423
OCAK-ŞUBAT 2022
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Sunuş
    Editörler: T. Elvan Altan, Nurbin Paker Kahvecioğlu

  • Müşterekleşme Mekânları
    Pelin Tan, Prof. Dr., Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi; Misafir Araştırmacı, Thessaly Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

YAYINLAR



KÜNYE
BİENAL

Basamaklar ve Dört Oda: Bienalin Yaşanmış Geçmişten ve Düşlenmiş Gelecekten Hikayeleri

B. Beril Kapusuz Balcı,Arş. Gör. Dr., Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü, Doktora Sonrası Araştırmacısı, IUAV Venedik Üniversitesi Mimarlık ve Sanatlar Bölümü

 

“It matters what we use to think other matters with; it matters what stories we tell to tell other stories with; it matters what knots knot knots, what thoughts think thoughts, what descriptions describe descriptions, what ties tie ties. It matters what stories make worlds, what worlds make stories.”

Donna Haraway[1]

BİENALE DAİR ZİHNİME ÜŞÜŞENLER

Venedik Mimarlık Biennale’sinin 17. edisyonunun küratörlüğünü yapan Hashim Sarkis’in “How will we live together?”, Türkçe olarak yineleyecek olursam “Birlikte nasıl yaşayacağız?” sorusuna mimarlığın aracılığı ve genişletilmiş bir mekân tanımının olanaklarıyla yanıt arayan; aynı yerküreyi paylaşan ancak “birbirinin dilini zar zor anlayan yoldaş türlerin” her birine ses ve söz veren, dünyalarına dair hikayelerini anlattıran; düğümleri düğümleri atanlarla, bağları bağları kuranlarla birlikte düşünen ve farklı dillerin sınırlarında dolaşan kolektif bir mimarlık fikrine dikkat çeken bir gösteriydi bu yıl izlediğim.

Yazıma başlarken alıntıladığım parçanın bulunduğu kitabın başlığındaki bela, insan eliyle zaten çoktan hasar görmüş dünyada diğer yerkürelilerle birlikte yaşama ve ölme zorluğuna karşılık geliyor, ne var ki Haraway’in isimlendirdiği şekliyle Chthulusen[2] zamanında insanların insan-olmayan yerkürelilerle akrabalık kurmasının aciliyetine yaptığı çağrı, birlikte hayatta kalma sorunsalına iyimser bir bakış da sunuyor, ve Chthulu dünyasında, ona ismini veren örümcek gibi yaşadığımız yerküreye ve belalarına tüm kollarımızla tutunup yoldaş türlerimizle birlikte yeni yaşam biçimleri kurabileceğimizi söylüyor. Bu anlamda Sarkis’in bienali, mimarlık bakışıyla yerküreyi iklim krizi, kitlesel göç, sosyal, ekonomik, ırksal eşitsizlikler gibi belaları kucaklarken, mimarlığı da diğer disiplinlerle akrabalık kuran / kurmaya niyet eden bir çerçevede konumlandırıyor; yerküreye tutunmayı ve yeni dünyalar kurmayı mümkün kılacak dokunaçlı kolları ise “tasarım” ile eşliyor.

Bienalde kendine yer bulmuş işlerin çoğunda, tekil mimar isimleri ve işleri ile araştırma süreçleri, çok disiplinli ekipler ve birlikte üretimin yer değiştirdiğini görmek zor değildi. Tüm bu ortak yapmanın bir sonucu olarak izlediğim işler, kendilerinin ya da anlattıkları hikayelerin mekânsal aracılığı anlamında durup düşünmemi talep eden, yazının girişinde aktarmaya çalıştığım düşünceleri zihnime üşüştüren, hızlıca yanlarından geçip gidemediğim bir halde bir araya getirilmişlerdi. Bu yüzden de önceki edisyonlardaki alışkanlığımı tekrar ederek ayırdığım iki gün, bienalde yer bulmuş geçmişten ve gelecekten sayısız hikayenin her birini dinlemem ve düşünmem için yeterli olmadı. Pandemi koşulları nedeniyle sergilere eşlik eden kataloglar, broşür ve bildirilerin yokluğu da belki beni “sonra detaylı okurum” kolaycılığından uzaklaştırıp gerçekten dikkat kesildiğim bir izleme pratiğine de yöneltmiş olabilir.

Geçtiğimiz ekim ayının son gününde doktora sonrası araştırmamı yapmak üzere bir seneliğine geldiğim şahsına münhasır Venedik’te on uzun gün karantinada kaldıktan sonra bienalin son ziyaret günlerine yetişebildim, fotoğrafla araştıran bir görsel araştırmacı olarak kendi not alma aracım olan fotografik kayıtlarla, kendi hikayeleme biçimimle, gösteriyi günceme aktarabildim. Kurulu işlerin fotoğrafları kadar videolarını da çokça kaydettim bu kez, hikaye anlatanla dinleyenin karşılıklı sohbetine şahitlik etmeye çalıştım diyebilirim. 17. Venedik Mimarlık Bienali’nin zihnimdeki çağrışımları ve göndermeleri çerçevesinden, benden rica edildiği doğrultuda Türkiye’den Venedik’e taşınmış iki hikayeyi kaleme almaya çalışacağım: Ana serginin katılımcısı olarak Arsenal’in kıyısındaki “Side by Side” (Yan Yana) projesi ve Türkiye pavyonunda ziyaretçileri karşılayan “Architecture as Measure” (Ölçü olarak Mimarlık) projesinin “Four Dioramas”ı (Dört Diyorama).

Mimarlığın yoldaş disiplinlerle araştırma alanını paylaştığı bu bienalde, bir sergiden diğerine ilerleyip çizim, maket, fotoğraf, video, resim, illüstrasyon, yerleştirme gibi aşina olduğum mecralar kadar, bilim ve teknolojiyle akrabalık kuran, araştırma süreçlerinin görünürlük kazanmasına öncelik vermiş ve neredeyse laboratuvar ortamını andıran mecralar aracılığıyla da farklı malzemelerin, yosunların, küflerin, dilini anlamaya çabalarken yazımda konu edindiğim her iki işle de karşılaşmamın kendimi dilini bildiğim bir yerde hissettirdiğini söyleyebilirim. Adımlarımla uyumlanabildiğim ve her adımımda beni başka bir ufuk çizgisiyle buluşturan, üzerinde durabildiğim/üzerinden bakabildiğim "basamaklar" ile ölçeğine bedenimi yerleştirebildiğim (bienaldeki çok sayıda ölçekli diyoramadan farklı olarak) içinde / etrafında gezebildiğim, içinden / dışından bakabildiğim "dört oda" dolaysız ve çekincesiz ilişebildiğim işlerdendi. Olabildiğince doğrudan, mekânla ve mekânın aracılığıyla, biri geçmişten ve İstanbul’dan bir hikayeyi anlatırken her "yan yana" gelişte sayısız hikayeyi durmadan yazmakta olan diğeri ise birbirine geçit veren odaların içinde sahnelediği kurmaca geleceğin hikayesini anlatan iki işte mimarlığa dair olanla kurabildiğim bu çok karmaşık olmayan, olağan ama bir o kadar olasılıklara açık diyalog üzerinden yazmak istedim bu yazıyı.

Sadece kendi deneyimim ve duyularıma merkezlenen bir yazıdan ziyade mekândan, mekândaki özne - nesnelerin anlattıklarını kendi anlattıkları şekliyle aktarmaya çalışan bir yazı yazma niyetindeyim. Dinlediklerim karşısında bedenimle duyduklarım, bazen kendi bedenimden bazen de kameramın bedeninden bakan gözlerimle gördüklerim, ya da anladıklarım bu yazının bir parçası olabilir, mekânın ve nesnelerin mimarlığa tercüme etmeye çalışmadığım hikayeleriyle birlikte. Belki yazıda çok kere geçireceğim “hikaye” meselesi ile diyalogları esnasında sürekli yer değiştiren hikaye anlatıcıları ve dinleyicileri etrafında şekillenecek yazacaklarım.

BASAMAKLAR

Batı merkezli hikaye anlatıcılarının son yıllarda mimarlık araştırma ve üretimlerinde olduğu kadar mimarlık sergilerinde ve bienalde de biçimselci bakışı terk etme ve yerine çevresel bakışı koyma çağrısının bir anlamda bienali hüküm altına aldığını hissettiğimi söylemeden edemiyorum. Çoklukla “inşa etmek” için kendi ufuklarının dışında kalan yerden “söken” coğrafyaların, yine üst bir dil kurmaya çalıştığını seziyorum. Hislerime benzer şekilde Arsenal’i ikinci ziyaretimde Han Tümertekin ile “yan yana” geldiğimizde yaptığımız kısa sohbette, mimarlık bienaline mimarlıkla yanıt vermenin katılımcı mimarlar arasında bir ayıp, bir utanma sebebiymiş gibi bir hava hissettiğinden bahsetti. Bu anlamda yanıtını kendisinin en iyi bildiği mimarlıkla, kendi ülkesinden çok tanıdık ve yere özgü bir hikayenin ortaya çıkardığı basit bir mimari elemanla, Venedik’e getirmeye çalışılmasından neden bir sıkıntı duyması gerektiğini sorguladığını dile getirdi. Yazının başında da ifade ettiğim gibi yerkürenin aciliyet gerektiren çok sayıda sorununa çareler üretirken mekânsal araştırmayı disipliner olarak merkezsizleştirmek yani mimarların tekelinden çıkarmanın ve disiplinlerötesi bir düzleme taşımanın, mimarlık dışından kurulacak akrabalıkların önemi, mimarlığı salt yapı merkezli değil yapının yaşam döngüsüne bir şekilde katılmış insan ve insan olmayan her bir varlık biçimiyle birlikte düşünmenin değeri ve gerekliliği aşikar. Ne var ki, bu mimarlığın kendi söz dağarcığıyla da diyalog başlatan cümleler kuramayacağı anlamına gelmiyor, bu noktada Han Tümertekin’in serzenişini ve bienalde ekibiyle birlikte sergilemeye çalıştığı duruşu anlayabiliyorum. Ve bienalin ana sorusuna kendi tanımladıkları şekliyle üzerinde durduğum “tribün”de mekânın aracılığını hakkıyla kullanarak yanıt verdiklerini görebiliyorum. “Yan Yana” Tümertekin’in de ifade ettiği gibi,[3] ortak çalışma ve yan yana düşünmeyi beraberinde getiren çok disiplinli ve çok sesli bir ekip işi.[4]

Bienal maratonunun Arsenal gününde Corderie’deki yoğun sergiler arasında koşturduktan sonra kıyıya yol alıyorum. Hava kararmadan, kıyıdaki manzarayı çerçeveleyen antrepoları ve lagünü gün ışığında izlemek istiyorum ve köşeyi döndüğümde kıyıya ilişmiş ahşap strüktürden tribün, basamaklarında gezinen, soluklanan çok sayıda misafiriyle beni karşılıyor. (Resim 1) Kararlı bir şekilde kıyıda duran ama sakince suya doğru uzanan yedi geniş ahşap basamaktan oluşan tanıdık bir mimari beden. İlk anda ahşap, çelik ve betondan bu gövdenin kıyıya nasıl eklemlendiğiyle ilgili halihazır varsayımlarım beni tepkisiz kılıyor ancak tribüne yaklaştıkça ve Arsenal’e yerleşen her şeyin geçici olması gerektiğini, yerleştiği zemine nüfuz edemeyeceğini, yalnızca dokunabileceğini hatırladıkça şaşkınlığım artıyor. Üzerindeki onca ziyaretçiyle, hem de metrelerce suya uzanarak, kıyıda nasıl durabildiğini düşünürken zemine temas eden platform beni manzarayı çerçeveleyen bir açıklıktan geçirip suyun üzerinde kalan ilk basamağa doğru taşıyor. Tribünü iki eş olmayan parçaya ayıran bu geçişten ilerlerken, bedenin kendi kendine ayakta durmasını mümkün kılan çizgisel mesnetini ve bu çizgide kesişen kirişlerini görüyorum. (Resim 2, 3) Basamakların altında kalan mekânı tanımlayan çerçeveler olabildiğince yalın ve sakin, tasarımın alamet-i farikasını açık ediyor, bir yandan bu kez başka iki yönde iki farklı manzarayı daha çerçeveleyip bana gösterirken. (Resim 4) Basamakların üstünde olduğu kadar altında da durup hem bedeni hem çevreyi seyre dalanları görüyor ve ilerliyorum. Çeperlerdeki merdivenlerle tırmandığım her basamak, Arsenal ile beni daha önce bulunmadığım başka bir yükseklikte buluşturuyor, suyun rengini ve gökyüzünün sudaki suretini farklı renkte gördüğüm başka bir mekânsal ilişki üretiyor. Suyun üzerinde asılı duran basamağın eşlik edeni çok, fotoğraflar burada çekiliyor, sudaki balıklara uzun uzun burada bakılıyor. (Resim 5) En üstteki basamakta oturduğumda ise bütün bu zemini eş zamanlı paylaştığım diğer insanları ve atmosferi, birlikte parçası olduğumuz bu bütünü daha iyi algılıyorum.

İstanbul’da, geçmişten anlattığı hikayede olduğu gibi ırksız, cinsiyetsiz, hiyerarşisiz yassı bir zemin bu. Basamaklar kendi içinde bir hiyerarşi oluştursa da bu hiyerarşi yalnızca kurulan ilişkileri çoğaltıyor, derinleştikçe ilişkileri birbirine bağlayıp yassılaşıyor. Beraber nasıl yaşayacağız sorusuna verilen yanıtları ararken bienaldeki çoğu katılımcının etrafında dolaştığı ya da içinden geçtiği bu konu başlıklarının hiçbirini “ayrıca” telaffuz etmese de İstanbul’da kent ve kentlinin su ve kıyıyla ilişkilerinin kurduğu gündelik yaşamdan tercüme ettiği bir-arada-lıkların hikayelerini anlatıyor dinleyebildiğinizde, bir yandan kıyısına iliştiği Venedik’teki sayısız rastlantısal yan-yana-lığın yeni hikayelerini yazar ve kaydederken. Bu anlamda Yan Yana’nın salt bir mimarlık nesnesi değil, mekânsallığı aracılığıyla çok sayıda dokunmanın, tanışmanın, kesişmenin, sohbetin öznesi de, her an yeni eylem programları, yeni kamusallıklar üretme potansiyeli olan bir özne-nesne olduğunu söylemek mümkün. Yan Yana’nın benim bakış açımdan başka bir kıymeti de, işin odağını en görünür olan bedeninden, görünür olmayan hikayelerine de kaydırararak yaşam döngüsünü, yapım, kullanım ve muhtemelen söküm süreçlerini de görsel olarak belgelemesi; işe imgesel varlıklarıyla da tanımlanabilen farklı bir materyalite tanımlaması. Bu noktada tasarım ekibinde de yer alan, meslektaşım ve arkadaşım Sena Özfiliz’in sürecin başından bu yana fotoğraf ve video aracılığıyla yürüttüğü görsel belgeleme süreci de bilgi üretiminin bir faili olurken bu görsel şahitlikler Yan Yana’nın Venedik’te kurduğu hikaye örüntülerini görünür kılmakta önemli bir aracılık üstleniyor. Sevgili Sena ile beni Venedik’te buluşturması, uzun ve keyifli sohbetimize katılması da ördüğü bu hikayelerden biri.

Şimdilik bienalin “ayrıcalıklı katılımcıları” için bu düzlemi sunmuş olsa da yeniden belki İstanbul’un ya da başka bir kentin kıyısında süregiden gündeliğin parçası olması ihtimali gelecek hikayeleri önceliyor. Bienali gezerken aklıma düşen bir başka sorun, bu büyük ölçekli gösterinin atıkları ve “posasız” sergilemenin ihtimalleri meseleleri için de olumlu bir yön çiziyor. (Bu mesele başka bir yazının konusu olacak.)

DÖRT ODA

Arsenal’de uzun bir soluklanmanın ardından Sala d’Armiyi mesken edinen Türkiye Pavyonu’na doğru yol alıyorum. Türkiye Pavyonu oranları, derinliği ve kontrol altındaki ışığının yarattığı atmosfer bağlamında kendi başına hep çok etkileyici. (Resim 6) Yan yana dizilerek salonun hacmini neredeyse doldurmuş dört odanın sarı renkle yıkanmış yüzleri ile odaları çevreleyen salonun malzemesini ve taşıyıcıları açık eden çıplak yüzleri arasındaki kontrast ilk anda hayli etkileyici. Yerleştirmeyle bu ilk karşılaşma anımızdan sonra açıklığından içine dahil olduğum her bir oda, her bir diyorama kendi hikayesini anlatmaya başlıyor.

Bu yerleştirme aslında kendisinden çok daha büyük bir projenin yalnızca bir parçası. Mimar ve akademisyen Neyran Turan’ın, kurucu ortaklarından olduğu, mimarlık ve kent araştırmaları yürüten tasarım ofisi NEMESTUDIO’da pratik ettiği bir dizi üretimin ve kitabı “Ölçü Olarak Mimarlık”ta (Architecture As Measure) kuramsal olarak inşa ettiği düşüncelerin uzantılarından biri. Tüm bu çok katmanlı üretim sürecinin bütününü ancak bienali gezdikten sonra çevrimiçi bir etkinlikte[5] kendi anlatımıyla detaylıca ve büyük keyif alarak dinleyebildim; Turan mimarlık disiplininin aşina olduğumuz pratiklerini, mimarlığın kendi iç işleyişlerine ait olan ve göz ardı edilen alelade pratikleri aracılığıyla yerküreye ait tanıdık olmayan alanlara genişletmenin olanaklarına ve kendi deyişiyle “mimari çevre tasavvuru”nun alternatif biçimlerine dikkat çekiyor. Mimarlığa dair düşlenmiş dolayısıyla henüz anlatılmamış gelecekten hikayelerin, mimarlığın sergilenmesi anlamında da alternatif bir düşünme biçimini gerekli kıldığını ifade ediyor. Dört Diyorama, Turan’ın bu alternatif düşünme çizgisinin aracı ve söyleyeni olarak Türkiye pavyonunu mesken tutuyor.

Bienalin özellikle ana sergisinde farklı coğrafyalardan yaşantıları, gündelik hayatları sahneleyen, etrafında dolaşıp, bir uzaklaşıp bir yakınlaşarak ölçekler-arası ziyaretlerle anlattığı mekânları izlediğim çok sayıda diyorama mevcuttu. Dört Diyorama’da ise hikaye anlatıcı odalar dinleyiciye diyoramaları deneyimleyeceği alternatifli mekânlar sunuyor, cepheden tasvir (frontality), geçitler ve bağlantılar aracılığıyla hikaye dinleme ile eşlediğim izleme pratiğine kendi mekânını veriyor. Karşılaştığım diğer diyoramalardan farklı olarak buradaki 1:1 ölçekte kurulmuş odalar beni içlerinde yürümeye davet ediyor. (Resim 7) Odaların içindeyken sağır yüze doğru baktığımda, odanın duvarı boyunca kendine yer bulan illüstrasyonlar Türkiye’den içinde insanların olmadığı bir gelecekten hayatta kalmış türlerin gündeliğinden bir anı hikayeleştiriyor. (Resim 8) Arkamı döndüğümde ise diğer yüzdeki açıklıktan salonun tuğla duvarlarını ya da içerde bir parçası olduğum mizanseni izleyen bir başkasını görüyorum. Odaların içindeyken sahnelenen her şeyin sarıyla yıkanmış monokromatik hali, rengin “mekânı sessize alma” aracılığı müthiş derecede etkileyici. (Resim 9) Beni çevreleyen odanın tek sesliliğindeki renkliliğim ve alakasızlığım odanın gelecekten anlattığı hikayede olmayışımı bana başka bir şekilde söylüyor. Dışardayken ise bugünden geleceğe açılan ekranlardan, içinde bulunduğum zaman ve mekânın farkındalığıyla bir gösteri izler gibi izliyorum ve dinliyorum odayı.

Sarı odaların bir uzantısı olarak kendine salonun duvarında yer bulan sarı kapı da salonun tersaneye bakan filmle kaplı pencereleri de, gerçekliğe dair spekülatif hikayelerin ipuçları, mekânsal tasavvurlara açılan eşikler. Yerleştirmeyi gezerken sarı kapının önünde durup birkaç saniye bakanları, salondaki atmosferi bütünüyle değiştiren camları karartma filtreli üç pencerenin arkasındaki gerçekliğinden şaşmış manzarayı dikkatlice izleyenleri gördüğümde, bu iki “portalın” gerçeklikle tasavvur arasında sürekli olarak yer değiştirmemizi örgütleyen diyoramalar için müthiş derecede tamamlayıcı olduğunu seziyorum. İçeride ve dışarıda olma halinin, ön planda ve arka planda olanın, gerçek olanla spekülatif olanın sürekli olarak yer değiştirdiği bu diyaloğun, hayli sansasyonel olduğunu söyleyebilirim. (Resim 10) Bir başka uzantı, sarı masa ise (kendi isimlendirmesiyle “Table of Contents) serginin orada olmayan, genişletilmiş mekânına işaret ediyor, Bienalin ertelenmiş açılış tarihinden bu yana sergi mekânının fiziksel mekânına paralel olarak genişleyen dijital mekân, projenin tartışmaya açtığı konular üzerine düşünen ve yazan katılımcıların farklı içeriklerle sürekli olarak dönüştürdüğü alternatif oda da, yine bu işin diyalogları çoğaltan önemli bir faili.[6]

Bu yazıda yer verdiğim iki hikaye anlatıcısıyla kurduğum ilişkileri ve şahitlik ettiğim diğerlerini, anlatan ile dinleyenin sürekli yer değiştirmesiyle kurulan etkileşim örüntülerini sözcüklerle ifade etmeye çalışırken ürettiğim fotoğraf dizileri aracılığıyla onlara yeniden ses vermek istedim. Sergi kataloglarındaki anlatılarda ve işlerin sessiz portrelerinde çoğu kez görünür ve duyulur olmayan bu diyalogların, yerinde düşündüklerim ve fotografik notlarımın birlikteliğinde görünür olduğunu umuyorum.

* Fotoğrafların tamamı yazar tarafından çekilmiştir.

NOTLAR

[1] Haraway, Donna, 2016, Staying with the Trouble, Making Kin in the Chthulucene, Duke University Press, Dunham.

[2] Chthulusen (Chthulucene), sözcüğün kökeninin referans verdiği dokunaçlı hayvanlara ithafen, Haraway’in Antroposen tanımına alternatif olarak önerdiği, insan ve insan olmayan varlıkların “ayrılamaz” bir şekilde dokunaçlı bir biçimde örülü olarak bağlı olduğu döneme verdiği isim.

[3] Han Tümertekin’in İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın “Venedik Bienali’nde Türkiye ve Mimarlık” başlıklı video serisindeki anlatımı için, bkz: https://www.youtube.com/watch?v=RhZQJwiaZ-w Projenin üretim süreçlerine de yer veren web platformu için, bkz: http://sidebysidevenezia.com

[4] Proje ekibi Han Tümertekin (mimar), Ayfer Bartu Candan (sosyolog, sosyal antropolog), Hayriye Sözen (mimar), Hakan Tüzün Şengün (mimar), Zeynep Tümertekin (mimar), Ali Gürer (mimar), Ahmet Topbaş (yapı mühenidisi), Sena Özfiliz (görsel belgeleyici), Mert Kaya (video sanatçısı), Tuna Ortaylı Kazıcı’nın (Proje Koordinatörü) birlikte ürettiği interdisipliner bir yapıya sahip.  

[5] Royal College of Art “Inside / Out” Çevrimiçi Etkinliği: “Neyran Turan, Architecture as Measure”, 29 Kasım 2021.

[6] Architecture as Measure / Ölçü Olarak Mimarlık web platformu için, bkz: https://pavilionofturkey21.iksv.org [Erişim: 14.12.2021]

Bu icerik 1147 defa görüntülenmiştir.