423
OCAK-ŞUBAT 2022
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Sunuş
    Editörler: T. Elvan Altan, Nurbin Paker Kahvecioğlu

  • Müşterekleşme Mekânları
    Pelin Tan, Prof. Dr., Batman Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi; Misafir Araştırmacı, Thessaly Üniversitesi Mimarlık Fakültesi

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: BELLEK VE MEKÂN

Mekânın Belleği, Belleğin Mekânı: Mekân İşgalcileri Olarak Müzeler

Burçak Madran, Müzebilimci, Endüstriyel Tasarımcı

 

Belleğin toplumsal kurumları kütüphaneler, arşivler ve müzelerdir. Uluslararası Müzeler Konseyi’nin güncellemekte olduğu lakin halen geçerliliği bulunan 2007 yılı tanımına göre “insanlığa ve yaşadığı çevreye ait maddi kültür mirasını ve somut olmayan mirası, eğitim ve yararlanma amaçlarıyla toplayan, koruyan, araştıran, paylaşan ve sergileyen” işlevleriyle müze, doğrudan bir bellek mekânıdır. Müzelerin koleksiyonları, belleğin nesnel yansımalarıdır.

Müze-bellek ilişkisi, yeni bir kavramsal icat olmayıp koleksiyonların sunulduğu ilk zamanlardan bu yana “müze” adlandırmasının kökeninde de vardır. Antik Hellen mitolojisindeki bellek tanrıçası Mnemosyne ve uygarlığa ilham veren kızları 9 Musa’ya (veya Müz’e) adanmış bilgi mekânı olarak ve “mouseion” (ilham perilerinin oturduğu yer / müze) belleğin sergilendiği, korunduğu yerdir.

Müzelerin, tam anlamıyla kamusallaşmaya başladıkları 19. yüzyıla kadar, farklı temalarda toplanan koleksiyonlar, bir yandan “bilgi” derlemek için kullanılırken, diğer yandan toplumların aydın ve varlıklı kesimlerinin bir saygınlık göstergesi olmuştur. Koleksiyon etkinliğinin çeşitlenmesi ve artması, gösterilmesi ve paylaşılması için mekân ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.

Müze mekânlarının makûs talihi bu noktada şekillenmeye başlar. 18. yüzyıla kadar müzelerin “emanet yapılar” kullanması, genele yaygın bir uygulama olarak izlenir. 15. yüzyılda Medici Sarayı’nda özel bir alanda koleksiyonların sergilenmesi için yapılan düzenleme Eileen Hooper - Greenhill tarafından “Avrupa’nın ilk müzesi” olarak ifade edilir. Dükalık sarayı içinde tarih ve sanat koleksiyonlarının sergilenmesi, sonraki yüzyıllar boyunca Avrupa’nın birçok merkezinde bulunan kamusal yapılardaki düzenlemelere de ilham olmuştur.

Tarihte kaydedilen ilk müstakil müze yapısı ise 16. yüzyıl hümanisti Paolo Giovio’nun antik çağa değin koleksiyonlarını barındırmak için İtalya’da, Como Gölü kıyısında inşa ettirdiği “Mouseion”dur. 1700’lerin ortalarına doğru daha önce kamusal erişimin neredeyse mümkün olmadığı saraylar, yönetim ve dini otorite yapıları gibi mekânların özelleşmiş bölümlerinde düzenlenen sergilemeler, bu dönemden itibaren koleksiyona özel inşa edilmeye başlanan binalara taşınır. Arkeoloji koleksiyonlarının popülerleştiği 19. yüzyılda tasarlanan yeni müze yapıları, bu koleksiyonlara atıfla, tarihselci / neo-klasik tasarım anlayışıyla şekillenir. 20. yüzyılda ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında ise modern mimarinin en uç dışavurumları yeni müze yapılarını çağdaş kentsel anıtlara dönüştürürken, gelişen toplumsal ihtiyaçlarla özgün işlevini yitirmiş saraylar, sanayi tesisleri, konut ve kamu yapılarının müze olarak kullanılması da sıklıkla karşılaşılan bir pratik oluşturur.

Tarihî yapıların müzeleştirilmesiyle “müze-bellek” ilişkisi, “müze-bellek-mekân” üçlemesine doğru evrilir. Mekânsal olarak devreye giren bileşenin kendi tarihi, kendi belleği ve karakteri, içine yerleşen koleksiyonlar ve çağdaş işlevleriyle müze kurumuyla çelişki yaratacak duruma gelir. Koleksiyonların sunduğu hafıza ile mekânın kendi hafızası aynı tema üzerine değilse, kavramsal sorunlar ortaya çıkar. Mekânın özgün kullanımı ve mimari değerleri bağlamında yapının ya da koleksiyonun önceliklendirilmeye çalışılması çatışmaya neden olur.

Maurice Halbwachs, Kolektif Hafıza eserinde değindiği “mekân süren bir gerçekliktir, algılarımız birbirini kovalar, zihnimizde hiçbir şey mesken tutmaz ve geçmiş, bizi çevreleyen maddi ortamla korunmadığı takdirde onu yeniden kavrayabileceğimiz de anlaşılamaz” söylemiyle, hafızanın maddi verilerle, özellikle de mekânla doğrusal ilişkisini ortaya koyar. Kısaca mekân kapsamının hafızasını taşır. Oysa müze koleksiyonları ait oldukları mekânsal bağlamdan koparılmış ve başka bir çerçeveyle yeniden tanımlanmıştır. Müze ve mekân belleği ilişkisinin temel çelişkisi budur. Bunun istisnası olarak, “müze evler” olarak anılan, toplumsal bellekte yer etmiş kişilerin yaşadığı, çalıştığı ya da yine toplum hafızasında önem arz eden olayların gerçekleştiği yerler, bu kişilere ait verilerle birlikte özgün ve/veya özgün hallerine yakın bir biçimde muhafaza edilmiş sürdürülebilirliği kurumsallaştırılmış mekânlardır. Diğer durumlarda ise, müze ve koleksiyonları, tarihî yapıların işgalcileridir. Mimari yapının belleğini hiçe sayarak, koleksiyonlarla yeniden inşa ettikleri bir geçmişi görünür kılmaya çalışırlar.

Yeniden işlevlendirilen bir yapıda müze kurmaya çalışmak, gerçek bir meydan okumadır. Kamusal alanda işlevini yitirmiş bir yapının “kurtarılması” amacıyla müze ya da benzeri bir kültürel alana dönüştürülmesi, müzelerin işlevsel gerekliliklerinin daha esnek olduğunu düşündürür. Oysa günümüzün müzeleri yalnızca koleksiyonların sergilenmesinden ibaret olmayıp doğru bir işletme ve sürdürülebilirlik için çok farklı mekânlara gereksinim duyarlar. Resepsiyon, ıslak hacimler, kafe, restoran, müze mağazası gibi ziyaretçi hizmet alanları, koleksiyon depoları, atölyeler, etkinlik salonları personel çalışma ve gündelik yaşam alanları, daha görünür olan sergi galerileri kadar gerekli mekânlardır. Tarihî bir yapıda bu müzeografik programın uygulanması için gerçekleştirilen değişimler ve düzenlemeler mekânın özgün belleğine müdahaleleri gerektirir. Yalnızca bellek anlamında değil, fiziksel olarak da bir “koruma” çelişkisi devreye girer. Koruma anlayışı mimari yapıya odaklı olarak geliştiğinde, bu kez koleksiyonların ve insan konforunun “korunmasından” ödün verilmiş olur. Aksi durumda da yapının fiziksel özgünlüğünden ve taşıdığı bellek değerinden ödün verilecektir. Böyle durumlarda hep dile getirilen “koruma-kullanma dengesi” birçok durumda teoriden öteye geçemez.

Tarihî mekân - müze ilişkisine bakıldığında, Türkiye’de çokça uygulaması bulunan tarihî medrese, hamam gibi yapıların müze olarak kullanılmasında fiziksel çözümsüzlükler ortadadır. Yapının müzeye uygun hale getirilmesi ve çağdaş yaşamın -ısıtma, soğutma, aydınlatma gibi- gereklilikleriyle donatılması, kuşkusuz ki gerçek kullanımının mekânsal programını bozacak, yüzyıllar boyunca taşıdığı işlevle gelen hafızayı süreksizleştirecektir. Yapının özgün işleviyle müzenin teması arasında doğrudan bir ilişki olsa bile koleksiyonların sergilenebilmesi için yeni bir tasarım geliştirilmesi gerekir. Örneğin hamam müzesi yapmak, hamam pratiği içindeki nesnelerle oluşturulan bir koleksiyonu hamam içinde sergilemek, hamamın çok tanımlı ve birbirine bağlı mekânlarının belleğinin korunduğu anlamına gelmez. Kendi başına nesnel bir tarihsellik ve değer arz eden koleksiyonlar, artık mekân içindeki özgün kullanımlarının önerdiği doğallıkta sergilenemez. Kurnanın yanına bırakılmış gümüş tas, yine kurnanın yanında bile olsa yeni bir vitrine girmek zorundadır. Yüzyıllık peşkirler duvardaki çivilere asılamaz; sedef işlemeli takunyalar göbek taşının etrafına bırakılamaz. Buna bir de müzelerin bilgilendirme işlevleri eklendiğinde, koleksiyonların mekânın önüne geçmeleri ya da en azından mekânı gölgelemeleri kaçınılmazdır. Hamam müzesi uç bir örnek değildir. Söz konusu algısal yarış, her ne kadar mekân serbestisi daha geniş olsa da, endüstriyel yapılarda, kaleler, kışlalar gibi askerî yapılarda, farklı statülerdeki konutlarda da geçerlidir. Örneğin, konut özelinde düşünüldüğünde, ister tarihî bir ev olsun ister bir saray, içindeki mutfak, mutfak gereçleri sergilemesi dışında nasıl kullanılabilir ki? Kaldı ki burada yaratılacak mutfak sergilemesi de o mekânın taşıdığı belleği bir ana dondurmaktan öteye geçemeyecek, hatta yapaylığıyla yadırgama etkisi yaratacaktır.

Bellek çatışmasını engellemek kuşkusuz çözümsüz bir durum değildir. Bu noktada devreye girecek özenli küratoryal yaklaşımlar ve eldeki mevcut verilerin kategorize edilerek uyumlanmaların ve çakışmaların doğru tespit edilmesi başlangıç noktası olmalıdır. Mimari yapıya ve müzeye değin uzmanlık alanlarının uzlaşısı esastır; birlikte çalışmayı şart koşar.

Çifte bellek yükünün uyumlanması için müze tasarımında yapının hafıza unsurlarının doğru tanımlanması, hangi esaslar doğrultusunda topluma sunulacağının tespit edilmesi önceliklidir. Yapı kalitesi, mimari estetik, mekânsal program seçeneklerinin, tarafsız dayanaklarla sunulması gerekir. Ancak bu tespitten sonra yapının hafızasının görece bir bütünlük içinde algılanmasını sağlayacak küratoryal bir içerik oluşturulmaya başlanır. Müzede sergilenen koleksiyonların hikayesi yapınınkinden çok farklı olsa da birbirine paralel bir anlatım kurgulanabilir. Her durumda yapının belleğinin de görünürlüğü, müze kurgusu içinde farklı özellikleriyle vurgulanarak algılanabilir kılınmalıdır. Müze temasının elverdiği ölçüde mekânın hafızası bir “koleksiyon” değeri olarak ele alınmalıdır.

Somut bir uygulamayla örneklemek gerekirse, Ankara’da 2019 yılında açılan Türkiye İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi mekân ve müzenin belleğini buluşturmak için bütünsel bir küratoryal yaklaşım sunar. Ankara’nın erken Cumhuriyet dönemine ait simgesel bir yapı olan eski Genel Müdürlük Binası, bankaya hizmet etmek için Giulio Mongeri tarafından 1929 yılında tasarlanmış yapı kalitesi ve mimari programıyla bütünsel bir hafıza mekânıdır. (Resim 1)

Dönemin birçok ideolojik ve estetik yansımasını taşıyan Ulus Meydanı’nın hemen yanındaki altı katlı bina, 90 yıllık tarihinde birçok değişim geçirmesine rağmen, inşa edildiği tarihten bu yana tüm özgün unsurlarıyla korunan özel mekânlara da sahiptir. (Resim 2, 3)

Müzenin teması banka yapısının hafızasına uyumlu şekilde Türkiye’nin iktisadi belleğini yansıtsa da yapının müzeye dönüştürülmesi sırasında mekânın çok tanımlı işlevlerinden farklı ihtiyaçlar belirmiştir. Binanın kullanımındaki küratoryal kurgu, banka şubesi ve banka işlevsel alanları olarak tasarlanmış mekânların kendi hafızasını olduğu gibi yansıtması, temanın gerektirdiği “iktisadi bağımsızlık” hafızasına dair koleksiyonların da özgün alanlarla tezat yaratacak şekilde sunulması üzerine şekillendirilmiştir. Böylece mekânın belleği konunun belleğinden ayrıştırılmış, ikili bir algı yaratılmaya çalışılmıştır. (Resim 4)

Müzelerin yansıttıkları bellek ve mekânların belleğinin birlikteliği söz konusu olduğunda sistematik bir yaklaşımdan bahsetmek doğru olmaz. Mekânlar hem içerik olarak hem de fiziksel çevre ve koşullarıyla farklılıklar gösterdikleri gibi müze ihtiyaçları, koleksiyonları ve işlevleri de çeşitli müzeolojik yaklaşımlar önerirler. Bağlamlarından koparılmış nesneler (koleksiyonlar) ile bağlamlarını kaybeden taşınmazların bellek değerleri bağımsız ve doğal bir biçimde sürdürülebilir değildir. Her durumda dengenin ve uyumun sağlanması için yeni bağlamlar yaratılması, önermeler geliştirilmesi bir yöntemdir. Nesnelerin ve mekânın müzeografisinin birlikte değerlendirilmesi, anımsama yani bellek değerlerinin kurgulanması gerekmektedir.

Müzeolojik olarak en tercih edilen yaklaşım, yaşanmışlıklar taşıyan, özgün belleği olan mimarilerin “anıt müzeler” kavramıyla tekil olarak değerlendirilmesi; müze oluşumlarının da koleksiyonlarını odak alarak yeni yapılarda, ihtiyaçları dâhilinde mimari programlarla özgün hafıza mekânları tanımlamalarıdır.

*Aksi belirtilmedikçe görseller Türkiye İş Bankası Arşivi’nden alınmıştır.

Bu icerik 1595 defa görüntülenmiştir.