DOSYA: BELLEK VE MEKÂN
			Mekânsal Belleğin Kurulma Pratikleri İçin Bir Okuma Önerisi 
			Funda Uz,Doç. Dr., İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü
			
			
			
			
			
			  
Mekânsal belleğin izleğini,  mekânsal anlatılarla ilişkilendirerek kurmaya çalıştığım bu metni, birbirinin  içine geçmiş üç eksende örmeyi hedefliyorum: arşiv, insan ve zaman-mekân. Nasıl  bir metin alıntılar, dipnotlar ve ayraçlar olmadan düşünülemezse, belleğin  mekânsallığına dair bir anlatının da insan, arşiv ve zaman-mekân alt temaları  olmadan kurulamayacağına inanıyorum. Bu paralel okumaya geçmeden yöntemsel  bakışımı açmak isterim.[1] 
Zihin, içerisinde bulunduğu  kültürel ve fiziksel çevrenin izlerini, anımsayarak ve yeniden yorumlayarak bir  imge oluşturur. İmgenin, fiziksel, toplumsal ve kültürel çerçeveyi oluşturan  ortak bellekle bunu yeniden yorumlayan bireysel zihnin bir araya gelmesiyle  oluştuğu kabulü de dünya kavrayışımızı belirleyen bir bakış sunar. Bellek ile  imge arasındaki süregiden bu diyaloğun kurgusu, zihnin anlam oluşturma  mekanizmaları içinde, kopukluklar ve sürekliliklerle, devingen anlatıların bir  karşılığıdır. Mekânsal anlatıları, hem çoklu temsil dünyasının parçası olarak hem  de birçok kişisel ve kolektif anlatının kaynağı ve çoğaltılmasıyla bir dizi  eylem olarak anlamak, belleğin mekânsallaşma koşullarını deşifre etmekle mümkün  olabilir.
Bellek anlatıları, temsil  edilirken hem kendi zamansallığını taşır hem de geçmişte kalmaya ve unutulmaya  dirençliliğiyle zamansızdır. Tarihsiz oldukları için değil, hangi gün olduğunu  bilmediğimiz bir “gündüz”, herhangi bir “akşamüstü” olduğu için, “birdenbire”  oldukları için zamansızdırlar. Bu nedenle her bir bellek anlatısı, izleyiciyi  kendi bireysel, biricik anlamlar dünyasına götürür; ancak anlatının gücü  çoğulluğundadır. Çoklu anlam, izleyicisi olduğumuz anlatının türlü pratiklerle  kurulan, görünmeyen duyguları, dokuları taşımasında[2]  karşılık bulur. 
	İlhan Tekeli’nin IV. Tarih Kongresi’nde sunduğu bildirinin başlığı
[3]  çarpıcı bir soruyu  içeriyordu: “Bireyin yaşamı nasıl tarih oluyor?” Tekeli bu soruyu, bu  yaşantının, “gerçekliği ya da görgül geçerliliği”, “anlatı özelliği” ve  “bireyin özgüllüğü” ile cevaplıyor. Böyle bir özyaşam öyküsü, o bireyle  doğrudan ilişkili olsun ya da olmasın, toplumun diğer bireylerini, toplumsal  belleğin bir parçası olması niteliğiyle etkiler. Bir metne başka bir metin  içinden dahil edilen, ana metne bağlanan ama kendi bütünlüğünü de koruyan  alıntılar gibi öz-yaşam öyküleri de, bellek anlatılarını güçlendiren anekdotlar  olarak kabul edilebilir.
Tıpkı alıntılar ve  anekdotlar gibi dipnotlar da yazınsal anlatıları güçlendiren, derinleştiren,  yeni katmanlar ekleyen materyallerdir. Dipnot, bir metinde herhangi bir noktayı  açıklamaya yarar. Kısa notlardır, ama aslında bir varsayımın dayanağını  göstermek ya da bir fikir, kavram, alıntı ya da bilginin kaynağını belirtmek  için kullanılırlar. Bu nedenle aslında kaynağa, kökene, arkhé’ye (bir başlangıca, ilk olana) doğru açılan bir kapıyı  imler. O kapıdan geçmek isteyen için bir anahtardır. Arşivler, tıpkı dipnotlar[4]  gibi pek çok farklı bilginin birleştiği, düzenlendiği yeni bir ağ ilişkisinde  çalışır; bu düzlemde mekânsal belleğin kurucusu olarak kabul edilebilir.
Dipnotlar üst simge olarak  numaralandırılır, kendi içinde bir hiyerarşi tanımlar. Bu yönüyle de arşiv ile  benzeşir. Bu kodlar arası ilişkisellik olmadan dipnotlar arasında da arşivde de  kaybolmak olasıdır.
Bu yazıda, belleğin mekânsallaşmasında zaman-mekân kavramını bir ayraç olarak  tanımlıyorum. Zaman-mekân neolojisi, metnin içinde, tıpkı bir ayraç gibi, iki  anlamı da taşıyarak var oluyor. Hem tüm metinden bağımsız okunabilen, kendi  içinde anlamlı bir alt metin olarak var oluyor hem de matematikteki işlem  sırası gibi, metnin sonunda yer alsa bile metnin içinde kendini öncülleyen bir  anlam kuruyor. Zaman - mekân, sadece toplumsal bellekte yer eden yapıları  değil, onu bir mekânsal pratiğe dönüştüren rotalarını, akışı değiştirmeye  meyilli rastlantısallığını ve gündelik rutinlerin parçası olan taktiklerini  imliyor.
İNSAN:  (ŞİMDİ) KAYITTA
	Mimarlar, mekânsal belleği  kuran en önemli araçların, mimarlığın kendi görsel siciline ait üretimler -eskiz,  plan, kesit, ortografik çizim, perspektif çizim, maket vs.- olduğunu fazla  sorgulamadan kabul eder. Bu kabulün uzantısı olarak, mimarlık tarih yazımı, bu  üretimlerin gerisindeki insanı ve onun dünyasını anonimleştirerek kurulmuştur.
[5]  Alışılageldik mimarlık tarihi yazımı, art-zamanlı kurgunun yeniden temize  çekildiği, doğrusallığının korunduğu kronolojik okumalarla yinelenir. Yapıyı  var edenleri mimar kimliği ile tanıtmak, bugün artık var olmayan ya da yok olma  tehlikesi olan yapıları gün yüzüne çıkarmak hiç kuşkusuz önemlidir. Ama bu  bakış, mekânın var olma ve onu var etme koşullarını kanonikleştirme tehlikesi  içerir.
Mimarlık tarihi  araştırmalarına uzun yıllar hakim olan bu bakışın, günümüze yaklaştıkça “tarihi  insanlı yazmak”[6]  motivasyonuyla terkedilmeye başlandığı söylenebilir. İnsan ve yaşama dair  günlükler, fotoğraflar, kartpostallar, gezi  yazıları gibi her türlü anlatının, özellikle bellek araştırmalarına metodolojik  katkısını düşünmek önemli bir paradigma değişimi yaratıyor. Bu farklı anlatılar  aynı zamanda disiplinler ötesi bir potansiyele de işaret ediyorlar. (Resim 1)
Peter Burke, kendisiyle  yapılan bir söyleşide “çok sesli tarihe inanıyorum” der. [7]  “Polifonik tarih” ile farklı seslerin duyulmasına veya metaforun bu seslerden anlaşılabilmesine  olanak tanıyan, geçmişi farklı bakış açıları ile anlatan bir duruş  kastedilmekte. Çatışmalar, uzlaşmalar, ihtilaflarla; direngenlikle olduğu kadar  kimi zaman reddediş, bastırılmış öfke ya da körleşmiş, hatta uygar bir  ilgisizlikle kurulmuş mekânın çoklu anlatısı, bellek mekânını kurandır. Bu  önerme ile insanı anlayarak, başarılar ya da inşa edilenler yanında, bağlamsal  ve düşünsel tüm üretimlerin deşifre edilmesini vurguluyorum. Son yıllarda sözlü  tarih çalışmalarıyla desteklenen, öz yaşam öyküleriyle kitaplaşan anlatılar,  mekânsal belleği yeniden kuruyor.[8] 
ARŞİV  UNUTUR MU? / ARŞİV KONUŞUR MU?
	Antony Grafton, dipnot tarihçesine giriştiği kitabında, dipnotun  öznelliğini, yazarının eğilimleri ve bakış açısıyla var olan kurgusallığını  oldukça ufuk açıcı olduğunu düşündüğüm bir izlekle şöyle anlatır: “Dipnot, bazı  tarihçilerin inandıkları gibi, öyle tekdüze ve güvenilir değildir. Diğer tarihçilerin  reddedeceği azametli, otoriter bir araç da değildir. Filozofların yanı sıra  tarihçileri de içine alan, çeşitli ve değerli bir grubun eseridir. Gelişimi  uzun bir zaman almış, inişli çıkışlı bir yol izlemiştir.”
[9] 
Arşiv sadece belli bir koleksiyonu, bir birikimi işaret etmekle kalmaz;  mekânsaldır, araştırmanın derinleşebileceği ve genişleyebileceği bir alan  tanımıdır. Dolayısıyla arşiv, hayattan yana ve zamana, daha doğru bir tanımla  eskimeye karşıdır. Tıpkı dipnotun ancak konuyu bilene kendini açan,  yabancılaştıran etkisi gibi, “arşiv” de onu oluşturan materyale erişimi  yöneten, belli kurallara bağlanan prosedürler ve teknolojiler tarafından hem  korunur hem bir mesafe yaratır. Dipnotların metne iliklenen ve kendi aralarında  yeni bir coğrafya üreten ilişkisinde olduğu gibi, bellek anlatısını var eden  farklı arşiv materyali arasında yeni akrabalıklar üreten araştırmacılar bizi  sürekli şaşırtır.
Ancak, Maurice Halbwachs'ın hatırlattığı gibi, "bir toplumda yaşayan  insanların kendi hatırladıklarının ne olduğunu belirlemek ve onları geri  getirmek (yeniden düzenlemek) için kullandıkları kalıpların ötesinde bir bellek  mümkün değildir”.[10]  Arşivler, toplumsal  - entelektüel çerçevelerin kritik bir unsurudur. Tarihsel bir araştırma yaptığınızda,  öncelikli amaç, geçmişi hatırlamak / hatırlatmak (hatta nostaljik bir yeniden  yazım) için depolanmış bilgiden ya da seçilmiş materyal üzerinden bir anlatı  kurmak değil, ortak bir kültürel anlayışa karşı eleştirel bir argüman üretmek  ve bu argüman çevresinde onu var edecek materyalin peşine düşmektir.  Dolayısıyla arşiv ile bellek arasındaki ilişkide, mutlak ve değişmez olanın  kabulü yerine, kurgusal ve yaratıcı olana, şüpheye ve müphem alanlara ihtiyaç  olduğu iddia edilebilir.
Arşiv denildiğinde, seçilmiş  ve kurgusal olması değil, tamamlanmış ve bütün olarak tanımlı teknik veri  depolama pratiğine adanmış bir mekân ve bir kodlama akla gelir. Bir bakıma  doğrudur; özellikle kurumsal hamiliklerle ve kişisel koleksiyonlarla bugüne  aktarılan mekâna dair fotoğraflar, çizimler ve sınırları arşivin tanımlarıyla  paralel genişleyerek içine görsel - işitsel kayıtlar eklenen her türlü belge,  arşiv materyali denilince ilk akla gelendir. Arşiv materyali ve mekânı,  “nesnelerin düzenli düzensizliği”, “öznenin konumu”, “alışılmamış buluşmalar”,  “uçların yakınlığı veya aralarında ilişki olmayan şeylerin aniden komşuluğu”  kavramlarıyla bizi düşündürür.[11]  Arşiv materyali birbiriyle konuşur. (Resim  2)
Mekânın tasarımcılarıyla  konuştuğumuzda, bugüne pek azı ulaşmış çizimler için açıklamaları, genelde  yapının kendisinin var edilmesini öncüllemiş tavırlarıdır. Oysa bugün o yapı da  yerinde olmayabilir. Yıkarak yapmanın kültürel bir genetik kod olduğu bu  topraklarda, o yapının belgelenmesini sağlayan her türden temsil, bellek ile  olan yarığı kapatmaya yarayan bir dikiş atar.
Mekânlar hakkında  erişilebilecek literatür ve mimarı hakkındaki bilgiler sınırlı olduğunda,  mimarî mekânın, onu toplumsal hafızanın içinde güçlü bir biçimde var eden  fiziki ve toplumsal koşullarını, pratiklerini, bağlamını deşifre etmek  zorlaşır. Özellikle, yapının fizikselliğinin yeni eklerle değiştirildiği,  kitlesinin, cephesinin ya da malzemesinin başkalaştığı durumlarda, yapı bugün hâlâ  ayaktaysa bile, toplumun zihnindeki imgelerle düşünebilmek imkansızdır.
Bu nedenle dönemin  tanıklığını güçlü bir biçimde aktarabilen durağan ve hareketli imgeler,  mimarlık tarih yazımında araçsal olarak kullanılabilir. Bir mekânda geçen bir  film, o filmle ilgili bir gazete yazısı ya da bir dergi kapağı, şehir rehberindeki  bir imge ya da mekânın logosu, bir kartpostalı zihnimizde tamamlayan bir  yapbozun parçalarıdır. (Resim 3) O  yapboz ki bir sahafta bulunmuş, o mekânda eğlenen insanların fotoğrafı ile  mekânı ziyaret eden bir prensesin fotoğrafını yan yana getirebilir.
Fotoğraf, icadından bu yana, diğer  temsil biçimlerinin iktidarını sarsarak var olmuştur. Hareketli imgenin  hayatımızı kuşattığı günümüzde, fotoğrafla ilişkimiz üzerine uzun bir tartışma  açılabilir. Kısa yoldan bir çıkarımla, gözümüzün önünden hızla akan binlerce  hareketli imge, hep daha çok, daha fazla, daha renkli, daha hızlı derken,  fotoğrafın önünde dururuz, fotoğraf bizi durdurur. Fotoğrafı gördüğümüz “şimdi”  anından, çağrışımlarla, yansımalar ve yanılsamalarla bir yarık açılır, “geçmiş”  olarak kodlanmış bir hafızanın izinden... Bu “geçen an” / “geçmiş” bizim  başımızdan geçmemiş olabilir; fotoğrafın mekânına hiç ayak basmamış olabiliriz;  ama hemen o fotoğraftaki çocuk olabiliriz, fotoğraftaki sandalye olabiliriz.  Fotoğraf bellek kuran güçlü bir anlatıdır.[12] 
Bugün artık dijital bir  kültürde, arşivin aslında bir arşiv mekânından ve içerdiği materyalden daha  fazlası olduğu, sosyal medyada sınırları aşan bir paylaşımla ve dağılımla bir  arşiv zamanına dönüştüğü söylenebilir. (Resim  4)
ZAMAN-MEKÂN: BELLEĞİN NETLİK  AYARI
	Her türlü mekân temsili,  oluşma sebeplerini de anlatmaya girişen imkansız ve kaçınılmaz / zorunlu bir  projedir. Zorunludur; çünkü deneyimlenerek algılanan mekânı anlatarak  çoğaltmak, başka bir bilgi olarak aktarmak ihtiyacındayız. İmkansızdır; çünkü  her temsil, mekânı yalnız kendi bilgi kümesi ve dil repertuvarıyla anlatmayı  başarabilir. Bu yüzden farklı temsil araçlarının pek çoğunu birden kullanırız.  Her temsilde bir yanılsama payı vardır. Mekânın temsili sırasında, temsil  yöntemlerinin varlığında, üretim koşullarında kendiliğinden bulunan “yanılsama  potansiyeli”, üretilen her yeni temsilde, öncekinden farklı, yeni bir şeyin  söylenebilmesine olanak tanır.
Genellikle varsayılanın  aksine, mekân zamandan yalıtılmış, biçimlendirilmeyi edilgence bekleyen bir  boşluk değildir. Söylemsel olan ve olmayan tüm pratikler, kuşkusuz insan üretimi  olmayan tüm diğer doğal tözle birlikte mekânı oluştururlar; başka bir anlatımla  mekân dolu bir yayılımdır.[13]  Mimarının / tasarlayanının zihninde kurgulanan mekân, farklı temsil  yöntemleriyle birbirine aktarılarak üretilir; tüm boyutlarıyla  algılayabildiğimiz, deneyimlediğimiz mekânlara dönüşür. Bugün artık var olmayan  ya da içinde var olduğu zamanın fiziksel, sosyolojik boyutlarıyla  deneyimleyemeyeceğimiz yerleri ise farklı mekân temsillerinin üzerinden  kavrarız. Mekânın zaman boyutu ve anlam değişimleri düşünüldüğünde mekânın  temsil edilebilirliği daha da zorlaşır.
Bülent Tanju, bu konuda  düşünmenin yolunu açmak için zaman-mekân kavramını kullanır ve bunu “tüm üretim  pratikleri, kaçınılmaz olarak kendi alanlarında bir düşünme eylemini ve bu  eylemin yol açtığı / yarattığı niteliksel farklılığı içerirler” olarak ifade eder.[14]  Temsil iddiası, değişmez ve tarih dışı bir alanın varlığından güç alır; bu da  beraberinde zamansızlaşmayı getirir. “Düşünen imalatların”[15]  zamansallıklarını vurgulamak, daha çoğul ve olasılıklara daha açık tanımlarıyla  “devamlı olarak kendilerini (yeniden) üreten” durumlarını anlamamızın yolunu  açar.
Mekânı deneyimleyen,  kavrayan öznenin zamanla kurduğu ilişki ise, görsel hafızayı verili bir bilgi  olarak kaydedilmiş bir kütüphaneden seçen (geçmiş) algıyı (şimdiyi)  biçimlendirir, yönlendirir ve seçime zorlarken, eşzamanlı olarak algı (şimdi)  görsel hafızaya (geçmişe) yazılarak / kaydedilerek onu yeniden - biçimlendirir.  Döngüsel bir zaman - mekân ilişkisi içinde, geçmişimiz şimdi kavrayışımızı  belirlerken, şimdi hızla geçmiş olur.
Dilde, anlatıda, görüntüde  ya da kaydedilmiş sette olsun, bütün temsil biçimlerinin belleğe dayandığını  söylemek mümkündür. Huyssen’e göre, “geçmiş belleğin içinde yalın bir halde  bulunmaz; anı haline gelmesi için, dile gelmesi gerekir”.[16]  21. yüzyıl, yaşamlarımızın alansal ve uzamsal koordinatlarındaki netliğini  yitirdiği, hatta dünyadaki artan hareketlilik yüzünden çözülmeye uğradığı için  zamana tutunma daha önemli hale gelmektedir. Anılar konusundaki güçlü popüler  ilginin, bizi eskiden ne olduğumuzdan ayırarak kültürel kimliklerimizi tehdit  eden toplumsal ve kültürel değişimin hızlanmasına doğan tepkiden beslendiği düşünülebilir.
Kent içinde bazı yapıların,  büyüklük, algı, ölçek gibi fiziksel özellikleriyle ya da mekânpolitik,  tarihsel, toplumsal bağlam gibi farklı nedenlerle, anıtlaşarak toplumsal  bellekte yer ettiği, toplumu var eden her yaşta bireyin zihninde ortak bir  anlam kurduğu söylenebilir. Bu “bellek-mekân”lar, kendi programı dışında ve  varoluş sebebi “anımsatma” olmasa da, kentsel örüntü içindeki süreğen bağı  kurgular, gündelik hayatın akışında bir sahne oluşturur. Kentlerin  imgelenmesinde önemli bir veridir. Kent o imge yapısız düşünülemez.
Bugünün yoğun, karmaşık, çok katmanlı kentlerinde yaşayanların kendini  mutlu hissettiği yerler, insan ölçeğiyle kent arasında diyalog kuran,  kamusallığı güçlü mekânlardır. Bu mekânları kullanan, deneyimleyen insanlar, o  mekânın ayrılmaz bir bileşeni olarak tanımlanabilir. Farklı kullanıcıların  demokratik biçimde paylaştığı, yadırganmadan ve teklifsiz dahil olunabilen,  kullanım özgürlüğü kullanıcının kendi istencinden beslenen, kent ile insan  ölçeği arasında ilişki kuran kamusallığı güçlü mimarî yapılar, kentlinin ortak  hafızasından silinemez izlerle zihinde de mekânsallaşır.
Bu mekânsallaşma pratiğini yapının fizikselliğine indirgeyenler  yanılırlar. Bu yanılgının karşılığı olan söylemleri özellikle yenileme/koruma  bağlamında okuruz. Oysa zaman - mekân ile yapının fiziksel var oluşunun  ötesinde, üretim hikayesinin, kullanımındaki dönüşümlerin, toplumsal  olaylardaki tanıklığının bir temsili okunur. Yapı, sadece bir mekân değildir; o  mekânı aşan zamansallığıyla, dün - şimdi - yarın akışında farklı veçheleriyle anlam  bulur. Hiç içine girmeden, her gün işe giderken görmek, gölgesinde saate  bakmak, birden başlayan sağanakta sığınmaktan; gündüzün, gecenin, mevsimlerin,  çocukluğun zamanına onu nakşetmiş olmakla ilgili bir durumdan söz ediyorum.  Özyaşam - öyküsel belleğin rotasında bir im olmasından...
BELLEĞİN KUSURSUZ  MUĞLAKLIĞI  
	Mekânsal belleğin, bireysel ve toplumsal bellekle kurduğu ilişkinin bağ  dokusunu mekânsal anlatılar oluşturur. Bu anlatıların farklı düzlemlerdeki  karşılıklarını düşünmek, belleği var eden koşulları anlamamızı sağlar.
İmgeler ve izlerin yeniden kodlanarak, kendi görsel ya da yazılı dil  aracılığıyla temsili olan anlatılar, zamanın ve mekânın birbirini yeni  tanımlarla var eden ilişkisinin her türlü bilgisini okuyucuya iletebilirler.  Anlatılarda, okur / izleyici anlatılanın bilgisine, okuduklarını, gördüklerini,  belleğindeki repertuvardan süzerek yorumladıklarını zihninde yeniden ürettiği  kadar yaklaşacaktır. Ortak hatıralarımızı, “toplumsal bellek”ı değiştiren,  şekillendiren en önemli etkenlerden biri mekândır.[17]  Neyi, nasıl  hatırladığımız, nerede hatırladığımızla yakından ilişkilidir. Belleksel iz,  mekânın tanımlı ve kanıksanmış ilişkilerini dağıtır ve başkalaştırır. (Resim  5)
Yazımı sonlandırırken, Marc Auge’nin şu sözlerini hatırlamak anlamlı  görünüyor bana: “Bellek ve unutma dayanışma içinde olan gerçeklerdir ve ikisi  de zamanın eksiksiz bir şekilde değerlendirilmesi için gereklidir. Geçmişle  oynamak, özdeşleşmeye çalışmak, onda yabancılaşmak boş bir çabadır. Hayal gücü  donmuş olanlarla mücadeleye girişenlere, belleği ve merak duygusunu kaybetmemek  için unutmayı unutmamak gerektiğini anımsatmaya çalışıyoruz. Unutma bizi  şimdiki zamana getirir; ancak, bu onun bütün zamanlarda çekimlenmesine bir  engel oluşturmaz. ‘Yeniden başlama’yı yaşamak için gelecek zamanda, şu anı  yaşamak için şimdiki zamanda, geri dönüşü yaşamak için di’li geçmiş zamanda  çekimlenir. Şimdiki zamanda kalmak için unutmak, ölmemek için unutmak, sadık  kalmak için unutmak gerekir.”[18] 
Auge’nin sözlerini şöyle tamamlamak isterim: Yeniden hatırlamak, daha  güçlü hatırlamak için, belleğin kusursuz muğlaklığına ihtiyacımız vardır.  Mekânsal bellek, bireysel olanın toplumsal olanla diyaloğunda çoklu anlatılarla  dağılıp muğlaklaşır. Bellek, her yeni karşılaşma anında yeniden bir netlik  ayarına girişir; geçmişin imgelerine, şimdinin perspektifinde yaklaşır,  uzaklaşır. Bu devingen hareket ve biteviye mesafelenme, yeni ve farklı  seslerin, görüntülerin dahil olabilmesine olanak yaratır. 
NOTLAR
[1] Bu yöntemin, Derrida’nın Önemsizin Arkeolojisi (L’Archéologie  du Frivole, 1973) eserindekine benzer bir yapıbozumcu ele alış olarak  değil, daha çok dilbilimsel bir oyun olarak görülmesini yeğlerim.
[2] Ricoéur’e  referansla, “metnin dokusu” ve “eylemler repertuvarı” kavramlarını hatırlamış  olalım.
[3] Konuyla ilgili okuma için, bkz: Tekeli, İlhan, 2001, “Bireyin Yaşamı  Nasıl Tarih oluyor?”, Toplumsal Tarih, sayı: 95, s.13.
[4] Dipnotlar ile ilgili zihnimi açan Antony Grafton’un kitabını (bkz. dipnot  9) fark etmeme vesile olan, severek takip ettiğim “Ayasofya Günlüğü” bloğu için  Sevil Enginsoy Ekinci’ye çok teşekkür ederim. Bkz. https://ayasofyagunlugu.wordpress.com [Erişim: 15.12.2021]
[5] Bu anonimleştirmeden, bir isimsizleştirme pratiği akla gelmesin. Bu  mekanizma, Sedat Hakkı Eldem’i, Seyfi Arkan’ı mimar personaları ve hayata geçirdikleri yapılar ile var eder.  Dönemdaşları Nazimi Yaver Yenal’ı tesadüflerle tanırız. Halit Femir ile ilgili  bir araştırmayı okumamız için 2019 yılına gelmemiz gerekir. 
[6] Derin Terzioğlu’nun, 1970’ler sonrasında tarihçilerin büyük anlatılarını  kuşkulu bularak, “mikro tarih”e yönelmeleri ve nihayet öykülemeci tarihin  yeniden itibar kazanmasını özetlediği makalesi için, bkz: Terzioğlu, Derin, 2001,  “Tarihi İnsanlı yazmak: Bir Tarih Anlatı Türü Olarak Biyografi ve Osmanlı  Tarihyazıcılığı”, Cogito, sayı:29.
[7] Yalı, Sibel, 2017, “Prof. Dr. Peter Burke ile Röportaj”, TUHED  Turkish History Education Journal, - cilt:6, sayı:1, ss.129-139.
[8] VEKAM (Koç Üniversitesi Vehbi Koç Ankara Araştırmaları ve Uygulama ve  Araştırma Merkezi) tarafından desteklenen “Ankara’da İz Bırakan Mimarlar”  projesi başta olmak üzere farklı araştırmalarla yapbozun parçaları  tamamlanıyor.
[9]Grafton, Antony, 2012, Dipnotlar* Merak Uyandıran bir Tarih, (çev.) Fatma Acun, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. 
[10]Halbwachs, Maurice, (1941) 1992, On Collective Memory,  (der. ve çev.) Lewis A. Coser, Chicago. 
[11] Kavramları, Michel Foucault’nun 1966 tarihli Kelimeler ve Şeyler: İnsan Bilimlerinin Bir  Arkeolojisi (Les Mots et  Les Choses: Une Archéologie des Sciences Humaines kitabına  referansla anıyorum.
[12] Bu konudaki kısa giriş yazım için, bkz: Uz, Funda, 2014, “Gülnur’un  Fotoğraflarının Grameri Üzerine / On the Grammar of Gülnur’s Photography”, Ada  Evinde Bir Gece Uyumadan Önce, Alef Yayınevi, İstanbul, ss.110-113.
[13] Tanju, Bülent, 2007, “Mekân Zaman ve Mimarlıklar”, Zaman - Mekân Mimarlık ve  Felsefe Açıkoturum ve Panelleri III, YEM Yayın, İstanbul.
[14] Tanju, 2007, s.170.
[15] Gilles Deleuze’ün biri sinema, diğeri müzik pratiklerine ilişkin iki  konferansını Türkçe’ye çevirerek “İki Konferans” başlığı altında yayımlayan  Ulus Baker, bu küçük kitaba yazdığı önsözü “Müzik de sinema da kendi  alanlarında düşünen-imalatlardır” cümlesi ile bitirir. Baker, Ulus, 2003, “Önsöz”,  Deleuze, Gilles; İki Konferans,  Norgunk, İstanbul. Tanju, mimarlığı da düşünen imalat olarak  tanımlayabileceğimizi öneriyor.
[16] Huyssen, Andreas, 1999, Alacakaranlık Anıları Bellek Yitimi  Kültüründe Zamanı Belirlemek, (çev.) Kemal Atakay, Metis Yayınları,  İstanbul.
[17] Bu düşünce, her biri belirli fikirleri simgeleyen  anımsatıcı nesneler ve özellikler içeren ve bu fikirleri hatırlamanın  sistematik bir yöntemi olarak zihinsel olarak görselleştirilebilen çeşitli oda  ve alanlardan oluştuğu düşünülen tarihi ve hayali bina olarak tanımlanan “Memory Theatre” kavramını çağrıştırır.
[18] Augé, Marc, 2019, Unutma Biçimleri, (çev.) Mehmet Sert, YKY, İstanbul, ss.74-75. 
			
			
			Bu icerik 6665 defa görüntülenmiştir.