yaptırmasından sonra olmuştu. Görünüşe göre Bennelong, kabilesi için önemli olan bu yeri kendince bir sarayla taçlandırmayı uygun bulmuştu. Ölümünden sonra Bennelong’un Kulübesi ortadan kaldırılsa da bu nokta Aborijinler için önemini sürdürdü.(3)

Bu durum mimarlık tarihinde alışılagelen dönüşümün görkemli bir örneği idi: Kulübeden anıta giden uzun yol; uygarlıkların gelişim özeti. Fakat, dünyanın hiçbir yerinde yeniden kültür inşasının geçmişteki başka yaşantıları bastırmadan mümkün olamayacağı ortadaydı. Evrenselliğini anlamsızca umduğumuz tarih sayfası, her yeni yazımda okunaklığı giderek zorlaşan bir palimsest gibiydi. Ama mimarlık ürünü, tarihten farklı olarak, çeşitli anlamları birbirini bastırmadan ima etme yeteneğine sahipti. Opera Binası, sanatı, toplumsal eşitliği, çok kültürlülüğü, geometrinin ve mühendisliğin bir zamanlarki zaferini kendince övmeyi sürdürüyordu. Aynı zamanda, tam da Bennelong Noktası’nda, ötekini örtbas etmeye, ortadan kaldırmaya ve yok saymaya devam ediyordu.

Liman gezimin ilk durak noktası Opera Binası’ydı. Trenden indiğim andan itibaren tüm bakış noktalarından görünüyordu. Hep aklımda konferanstaki “arka plan” tartışması olmasına rağmen hiç öyle bir an yakalayamadım. Ne rengarenk giyinmiş Japon sokak pandomimcisinin jestleri, ne de Liman Köprüsü’nün kendisini zorla kabul ettiren ölçeği Opera Binası’nı “arka plan” yapamıyordu. Sydney Limanı’nın kentsel söyleminde Opera Binası’nın sesi sürekli ön plandaydı. Fildişi fayans kaplamaları yağmurlu havada daha kahverengimsi, açık güneş altında parlak beyaz görünüyordu; kısacık bir zaman diliminde ikisini de yaşayabilme şansına eriştim. Arkada görkemli gökdelenleriyle kent merkezi, dik açıları ve keskin dikey çizgileriyle Opera Binası’na tam bir tezat oluşturuyor, yumuşak eğrilerini daha da vurguluyordu.

Opera Binası’nın etrafı farklı kotlarda birbirini izleyen platformlarla çevriliydi; bunlar yapıyı çok çeşitli noktalardan farklı detaylarda görmeyi sağlıyordu. Örneğin, uzakta kesintisiz fildişi renkli yüzey olarak görülen fayanslara onları sayacak kadar yaklaşabiliyordunuz. İşte tam da bu yaklaşma anında, yapının yarım yüzyıl önce yapıldığını bu detaylardan anlıyordunuz. Fayans birimlerinin derz zigzagları detayda farklı bir doku ve görünüm oluşturuyordu. Kent ölçeğinde bütünselliği sürekli hissedilen yapı, insan ölçeğinde parça parça, kendini yenileyen sahneler sunuyordu. Utzon’un yapı ve kabuğunun ara mekânı bu platformları tasarlarken eski Maya ve Çin tapınaklarına dolaylı göndermeler yaptığı söylenir.(4) Platform süregiden basamaklarıyla yapıya törensel bir yaklaşımı sağlıyordu. Temasını bilmeden katılınan bu tören, bir mimar için mimarlığın kutsanması olabilirdi. Fonksiyoncu eleştiriler Opera Binası’nın kabuğunu zorlama ve gereksiz bir formellik olarak ele alırlar. Ama yerinde deneyim tersini söylüyordu; ara platformlarda dolaşan birisi kabuk formunun işlevini deneyimi zenginleştirmek olarak yorumlamakta zorlanmıyor, kabuk yapı için yeni bir görünüş (facade) oluyor. Opera Binası’nın dört değil beş görünüşü (facade) var.

Yapının içini görmek isteyenler için her saat paralı turlar düzenleniyordu. Girişinde hediyelik eşya satan birim sadece binayı konu olarak kullanan kartpostal, anahtarlık, şekerleme, sabun ve porselen biblolarla doluydu. Küçük kutucuklarda Opera Binası şeklinde sabunlar, çikolatalar ve porselenler yan yana satılıyordu. İnsanlar bütçelerine göre sırayla bunlardan seçebilirdi. Çikolatayı çok sevmeme rağmen özellikle çikolatadan Opera Binası bende mide bulantısı yarattı. Tüketim nesnesi olarak Opera Binası’nın Marilyn Monroe’den farkı yoktu; gerçeği ile imajı arasındaki uçurum sanırım bulantımın sebebiydi. Sadece yapı değil mimarının öyküsü de pazarlanıyordu; Utzon’u bir kahraman olarak anlatan best-seller türünde kitaplar yine aynı yerde satılıyordu. Kartpostalların rengarenk anlatım tarzları ise dünyanın her yerinde aynı diye düşündüm; onlarda sergilenen, bağlamından çarpıtılmış bir Opera Binası.

Bütün bu görsel, dokunsal ve tatsal bombardımanlar arasında durup da yerli Bennelong’u düşünmeye fırsat kalmıyordu. Kente sürekli katılan imgesi kadar, turistik eşyalarda türetilen imajı ile de Opera Binası özgürlüğün simgesinden çok, korunaklı bir kale gibiydi. Anıtsallık günümüzde de özerklik anlayışını sürdürmeye çabalıyor. Ama günümüz toplumunu Ortaçağ toplumundan ayıran fark belki de tüm kontrol ve sınırlamalara karşın “korunaklı kaleye” verdiği tepkide yatıyor. Artık anıtsallık sorgusuz gücün sembolü olurken zorlanıyor, ve tam da bu noktada saldırıya açık bir kırılganlığa bürünüyor. Avustralya halkı kendi toplumsal yapısı ve seçenekleriyle yüzleşmek için Opera Binasını sık sık kullanıyor. Örneğin Irak savaşı öncesinde Avustralya’nın savaşa asker yollamasını onaylamayanların gösterileri günlük haberlerin gözde konusuydu. Bunların arasında en ilginç protesto gösterisi Sydney Opera Binası’nı “arka plan” olarak kullanıyordu; tüm güvenlik önlemlerini aşabilen iki kişi (bir çevreci, bir İngiliz astronom), fildişi fayanslar üzerine kentsel ölçekte ve kuşbakışı olarak açıkça algılanabilecek büyük kırmızı harflerle “No War” (Savaşa Hayır) yazmışlardı. Protestonun doğurduğu anlık tepki, sanat eserinin estetik deneyimine benzer bir haz bıraktı insanlarda. Fakat Opera Binası’nın temizlenip tekrar dokunulmazlığına kavuşturulması uzun sürdü. Protestocuların mahkemeleri ise hâlâ sürüyor. İki protestocu “Ülkede demokrasinin bu çapta ihlali böylesine bir protestoyu hak ediyordu” diyerek kendilerini savundular.(5) Bense bu ironik olayla birlikte Opera Binası’nın geçici “arka plan” oluşunu ilk kez deneyimledim. Yükselen sesler arasında yerli Bennelong’u da belli belirsiz duymak mümkündü.

Fotoğraflar: Selen B. Morkoç

Notlar

1. Leatherbarrow mimarlık teorisi üzerine makaleleri ve kitaplarıyla biliniyor. 1995’te Mohsen Mostafavi ile birlikte yazdığı “On Weathering: The Life of Buildings in Time” (MIT Press, 1993) mimarlık teorisi dalında Uluslararası Amerika Mimarlar Kuruluşu Ödülü’nü aldı. Leatherbarrow, D. 2002, Monumentality or Building In & Out of Time, On Monumentality: Place, Representation and the Public Realm, RAIA, N.S.W., s.6.

2. Bennelong için bakınız: Smith, K.V. 2001, Bennelong: the Coming in of the Eora: Sydney Cove 1788-1792, Kangaroo Press, East Roseville-N.S.W.

3. http://www.anu.edu.au/culture/activities/sixpack/ethno_papers/melinda_hinkson.htm (03.05.2004)

4. Fromonot, F. 1998, Jørn Utzon: The Sydney Opera House, Electa/Gingko, Milan, s.224.

5. http://www.melbourne.indymedia.org/news/2004/01/61151.php (03.05.2004)

Bu icerik 5376 defa görüntülenmiştir.