370
MART-NİSAN 2013
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Erk ve Hakikat Algısı
    Güven Arif Sargın, Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü, Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu Üyesi

  • Mimarlık’la Kaçamaklar
    Güven Birkan, Mimarlık dergisi, ’76 yılı Yayın Yönetmeni; Nisan’77 - Aralık’78 Dergi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü; Ocak’81-Haziran’81 Yayın ve Teknik Yönetmen

  • Ankara Gazi Mahallesi
    Elif Selena Ayhan, Yarı Zamanlı Öğr. Gör., Başkent Ü., İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü

  • Antropotektür
    Vintilă Mihăilescu, Prof. Dr., Bükreş Üniversitesi, Antropoloji Bölümü

  • İzmir Kırsal Alan Konutları
    Tonguç Akış, Öğr. Gör. Dr., İYTE Mimarlık Bölümü
    Ülkü İnceköse, Öğr. Gör. Dr., İYTE Mimarlık Bölümü
    Selim Sarp Tunçoku, Doç. Dr., İYTE Mimarlık Bölümü
    Adile Arslan Avar, Doç. Dr., İYTE Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK VE İKTİDAR

Günümüz Adalet Sarayları Üzerine Bir Sorgulama

Hakan Sağlam, Yrd. Doç. Dr., TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

Neredeyse her iktidar döneminde genel geçer biçem belirlemeye çalışan iktidarların yaptırımları önemli bir tartışma alanı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden itibaren bu coğrafyada aralıklarla da olsa yaşanan, kısaca ‘öz’e dönme olarak adlandırılabilecek dönemler, mimarlık tarihimizin gelgitleri içinde ana omurgayı oluşturuyor. Her iktidarın kendini anlatabilecek mimari bir biçemi benimseyip desteklemesi, sıradan bir anlatımın ötesine geçip yasal istemlere dönüştüğünde, mimarlığın kendisi içi boşaltılmış, salt bezeme olarak tanımlanabilecek uygulamalara dönüşebiliyor. Yazar son yıllarda sayıca artan ve önemli bir yatırım alanı oluşturan “adalet sarayları”nı merkezine alarak, kamusal yapılarda yeni bir ulusal kimlik anlayışını, mimarlarla yapılan söyleşiler ile birlikte değerlendiriyor.

Bugünün emtiası, imgedir. İşte bu nedenle ondan, meta üretimi mantığını yadsımasını beklemek nafiledir, bu nedenle bugün güzellik adına ne varsa, edepsizdir.

Fredrick Jameson, The Cultural Turn(1)

Mimarlık insanın varoluş öyküsünde olmazsa olmaz pratik alanlardan biridir. Bu anlamda da yaşamın her anı ve diğer pratik alanları mimarlıkla ilintili olmak durumundadır. Dolayısı ile mimarlık, insanı kuşatan her alanla ilişki kurmak durumunda olmuştur. Zamanla mimarlıktan

ayrı gibi duran pek çok farklı alan kendini mimarlık üzerinden ortaya koymaya başlamıştır. Bu bağlamda mimariyi değerlendirirken de yeni yolların keşfi, farklı alanların katkıları giderek daha önemli olmaya başlamıştır. Yapılı fiziki çevreyi olumlu anlamda değiştirip, ileriye dönük sürdürülebilir bir yaşam için mimarlık ve siyaset birbiri üzerinden yeni açınımlar yaparak daha etkili olabilirler. Aslında bu ilişki insanlık tarihinin başlangıcından günümüze kadar devam eden, totaliter rejimlerden en demokratik yönetimlere, rahatça izlenebilen bir sürecin hikâyesidir. Tarih boyunca her yönetim kendini kamusal alanda ifade etmek istemiş, bunun için de uygun bir mimari biçemi seçmiş, desteklemiş ya da daha da ileri giderek bu biçemin uygulanması için yasalar çıkarmıştır. Mimarinin politik görüşleri gündelik yaşama aktarma yetisi yoktur, ama her iktidar kendini ifade biçimi olarak seçtiği mimari biçemi, kamusal alandaki temsiliyeti için kullanmıştır. Ancak bugüne kadarki tüm örnekler göstermiştir ki, kente ve mimariye ilişkin estetik istem sürekli olamamaktadır; her dönem üst istemin dayatması, yönlendirmesi ya da zorlaması ile gerçekleşen oluşumlar sonunda iflas etmek zorunda kalmıştır. Kendi dinamikleri içinde gelişmeyen, arkasında bir düşünce, toplumsal katılım, kültür olmadan yapılacak her uygulama, zaten mimarlık olma iddiasından uzak, herkesin yapabileceği sıradan, içeriksiz oluşumlar olarak kalmak zorundadır.

Özellikle hüsranla biten totaliter rejimlerin ardından bu yönetimlerin en iyi kullandıkları araç olarak suçlanıp yargılanan mimarlık, günah keçisi olarak yine ilk cezalandırılan olmuştur. Doğrudan ve dolaylı mesaj iletebilme yetisindeki mimarlık, hem kolay bir söylev aracı olmuş, hem de suçlanıp yargılamalar başlandığında kolayca imha edilip ortadan ilk kaldırılan ibret nesnesi olarak toplumlara sanki hiç yaşanılmamış gibi yapabilme imkânı veren önemli bir iletişim aracı olarak bugün de önemli bir araştırma alanı olarak karşımızda durmaktadır. Mimarlığı bu kadar güçlü kılan yalnızca temsil ettiği değerler ve temsil etme biçimi değil, gündelik hayatı dönüştürme biçimidir. Dolayısıyla mimarlık en güçlü toplumsal değişim aracıdır.

Mimarlık eseri, hemen suçlanıp, yargılanıp kolayca yıkılabilir belki ama, yapı yapma eylemi, fikirden yargı aşamasına kadar toplumdaki çeşitli aktörlerin büyük ya da küçük roller aldığı, kamusal bir ortaklığın işbirliğine dayanır.(2) İşveren, tasarlayan, onay veren, yapan, içinde yaşayan, önünden geçip giden kim olursanız olun, suçlunun tasarlayan tek bir bireyden ibaret olmadığı, tek sanat dalıdır. Sonuç iyi ya da kötü, ne olursa olsun sorumluluk kamusaldır. Ancak mimarlık yalnızca bu ortaklık sayesinde ilerleyebilir, en küçüğünden, en ihtişamlısına gerçek anıtları bu ortaklık sayesinde yaratmak mümkündür. Buradaki tek sorun, bu gücün nasıl kullanıldığıdır. Bütün bu enerjinin olumlu bir güce nasıl çevrilebileceği tartışılmalıdır. Bu çok yönlü çalışma, önemli bir bilgi birikimi, köklü bir gelenek gerektirmektedir. Hızla, düşünülmeden, kısa yoldan çözüme ilişkin yaptırımlar, çok çabuk, farkına varmadan bağlamsal ve kavramsal ifade şansını kaybetmeye, mimarlığın varlık sebeplerinin yok olmasına neden olabilir. Kent ya da mimarlık adına ürettiğiniz herşey, hiç olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıp, kolayca anlamsız, içi boş oluşumlara dönüşebilir. Biliyoruz ki toplumla ilişkisiz yürürlüğe giren her yaptırım, toplumda kötü izler bıraktıktan sonra yok olur. Örneğin 1980’li yıllarda çok tartışma yaratmış eserlerden Richard Serra’nın New York’taki yatık kemeri, basın ve pek çok sanatçının ateşli savunularına karşın, çevre halkın istekleri doğrultusunda bulunduğu yerden sökülmüştür. Bu gelişme sonucu artık kamusal alanlara konulacak eserleri sanatçılardan oluşan jüri yerine, çevre sakinlerini temsilen bir komisyon seçmekte, sanatçıların yerel halkla iletişim içinde eserini yapmasına dikkat edilmektedir.(3) Kuşkusuz mimarın / sanatçının toplumun önünde, ona yol gösterici kimliği dikkate alındığında, salt sakinlere / kullanıcılara dayalı bir seçme sisteminin de kısa süre sonunda tıkanacağı açıktır. Önemli olan katılımcı yaklaşımlarını gündelik yaşam pratiklerine ölçülü olarak katabilmektir.

Cumhuriyet tarihi boyunca özellikle biçeme dayalı mimarlık eleştirilerinin ağırlıkta olduğu mimarlık ortamı, bugün de benzer tartışmaların gündeme oturduğu bir süreci yaşamaktadır. Bugün içinde bulunduğumuz durum şöyle özetlenebilmektedir: “Modern diye nitelenebilecek bir tepki, bir kimlik arayışı bir kendini tanımlama ihtiyacı içinde bulunduğumuz ortamda, açıkça anti-modern bir gündem etrafında şekillenebilmektedir, […] milliyetçilik, özgün olduğu varsayılan bir kültürü yüceltmiştir.”(4) Türkiye’de yaşanan ulusal mimarlık dönemleri bu ikilemi, hem yeni mimarlık fonksiyonları bağlamında yapılar üretmek, hem de milli bir kimlik arayışı içinde olmakla yaşamıştır. Bilindiği gibi Osmanlı’dan başlayarak günümüze kadar hemen her dönem bu ikilem yaşanmıştır. Ulusal ya da uluslararası her akım dış kaynaklı bir ivme ile ülkemize gelmiştir. Milli kimlik arayışları kendimizi anlatmak yerine ne yazık ki yine Batı kaynaklı biçim aktarmacılığı ile sonuçlanmıştır. Uluslararası mimarlık ise zaten kötü kopyaların kopyaları olarak kentlerden kırsal alanlara tüm yapılı fiziki çevre içinde çok acı bir gelişim izlemiştir. Hemen her yerde “Modernleşme süreci, dünyanın en uzak köşesindeki insanın bile kaçamayacağı ağını üstümüze attıktan sonra”(5) bu durumdan yine en çok zarar görenler, modern düşüncenin çıktığı coğrafyanın dışındakiler olmuştur. Kraldan çok kralcı olmak ne yazık ki modern sonrası dönemde de geçerli olmuş, postmodern söylemle birlikte özellikle “yerel”, “bölgesel”, “ulusal” kavramları hızla ve altı doldurulmadan mimarlıktaki karşılıklarını bulmaya çalışmıştır.(6) Türkiye’de mimarlık, modern ve sonrası dönemde, neredeyse cephe tasarımına indirgemiştir. Mimarlık çok boyutlu bir sanat olmasına karşın bu biçem sorunu hemen her dönem bir cephe sorununa indirgenerek tartışmaya açılmıştır. Kaldı ki mimarlığın bugün biçem üzerinden tartışılması indirgemeci ve sakıncalı bulunmaktadır. Oysa bugün pek çok kurum salt cephe onayları ile projelere izin verebilmekte, sözde “milli” olan cepheler kabul görmektedir. Oysa biliyoruz ki önceden karar verilmiş her biçim zaten karar verildiğinde çoktan tüketilmiş olmaktadır. Mimarlığın bir amacı gerçekten “milli” “ulusal” ya da “yere ait” değerlere dayalı bir yaşam biçimine ait olabilir.(7) Ancak bu durumda daha çok araştırma, daha çok bilimsel çalışma gündemde olmalıdır. Mimarlık bir zincir gibi tüm bizden önceki uygarlıklara eklemlenerek gelişiyorsa, o zaman gerçekten tarihî gelişim, mekân anlayışı, biçimin arkasındaki anlam gibi mimarlığın özgüllüğüne ilişkin bilimsel çalışmalarla beslenmesi gerekir. Yoksa işin modaya, tüketime, gösteriye, estetiğe ya da iyi niyetle piyasa değerine dönüşme tehlikesi mevcuttur. Ne yazık ki artık yaratıcı bir sanatçı olarak toplumda azınlıkta kalmak yerine, mimar da gündelik endişelerle sisteme ayak uydurarak kendini var etmeyi tercih etmektedir.(8) Kimlik arayışları olarak gündeme gelen I. ve II. ulusal mimarlık akımları ve 1980 sonrası özellikle konutlarda ve renkli yapısı nedeniyle kolay kaldırabileceği düşüncesi ile turizm yapılarında başlatılan III. ulusal mimarlık dönemi, ne yazık ki bir üst istem olarak, kolay tüketilebilir imge-imaj arayışı olarak kalmıştır.

Bu düşünce sistemi bugün kent merkezlerinde, prestij yapısı niteliğinde ve devletin- yönetimin gücünün simgesi olarak kabul edilen kamu yapılarının cephelerinde devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Kamu yapıları işlevleri ve temsiliyetleri gereği iktidarın ideolojisini yansıtan en önemli kentsel nesnelerdir. Günümüz kamu yapılarının cephelerinde çeşitli tarihî dönemleri referans alan giydirme cepheler / bezemeler, devlet eliyle tarihsel bir kimlik oluşturma çabasının yansımasıdır. ‘Kimlikli’ proje arayışı içerisinde geçmişe tutunmayı sorgulamak adına adalet “saray”ları bu niyeti gerçekleştirmek ve sergilemek için önemli bir alan olarak ele alınmıştır. İronik bir yaklaşımla daha baştan bu yapı gurubunun demokratik bir ülkede “saray” olarak adlandırılması bile, iyi bir bezeme örneğidir. Yapıların girişlerinde konumlanan “taç” kapı girişleri, pencerelerde tekrar edilen silmeler, simetrik algının varolması, gücün simgelendiği düşünülen kat yüksekliği ve cephede bölümlenmeler, hemen her son dönem adalet sarayı yapısında bulunan biçimsel özelliklerden birkaçıdır. Bu yazıda aktarılan çalışma, son dönem pek çok yerde görülen, “cephe dönüştürme” adı altında yapılara tarihsel kostümler giydirme girişimlerinin de güncel bir tehlike olduğunu düşünerek, Türkiye mimarlık ortamının teorik ve pratik alanlarında çalışan mimarlarla konuyu tartışarak(9) gündeme mimarlık gözlüğünden bakmaya çalışmıştır. Çalışmada katılımcılara sorulan sorular üç ana başlık altında toplanmıştır: 1. Günümüz “adalet sarayı” örneklerindeki tarihsel cephe düzenlemelerini erk-ideoloji-kimlik bağlamında tartışma; 2. Adalet sarayı-anıtsallık ilişkisi; 3. Bu yapıların elde edilmesiyle ilgili düşünceler.

Bu sorular çerçevesinde Adnan Aksu görüşlerini şöyle özetlemiştir:

“Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak, yönetim kendi erkini, ideolojisini yapılar üzerine yansıtmaya çalışmıştır. Cumhuriyet döneminde de cephe arayışlarına girilmiş, zamanla modern stil Batılılaşmanın aracı gibi görülmeye başlanmıştır. Bugünkü erk de, özüne dönmeye karar vermiş ve Selçuklu dönemi öne çıkarılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu daha kozmopolitken, Selçuklu daha ‘Türk’ göründüğü için siyasi erk aradığı mimari dili Selçuklu’da bulmaya çalışmaktadır. Arayış ideolojik olmasına rağmen, temelleri zayıf, ne aradığını tam bilmez görünüyor. Ortam terörize edilmekte, öykündüğü dönemin ideolojisine uyan, gerçekten değerlerini sahiplenen bir durum olarak gelişmemektedir. Gelip geçici, kısa süreli heves olarak kalacağına inanıyorum. Kültürel altyapı oluşturulmadan gelişmesi, salt bir süsleme olarak kullanılması bunu kanıtlıyor. Yapılara dini motifler, camilere öykünen dönemin sivil mimari imgeleri giydiriliyor. Özel konutlarda kimse bu ideolojiyi kullanmıyor, bu motifleri eklemiyor. Özel sektör için yapılan diğer yapılarda da geçmişe öykünen bir tutum izlenmiyor. Bu yatırımlarda ticari düşünce, rant ön planda, konutta farklı girdiler bu ideolojinin önüne geçmekte. Ancak pek çok kamusal yapıda ideoloji sahiplenme ya da oy kaygısıyla, ulusal ya da yerel motifler herşeyin önünde mimariyi belirleyici olmaya başlamaktadır. Bu çabaların uzun sürmeyeceği açık. Ülkemizde bunun karşısında ulusal mimarinin nasıl izlenmesi gerektiği yolunda bir gelenek var. Yerel mimarinin ele alındığı (Cengiz Bektaş’ın çalıştığı) bir mimari var. Bu kaostan sonra, geçmişimizden ya da evrensel kültürden ne alacağımıza da karar vereceğiz. Varolabilmek için ortak kültür-değerler-teknoloji sepetine bir şey koyabilmeniz gerekli. Erk ve ideoloji karmaşası bittiği zaman daha iyi bir mimarlık çıkacağını düşünüyorum. Mimarlıkta anıtsallığın bireyin dışında, iktidara veya erke hizmet etmesini, anlamıyorum. Bu gereksinmeler tüm yapılı fiziki çevrede yeterince karşılanamıyor. Anıtsallığı her yerde isteyebiliriz, ancak bir fikrin temsili olmaktan kaçınmalıdır. Adalet sarayının güçlü ve anıtsal olması gerekmiyor, öncelikle adalete güven duymak istiyorum. Bunun mekân yanında, adaletin zeminiyle de örtüşmesi gerekir. İnsan ölçeğinde bir yapı da bu ilişkiyi kurabilir. Tüm kamu yapıları yarışmayla yapılmalı. Çok özel durumlar için davetli yarışmalar yapılabilir ama adalet sarayları için buna gerek olduğunu düşünmüyorum. Davetli yarışmalar da sadece bina elde etmek olarak görüldüğü için yaratıcı düşünce gelişemiyor.”

Cem Açıkkol’un yorumları şöyle olmuştur:

“Kamu yapıları için kimlik önemlidir. Tüm kamu yapılarını tek bir potada belirtmek kimlik açısından doğru değildir. Kamu yapıları çeşitli programlar içerirler. Bu yapıların kimlikleri kendi programlarına göre değişmelidir. Eğitim, adalet, yönetim yapısı arasında farklar olmalıdır. Adalet saraylarının baskı kurması gerekmez. Bu sebeple adalet yapılarının anıtsallığına karşıyım. Adalet binalarının adaleti aramaya gelen insanlara hitap ettiğini unutmamamız gerekir. Adaletin gücünü temsil eden, ağırlaştıran ve vatandaşın üzerinde ezici baskı yaratan tarzı doğru bulmuyorum. Adalet yapıları sevecen, vatandaşı içine çeken, mekânları son derece duygulu ve sıcak olmalıdır. Son yıllarda, Adalet Bakanlığı yapıları geçmişe öykünen, geçmişten biçim ve motifleri aktaran bir anlayışla inşa edildi. Bu doğru bir tavır değildir, çünkü bu biçim ve motifler geçmişe aittir, genellikle medrese ve kervansaray cephelerinde ve giriş kapılarında kullanılan bu öğelerin günümüz adalet saraylarının cephelerinde kullanılması eklektiktir; kötü kopyadır. Adalet sarayları 1973 öncesi genellikle hükümet konakları içinde yer alır, hükümet, maliye ve adliye ayrı girişli olarak tasarlanırdı. 1973’ten 1990 yılına kadar Türkiye’de dört ulusal adalet sarayı yarışması açılmıştır. 1973 Ankara, 1983 Antalya, 1986 Bursa ve 1990 İstanbul Bakırköy (Surdışı) Adliye Binası. Ayrıca, son on yıl içinde Adalet Bakanlığı ‘davetli yarışma’ adı altında bazı projeler elde etmiş ve inşa etmiştir. Bunlar davetli yarışma yöntemi değildir, zira davetli yarışmalar yönetmelikte tanımlanmıştır. Seçilen projelerin uygulama aşamasında bazı dayatmalar olduğu bilinmektedir. Geçmişten aktarımlarla cephe mimarisi yaratılmak istenmiştir. Bu yanlış yanında daha büyük bir yanlış da Adalet Bakanlığı’nın bildik şablon bir yapı katalogu yayımlamış olmasıdır. Adalet sarayları ulusal yarışmalarla elde edilmelidir. Belki çok büyük binalar davetli olabilir, daha deneyimli ekiplerin yarışmaya katılması sağlanabilir. Jüri üyelerinin nasıl seçileceği de yarışmalar yönetmeliğinde çok açıkça belirtilmiştir. Benim tasarladığım yapılarda, Adalet Bakanlığı’nın cepheyle ilgili geçmişe öykünen kabul edemediğim önerileri vardı. Ama adalet sarayı yapısının baskın bir kimliği olsun istemedik, yalın, kendisini ifade eden, göze batmayan yapı yapmaya çalıştık.”

Pınar Dinç soruları özetle şöyle yorumlamıştır:

“Konutlar dahil bütün yapılar erk, ideoloji ve kimlik bağlamında değerlendirilebilirler. Kimliği ayrıca ele aldığımızda, arkasında her zaman bir ideolojik erk aramak doğru olmayabilir. Tarihsel öğelerin cephelere sonradan eklenmesini de ‘yapıştırma’ buluyorum. ‘Modern’ yetiştiğimizden olabilir, yapının içi ve dışı bir bütündür, mimarlığı da mimarlık yapan budur, yoksa süsleme yapıyoruz anlamına gelir. Üslup ne olursa olsun, içinden hareket etmediği, bütün olamadığı ve yansıtamadığı sürece bu bir ‘yapıştırma’dır. Farklı dönemler farklı kimlikleri yapıştırırlar. Bu mimarlıkta zaman zaman gündeme gelen bir olgudur. Biz mimarlar bugün yapıştırmayanları, içini dışını birlikte çözebilenleri daha çok alkışlıyoruz, takdir ediyoruz ve onları büyük M ile yazılan Mimarlık olarak ilan ediyoruz. Anıtsallık birçok şekilde sağlanabilir ve adalet sarayı yapılarıyla da bağdaşabilir. Adalet önünde hepimizin eşit olduğunu toplumda vurgulamak amacıyla anıtsallık kullanılabilir. Ama bu taş kaplama, tarihsel yüzlerin yapıştırıldığı bir anıtsallık olmak durumunda değil, bugüne kadar denemediğimiz, çağdaş bir anıtsallık da adalet saraylarının yeni yüzü olabilir. Yapı, elde etmenin en güzel yolu yarışmalardır. İhale ve davetli yarışmaları doğru bulmuyorum. Gençlerin önünü açmak, anıtsallık-adalet sarayı ilişkisini yenilikçi, çarpıcı, yaratıcı oluşturabilmek için yeni enerjilere ihtiyaç var; bilindik insanlardan, bakışlardan uzaklaşmak gerekli. Yarışmayı kazanan yanında katılanların seviyesi de çok önemli, daha sonraki yarışmalar için ‘neden olmasın’ anlamında öneri oluşturuyor. Bu kültürün oluşturulmasında da yarışmalar çok önemli.”

Hasan Özbay soruları şöyle yanıtlamıştır:

“Son zamanlarda kamusal projelerde işverenler ne olduğunu tam olarak bilmedikleri (Osmanlı ya da Selçuklu sandıkları) üslupları, Türk mimarisinin ruhunun sunulması olarak düşünerek bu tarzda yapılar tasarlanmasını bekliyorlar. Selçuklu’daki yapı tipolojilerini günümüze aktardığımız zaman bu sadece biçimsel, cepheye dayalı indirgeme olmaktadır. Aynı zamanda, her türlü teknolojinin kullanıldığı binalar talep edilmektedir. Nerdeyse tüm kamu yapılarında da durum böyle (stadyum, spor salonu gibi yapılarda böyle bir talep henüz yok). I. ve II. ulusal mimarlık dönemlerinde farklı bir durum söz konusuydu, tasarımcılar bunu talep ediyorlardı. Kendi kültürümüzü mimariye nasıl yansıtacağımızı ya da kendi köklerimizi nasıl daha çağdaş bir dilde gösterebileceğimizin derdindeydiler. Bugünkü fark, yönetici kadronun bunu istemesidir. Yönetim erkinin baskısının bir sonucu olarak bunu yapmadığınız zaman da, kamuya iş yapamaz hale geliyorsunuz. Her dönem anıtsallık ile varolan yapılar var. Geçmişte saraylar ve dini yapılar anıtsallık iddiasında iken, şimdi kamu yapılarında bunu görebiliyoruz. Adalet saraylarında da bu anıtsallık devlete karşı güvenin bir temsili ve mimari bir yaklaşım olarak algılanıyor ve gösterişli yapılar talep ediliyor. Bu otoriteyle ilişkili bir durum; zaman içinde azalacağını düşünüyorum. Fakat bu kısa vadede olamayacaktır; özellikle de tarihsel görünümde bina beklentisi olduğu sürece.

Tüm kamu yapılarının yarışma ile elde edilmesini, kamunun kaynaklarının doğru kullanılmasını, daha şeffaf olmasını, her türlü tasarımcının katılımına açık bir şekilde yapılmasını tercih ediyorum. Kamu ya ihale ya da yarışma ile proje elde ediyor. İhale yönteminde ortada bir proje olmadan en düşük fiyatı öneren kişiye proje veriliyor. Yarışmada ise fiyat değil tasarımı söz konusu. Birincisi nicelik üzerinden bir modelken, ikincisi nitelik üzerinden bir modeldir. Yarışma sürecinin uzun ve daha pahalı olduğu söylense de, özellikle kent ölçeğinde önemli yapıların bu parayı ödemeye değer yapılar oldukları kanaatindeyim. Bugün kamu, yarışmaları kullanmamasını süreye bağlıyor. Sonuçta bu bir planlama sürecidir, yaklaşık üç ay da yarışma sürecine zaman ayırırsanız bunu ayarlayabilirsiniz. Bunun bir gerekçesi de, yarışma sonucunda kazanan müellif telif haklarına sahip olduğu için, bu durumda idarenin projenin ruhunu bozabilecek isteklerini gerçekleştirmek zorunda kalmamasıdır. Mal sahipleri ‘Bina benim değil mi, istediğimi yaptırabilirim’ diye düşündükleri için yarışmaları tercih etmiyorlar. Bunlar tabii ki bizim gibi az gelişmiş ülkelerin kültürel sorunlarıdır. Türkiye’de yarışma mevzuatında ‘davetli yarışma’ yoktur. Ancak ‘ön yeterlikli yarışma’ yöntemi vardır. Bu tür de önceden katılımcılar dosyalarını teslim ediyorlar, jüri referans dosyalarını inceleyerek kriterlere uyan kişileri yarışmaya çağırıyor. Bu da aslında açık bir yöntem, kapalı bir model değil; çünkü herkes bu yarışmalara başvurma hakkına sahiptir. Türkiye’de bu davetli yarışma adı altında yapılanlar aslında yarışma değildir. Özellikle özel kurumların kullandığı ‘teklifli proje alma yöntemi’dir. Birkaç mimara emeklerinin karşılığı ödenilip onlardan bir avan proje isteniyor; bu projelerin de içlerinden biri seçilip gerçekleştiriliyor. Ama bu bir yarışma değildir; çünkü bir yarışmanın hukukunun olması gereklidir. Bu hukuk, yarışmalar yönetmeliği tarafından belirlenir: Yarışmaya katılabilme kriterleri nelerdir, jüri nasıl oluşturulur, jüri nasıl değerlendirir gibi süreçler belirlenir. Aksi takdirde bir sorun olduğu zaman yarışmanın hukuku problemleri çözebilir. Jüri üyeleri yarışmaların en kritik noktasını oluşturur. Jüri üyelerinin mesleğinde deneyimli, benzer projelerde bulunmuş, yarışmalara katılmış ve bir tasarımı okuyup karar verebilecek deneyime sahip olması gereklidir. Aynı zamanda idarenin taleplerini yarışmacılara aktaracak bir bilgi birikimine sahip olması gereklidir. Bazı yarışmalarda bu sağlanamadığı takdirde idare sonuçtan memnun kalmayabilir. O zaman da projeyi ya uygulamıyorlar ya da değiştirmeye çalışıyorlar ya da uygulayıp mutlu olmuyorlar… Böylesine tıkanık bir süreç oluşuyor. Bu nedenle gerek idare olsun gerek kullanıcı olsun bu kişilerin yarışma döneminde jüri içerisinde temsillerinin sağlanması gereklidir. Bizim yarışma yönetmeliğimize göre sadece asli jüri üyeleri oy kullanabilir; bu kişiler de meslekten olurlar. Mimar, mühendis, peyzaj mimarı gibi… Bu meslekler dışındaki kişiler danışman olarak bulunabilir. Danışmanlığı da küçümsememek lazım, orada her türlü fikrini aktarma hakkına sahiptir. İşlevsel olarak ve program çözümü olarak yarışmacının verdiği önerileri değerlendirebilirler. Bu nedenle işverenin mutlaka yarışma süreci içinde bulunmasının sağlanması gereklidir. Ama şuna da tamamen karşıyım ki, kurumlar mimari teknik elemanı safdışı bırakıp projeyi kendileri seçmek derdindeler. Jürilerin deneyimli meslek adamlarından oluşmasını daha doğru buluyorum.”

Başta yapılan tartışma ve mimarların görüşleri ışığında, sonuç olarak kamu yapıları özelinde adalet sarayları için yapılan bu çalışma, bugün mimarlık adına yapılanların bir ölçüde yönetimi elinde tutan erkin bir üst istemi olarak üretilmekte ve tüketilmesi kolay bir imge olarak sunulmaya çalışıldığının ipuçlarını vermekte olduğu söylenebilir.

“Milli” ya da kendi kimliğimizi oluşturmak adına yapılacak çalışmalar tartışmaları biçem ve biçimin ötesine geçebilmesi ile ilintili görünmektedir. Bu çabalar sürekli değişen mimarın toplumdaki rolü ya da mimarlıktaki değişimleri su yüzüne çıkarmakta ve kısaca “bugün mimarlıkta yaşanmakta olan önemli değişimlerden birinin biçimin ideolojilerinin yerini sürecin ideolojilerinin almakta oluşu”(10) ile açıklanabilir. Mimar yasa koyucu rolünden çıkıp yorumlayıcı olma rolüne doğru yönlenmektedir. Mekânın sürdürülebilirliğini sağlamak ve onu çağdaş bir biçimde ele almak, dahası onu ileriye götürebilmek adına, zincirin halkalarını doğru kurabilmek gerektiği açıkça dile getirilmektedir. Önemli olan, mimarlığı kendi geleneği içinde zaman akışı içinde gelişebilir, çağdaş bir kurguya oturtabilmektir. Mimarlıkta sonuç biçimden önce arkadaki düşüncenin önemli olduğu ya da mimarlık diline hakim olacak bir söylemden bahsediyorsak bunun mutlak zamana ve mekâna bağımlı gelişmesi gerektiğinin altı çizilmektedir. Mimarlar bugün kamu yapılarını özetle “cepheci”, “gelip geçici”, “bezemeci”, “yapıştırma” ve “biçimsel” gibi

kavramlarla açıklarken; genel mimarlık ortamını “kaos” ve “terör” ortamı olarak tanımlamaktadırlar. Özellikle öykünülen dönem(ler) için biçim tekrarları dışında, bizden önceki kültürlerden içerik olarak ne alabileceğimizin önemini vurgulamaktadırlar. Özellikle mimarlığın dışında erk ve üst istem tarafından gelen dayatmaların geçiciliğine, bugün adalet saraylarının anıtsal ve tarihsel olma durumlarını içinde bulunduğumuz dönemin istekleri ve otoritenin dayatmalarına doğrudan bağlı olduğuna dikkat çekmektedirler.

Mimarların görüşlerinde, düşünülenin aksine yapının anıtsallığının boyutla ilgili olmadığının, “temsil yeteneği”nin daha önemli olduğunun, bunun da daha çok araştırma ve düşünce aktarımıyla olacağının altı çizilmektedir. Yapı elde etme yöntemleri içinde yarışmaların önemi vurgulanırken, özellikle seçici kurulun kalitesi, bağımsızlığı, demokratik olabilmesi gibi kriterlerin ipuçları verilmektedir. Denebilir ki mimarlık arkasında yatan anlam bütünlüğü ile ele alınmadıkça, bu tartışma her dönem yeniden gündeme gelecek, demokratik özgür düşünce toplumun her kesimine yerleşip düşüncelerimiz özgürleşmedikçe, bu tartışma her daim güncel kalmaya devam edecektir.

NOTLAR

1. Aktaran: Artun, A. 2011, s.181.

2. Jean Nouvel buna “suç ortakliğı” diyor. Bkz. Baudrillard, 2011, ss.98-99.

3. Shiner, 2004, ss.393-394.

4. Keyder, 1993, s.30,110.

5. Berman, 1994, ss.123-168.

6. Baudrillard kuramın, düşüncenin özgün, tekil olması gerektiğine dikkat çekerek, durumu “Bence düşünce, kuram, değiş tokuş edilemez. Kuram özerktir.” diye özetliyor. Bkz. Baudrillard, 2011, s.11.

7. Bkz. Tanyeli, 2012, “Yer, Yer-Olmayan, Naziler, Auge ve Akla Getirdikleri”. Tanyeli “yer” odaklı mimarlık çalışmalarına, yürütüldükleri halleri ile sıcak bakmayan yazısında öncelikle “Bir yeri kutsamanın zorunluluğuna inanmayı bir yana bırakmak ve kimi tehlikelerine ve en azından kimi komplikasyonlarına işaret etmek” gerektiğine dikkat çekiyor. Bu tartışmaların “Yer değil, konum kavramını eksen olarak düşünmek suretiyle” dolacağını ve yerin öneminden söz etmeyi bırakınca tasarlamak için sağlam bir düşünsel zemin kalmayacağını sanmak için bir neden olmayacağının altını geniş bir biçimde açıyor.

8. T.W. Adorno, kültür endüstrisini kitlelerin bir aldatılışı olarak ele aldığı çalışmasında, özellikle Hitler Almanya’sından örneklemle, kişilerin varolabilmek adına toplumsal denetimi sağlayan kurumlara girerek, özellikle serbest mesleklerde bu toplumsal araçlara duydukları gereksinimi ve içi boşaltılmış ideolojinin tehlikesine dikkat çekerek, durumu. “Toplumun akıl dışı planlamacılığının bir parçası olarak yalnızca sisteme sadık olanların yaşamları bir ölçüde yeniden üretilir” diye özetliyor. Bkz. Adorno, 2007, s.85.

9. Bu tartışmalar, Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde Prof. Dr. Aysu Akalın tarafından verilen M629 kodlu “Mekânsal İmajın Oluşumu ve Yapısı Bağlamında Algısal Süreç” başlıklı yüksek lisans / doktora dersi kapsamında, 2011-2012 dönemi 2. yarıyılında “Adalet Saraylarında İmaj Arayışları” teması ile yürütülen çalışmada D. Özden ve A. Özdemir’in gerçekleştirmiş oldukları söyleşilerden alınmıştır.

10. Tanyeli, 2012, “Mimarlıkta Değişmekte Olan Ne?”, ss.76-83.

KAYNAKLAR

Adorno, T. W. 2007, Kültür Endüstrisi, (çev.) N. Ülner, M. Tüzel, E. Gen, İletişim Yayınları, İstanbul.

Artun, A. 2011, Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi, İletişim Yayınları, İstanbul.

Baudrillard, J. ve J. Nouvel, 2011, Tekil Nesneler, (çev.) A. U. Kılıç, Yem Yayın, İstanbul.

Berman, M. 1994, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, (çev.) Ü. Altuğ, B. Peker, İletişim Yayınları, İstanbul.

Keyder, Ç. 1993, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, Metis Yayınları, İstanbul.

Shiner, L. 2004, Sanatın İcadı, (çev.) İsmail Türmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Tanyeli, U. 2012, “Yer, Yer-olmayan, Naziler, Auge ve Akla Getirdikleri”, Arredamento Mimarlık, sayı:2012/05, ss.106-111.

Tanyeli, U. 2012, “Mimarlıkta Değişmekte Olan Ne?”, Arredamento Mimarlık, sayı:2012/09, ss.76-83.

RESİMLER

© www.tidb.adalet.gov.tr (Erişim Tarihi: 28 Kasım 2012]

Bu icerik 7340 defa görüntülenmiştir.