342
TEMMUZ-AĞUSTOS 2008
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: XI. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri, 2008

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY
TÜRKÇE ÖZET



KÜNYE
YAYIN DEĞERLENDİRME

Tereddüd ile Fark, Tekerrür ile Tekrar Diyalogu ya da Bir Derleme Bin Nasihatten İyidir

Halil İbrahim Düzenli Arş. Gör., KTÜ Mimarlık Bölümü

Yayın politikasını yılda bir kitap olarak belirleyen Akın Nalça Kitapları, beşinci kitabını yayımladı. Tasarım ve içerikleriyle farklılıklarını ortaya koyan ilk dört kitap sırasıyla Mimarlıkta Sıfır Noktasını Aramak? Han Tümertekin’in Yapıları-Yaptıkları Üzerinden Mimarlık Okumaları (Bülent Tanju, 2003, no:1), İstanbul 1900-2000: Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak (Uğur Tanyeli, 2004, no:2), Sürekli Bir Yenilginin Gölgesinde: Grafik Tasarım Manifestosu (F. Ulay, 2005, no:3), Tasarımın Özüsözü (C. Üster, ed. 2006, no:4) idi. Bülent Erkmen’in tasarımıyla, Bülent Tanju’nun editörlüğünde, Tayfun Gürkaş’ın yardımcı editörlüğünde çıkan beşinci kitap ise Tereddüd ve Tekerrür (Bülent Tanju, ed. 2007, no:5) ismini taşıyor.

Biçim.
 
Kitap her şeyden önce bir tasarım nesnesi olarak bütün varlığı ve iddiasıyla karşımızda. Mukavva kapaklar, sırttaki cilt bezi ve köşeleri kırpılmış sayfalar sahaf raflarında sevdalısını bekleyen, biraz yıpranmış ve biraz tamir edilmiş ama kokusunu kaybetmemiş Osmanlıca kitapları anımsatıyor. En az seksen yıllık kitapları. Kişisel kitaplıklarda yer alan, sırtlarına alelade bir bez yapıştırılıp üzeri dikilerek dağılmaktan kurtulmuş, yıllarca sayfaları çevrilerek ve oradan oraya taşınarak kenarları ve köşeleri çatallanmış, kırılmış kitapların yanına konulduğunda sırıtmayacağa benzer. Elbette daha yeni duracak ve sırtındaki “Mimarlık ve Kent Üzerine Metinler: 1873-1960” yazısının okunabilirliği ile modern kütüphaneciliğe referans verecek ve onlardan ayrılacak. Fakat onların sıcaklığını taşıyarak yukarıda bahsedilen eskiye referanslarıyla ve aşağıda bahsedeceğimiz içeriğiyle “eskilik üretecek”. Dolayısıyla ne yaparsa yapsın modern sanatın bir tasarım nesnesi olmaktan kaçınamayacak. Zaten böyle bir derdi yok gibi gözüküyor, dahası bütün iddiası da bu. Hem, “nostaljik nesne” üretimi de bizatihi modern sanatın uğraşılarından biri değil mi? Soracak, sorduracak: Kitap tasarlanır mı, kitap nasıl tasarlanır? Muhtemel cevaplardan bir tanesini kitabın ortasından okuyalım: “…eb’âd-ı selâse beyninde bir nev’î muvâzene istihsâl” ederek.(1) Bülent Erkmen’i kutlamak gerekiyor.
 
Kitabın içinin çağrışımlara çok daha açık bir tasarımı var. Seçilmiş eski metinler sarımtırak sayfalarda, Tanju’nun yorumlama metinleri gülkurusu renkli sayfalarda akıyor. Bu iki metin örgüsü birbirinden hem kopuk, hem de birbiri içre. Ayrı ayrı da okunabilirler, sayfa sırasını bozmadan peş peşe de. Sayfaların farklı renklerde seçilmiş oluşu hem metin geçişlerinin ayırdına varmamızı sağlıyor, hem de eski ve yeni metinler arasında gerilimli bir algılama doğuruyor. Diğer taraftan sarımtırak metinlerde gözüken yine gülkurusu harflerle, “eski” kelimelerin altına yazılmış “yeni” kelimelerden oluşan sözlükçe, yeni metinlerden eski metinlere sıçramış damlalar gibi hayal edilebiliyor. Ya da yeni metinlerle eskilerin bir nevi diyalogu ve onların içine sızmış yapı-sökücü ajanlar olarak…
 
Evet, sarımtırak sayfalarda geçen görece “eski” kelimelerin altları çizilerek onları karşılayacak “yeni” kelimeler yazılmış gülkurusu renginde. Epeyce zahmetli bir iş doğrusu. Yıllar önce bazı Osmanlıca ve Arapça metinlerle cebelleşmemi hatırlatıyor bu görüntü. Hele renkli puntolarla yazılmış olmaları bireysel nostaljimi daha da alevlendiriyor. Altı çizili “yabancı” kelimeleri karşılayan “yeni” kelimeler, okuyucuların işini epeyce kolaylaştırıyor. Tabii ki daha farklı şeylere de gönderme yapıyor bu altı çizililik hali. Kitabın sayfaları baştan sona doğru şöyle bir karıştırıldığında, altı çizili kelimelerin sayısının gittikçe azaldığı görülüyor. Kırmızıya çalan gülkurusu rengin hakimiyeti kitabın sonuna doğru azalıyor. Deyim yerindeyse yüz kızarıklığımız azalıyor. Eski metinlerimizle aramıza giren bu mesafe düşündürücü. Bir başka düşündürücü olan şey, dile bu uzaklığa rağmen eski metinlerin mantığına olan yakınlığımız. Kitap hem tasarımı hem de içeriğiyle bu tür çoğul okumalar ve karşılaştırmalar yapmamıza olanak sağlıyor. Kısacası anlatmak istediği “arada olma halini” anlatıyor!
 
Yeri gelmişken söyleyeyim: Makul (akılcı), tabiî (doğal), mazi (geçmiş), mahsus (özgü), zarurî (zorunlu), müsabaka (yarışma), istikamet (doğrultu), tesir (etki), vasıta (araç), mübalağa (abartı), nazaran (göre), anane (gelenek), ziyan (zarar), mahallî (yerel), tefekkür (düşünce), emsal (benzer), teşebbüs (girişim), istiklâl (bağımsızlık), menfaat (yarar), itina (özen), mühim (önemli), gaye (amaç), muhtelif (çeşitli), mabed (tapınak), tesir (etki), şahsi (kişisel), ferdi (bireysel), mahzun (hüzünlü), mahrum (yoksun) gibi kelimelerin de altlarının çizilmiş olması fazladan harcanmış bir emek gibi gözüküyor. Aslında pratik bir nedenden kaynaklı bu durumun biraz da planlanmış olduğu izlenimi ediniliyor. Bir “öteki”dil kuruluyor. “O kadar da değil/dir” dedirtiyor. Yoksa editörün kendi metinlerinde kullandığı güzergâh (2), muhafazakâr (3) gibi kelimelerin de altını çizmemiz gerekecek. Şüphesiz, burada yaptığım gibi, onların da farklı çağrışımlar yapma-yaptırma, çoğul okuma imkânı ve hitap ettiği bir okuyucu grubu olacaktır. Bu kelimelerin kullanıldıkları bağlamı ya da içinde yer aldıkları cümle öbeklerini de dikkate alırsak, kimi yerlerde 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında dilin (Osmanlıca ya da Eski Türkçenin) kendi içinden metaforlar ürettiği gerçeğini de görmemiz gerekir. Sözgelimi, daha önce dinsel bir metnin içeriğinden türemiş kelimelerin kent ve mimarlık metnine aktarımı, yeni tamlamaların icadını ve dil dönüşümlerini ihtar ediyor. Kitaptaki bu altı çizili tercihler, bu pencereden bakılarak da değerlendirilebilir.
 
İçerik.
 
Kitap elli beş eski metinden ve 384 sayfadan oluşuyor. Montani Efendi’nin 1873 tarihli “Ma’lumât-ı Târihçe” başlıklı metniyle başlayıp, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 1960’daki “İstanbul (V. Bölüm)” metniyle sonlanıyor. Bu iki yazar da dâhil olmak üzere, Sakızlı Ohannes’den Abdülhak Şinasi Hisar’a, Ahmed Cevdet’ten Sedat Çetintaş’a, Mimar Kemaleddin’den Suut Kemal Yetkin’e, İsmail Hakkı’dan Mimar Behçet Ünsal’a, Celal Esad’dan Mimar Aptullah Ziya’ya, Ahmet Haşim’den Mimar Behçet ve Bedrettin’e, Urbanist Mimar Burhan Arif’ten Ziya Kocainan’a, Mimar M. Vedat’tan Mimar B. O. Celal’e, E. Kömürcüoğlu’ndan Semih’e mimar olan, olmayan yirmi bir farklı yazarın ve iki anonim metnin biraraya getirilişi ve bir kuramsal çerçeve içerisinde bütünlük hissinin verilmesi çetin bir uğraş doğrusu.
 
Üç sayfalık “Tereddüd ve Tekerrür ya da Aynılığın Tekrarı” başlıklı önsözde Tanju, metinleri çözümlediği anahtar kavramları dokuyor: Fark ve tekrar, konum, tikellik, temsil, kat, içkinlik düzlemi, kararsızlık krizi, temsiliyet krizi…
 
Bunlar, Deleuzeyen kavramlar silsilesinin merkeze oturtulmuş olduğunu gösteriyor. Friedrich Nietzsche, Hans-Georg Gadamer, Martin Heidegger, John D. Caputo, Alan D. Schrift, Edward Shils gibi yazarların seçme metinlerinden oluşan İnsan Bilimlerine Prolegomena: Dil, Gelenek Yorum adlı kitaba yazdığı önsözde Hüsamettin Arslan, kitabını şöyle tanımlıyordu:
 
İnsan Bilimlerine Prolegomena öncelikle göze hitabetmiyor; gözleriyle, gözlerine göre yaşayanlara değil, öncelikle kulaklarıyla, kulaklarına göre yaşayanlar için. O, “kulağı” olanlar, kulaklarıyla okuyanlar, satır aralarının sessizliğini ve satırların sesini işitme yeteneği olanlar, dinleme yeteneği olanlar içindir. Çünkü gerçek okuyucular kulaklarıyla okuyanlardır, gözleriyle değil. Çünkü o, temelde dil hakkındadır; çünkü insan başka her şeyden önce, dili olan, konuşabilen, dinleyebilen ve bu yüzden anlayabilen, yorumlayabilen varlıktır. İnsan homo hermenia’dır. Heidegger’le Gadamer’in ısrarla vurguladıkları gibi, “anlam” denilen şeye yalnızca insan sahip olabilir. Anlam anlaşılan şeydir; anlaşılan şey dildir. Anlam dildedir. Boşluğa değil, dile doğarız. (4)
 
Bülent Tanju’nun kitabı da böyle yorumlanabilir. O, Türkiye mimarlık ortamının alışık olduğu şekliyle gözle görünür mimari imgeler, ürünler üzerinden konuşmuyor. Söz-söylem üzerinden, satır aralarından sızanlar üzerinden konuşuyor. Türkiye’de çok da yapılmayan bir şey bu. Tereddüd sadece yazanın zihnindeki bir şey değildir artık; okuyucu da satır aralarında tereddüd ederek, olası seslere kulağını açarak yeni farklar üretme konumundadır. Arslan’ın sınıfladığı şekliyle kitap okülersentirik / gözmerkezci / görme merkezci geleneğin değil, logosentirik / sözmerkezci / dil merkezci geleneğin bir ürünü. Bu arada Heidegger’den çok, Deleuze’e yakın.
 
Hiç kuşkusuz bu kadar metin, ucu açık ve göndermesi çok olan kavramlarla biraraya getirilebilirdi. Elde varolan elli beş metnin biraradalığı, “aralarındaki tüm olası benzerliklere karşın, her şeyden önce farklı zaman-mekânsallıklara sahip tikel yeniden-değerlendirmelerin çokluğu”na (5) işaret eder Tanju’ya göre. “Tekrar eden tek şey duraksama” ve farklı zaman dilimlerinde üst üste yığılarak çeşitli katlar oluşturan farklılıklardır. Her biri aşkın bir şeyi temsil etme niyetindeki metinleri değerlendirirken kendisi de bir temsil aracına dönüşmeyecek, olabildiğince tarafsız kalacak ama aynılık üreten zihniyet kalıplarını da ortaya çıkaracak kavramlar seçilmeliydi. Bu yüzden Deleuzeyen kavramların Türkiye mimarlığının modern söylemlerine uygulanması daha da anlamlıdır. Böylelikle her metin tereddüd ede ede birbirinden farklılaşır. Birbirini tekrar ede ede tereddüde düşer.
 
Kitabın editörü Bülent Tanju’nun mimar-yazarlardan ziyade edebiyatçılarla daha yakın bir diyalog kurduğu, seçilmiş yazıların başına yazdığı değerlendirme metinlerinden anlaşılıyor.(6) Örneğin, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın metinleri üzerinden kurduğu modernlik tartışmaları tereddüdden kaynaklı farklara, farklılıklara, aynılık arayışlarına işaret eden editörün zihin egzersizlerini daha bir canlı ve münbit kılıyor. Bu durum, mimar ya da araştırmacı metinlerinin ayrıntıya boğulmuş sıkıcılıklarından ve edebi metinlerin salt “metin” olarak yeteneklerinden de kaynaklanıyor olsa gerek.
 
Ahmet Haşim’in 1928 yılındaki yedi adet metni, seçilmiş metinlerle oluşan kitabın akış çizgisini bir anlamda zaafa uğratmış. Fakat Tanju, isabetle yaptığı yorumlarla, ayrıksı duran metinleri tereddüdden kaynaklı farklara işaret eden bir kurguya dönüştürmeyi bilmiş. Ahmet Haşim’in 1928 yılı metinleri için şöyle diyor Tanju: “1928 yılı Ahmet Haşim’in mimarlık ve kent bağlamında tereddüd ve tekerrür ikilisini zorlayan metinler ürettiği bir yıl olarak kaydedilmelidir. […] Şapka çıkarılması gereken, Haşim’in derin modernlik kavrayışıdır: Modern durumu bir biçim olarak değil, fakat tek biçim, aynılık yanılsamasının yok olması ve farklılığın ortaya çıkması olarak kavrar Haşim.” (7) “Neredeyse sadece farklılaşmak için, bile isteye duraklayan bir yazar”dır Haşim. (8) Dahası, kitabın ilerleyen sayfalarında kendini büsbütün belli edecek olan, Cumhuriyet boyunca tekerrür eden “kent korkusu” kavramını Haşim üzerinden vurgulamak Tanju için anlamlı gözükmüştür.
 
Diğer taraftan, kitapta sekiz metin Ahmet Haşim’e, sekiz metin İsmail Hakkı’ya, beş metin Ahmet Hamdi Tanpınar’a, dört metin Celâl Esad (Arseven)’e ait. Bu metinlerin toplamı neredeyse kitabın yarısına denk düşüyor. Dolayısıyla editör, kendi metinleri içerisinden hacim olarak on sayfayı Haşim’e, on iki sayfayı Hakkı’ya, on sayfayı Tanpınar’a, beş sayfayı da Arseven’e ayırmış. Ahmet Haşim’in “derin modernlik kavrayışı”, Celal Esad’ın “milliyetçi anlatı”sı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “tarihsellik bilinci”, İsmail Hakkı’nın “eğitmen kimliği”ne vurgu ile kitabın omurgasında deşifre edilmeye çalışılan çelişkiler yumağı somutlaştırılmış. Bu kavramların 1873-1960 arası dönemin temel argümanlarına işaretiyle “bizim” öykümüzdeki “biz” tahayyüllerinin aynılık arayışı işlenmiş. Aynı zamanda metinleri yorumlarken kullanılan kavramlar, örneğin Haşim-Tanpınar ile Esad-Hakkı çizgileri arasında kurulan bir nevi karşıtlık, farklılıkların izharına yol açmış. Yukarıda belirttiğim edebiyatçı ile mimar (ya da uzmanlığı icabı kent ile doğrudan ilgilenenler) arasındaki farka da. Bu hal kitap kurgusundaki başarıya yorulabilir.
 
Bu metinler elbette çoğaltılabilirdi. Gerek olup olmadığı düşünülebilir. Başka metinler eklense de eklenmese de bu kitap bir “tam” kitaptır. Diğer yönüyle, editörünün planladığı gibi eklemeye, yeniden üretilmeye “açık bir yapıttır.” Örneğin Türkiye’de önemli bir yankı alanı bulmuş bir yönüyle edebiyat adamı, diğer yönüyle düşünce adamı Necip Fazıl Kısakürek’in 1946’daki “Türk Şehri” metni, 1952’deki “Plân İçinde Plânsızlık” metni ile “Köy ve Şehir”, “Ev ve Sokak” metinleri kitap içerisinde anlamlı bir yer edinebilir ve tartışma çerçevesi içerisine çekilebilirdi. (9) Örnekleri çoğalmak mümkün.
 
Bülent Tanju’nun seçilmiş metinlerin önlerine yerleştirdiği kendi yorumları, kitabın ana omurgası. Tanju’nun metinleri de bir tereddüd ve tekerrür çözümlemesinden daha önce eski metinleri yeniden tartışma alanına çekmesi bakımından bir tekrar olarak düşünülebilir. Kitabın asıl önemi bu noktada belki de. “Tekrar” kavramının bir anlam üretim aracı olarak editör tarafından seçildiği aşikâr. Sonuçta bu tekrar, hem eski metinlerin tekrarladıkları, hem onları yeniden gündeme getirerek metinlerin tekrarı, hem de Tanju’nun bunları görece yeni bir söylemi Türkiye özelinde dokuması yoluyla tekrarlayarak eski alanı tekrardan inşası, tartışma alanımızı zenginleştiren bir kavrama dönüşüyor. Bu inşayı tereddüdle karşılayacak olan yeni okuyucuların yorumlarında, eskilerin kitap içindeki bir takım tereddüdleri yer yer aynılık üretecek, yer yer de farklılaşacak. Bir kitabın yayımlanmasındaki amaç bu olsa gerek.
 
Birkaç dilek ve temennide bulunmak isterim. Akın Nalça Kitapları bu tür ufuk açıcı, tartışma zemini hazırlayıcı yayınlarına mimarlık ortamını ve kitap tasarımı alanını zenginleştirici tavrıyla devam etmeli. Bülent Tanju’nun 1960 yılına kadar getirdiği çalışma ‘60 sonrası metinler için de yapılmalı.
 
Bu derlemenin Türkiye’deki ilk yansımaları olan metinlerin sonsözleri şöyleydi: “Tereddüd ve Tekerrür, orasından burasından kemirilerek okunan ve bu yüzden de hiç bitmesin istenen kitapların lezzetini taşıyor.” (10) “Tereddüd ve Tekerrür dönemin kültürel coğrafyasına meraklı pek çok okur için okunabilecek kuşatıcı bir eser.” (11)
 
Elimizdeki kitabın bir “sonsöz”ü yok.
 
Ne diyordu Nietzsche: “Önsöz yazarın, sonsöz okuyucunun hakkıdır.” (12)
 
NOTLAR
 
1. “Üç boyut arasında bir tür denge elde ederek”. Tanju, 2007, s.33.
2. Tanju, 2007, s.13.
3. Tanju, 2007, s.172.
4. Arslan, H. ed. 2002, İnsan Bilimlerine Prolegomena: Dil, Gelenek ve Yorum, Paradigma Yayınları, İstanbul.
5. Tanju, 2007, s.9.
6. Bu durum Levent Şentürk’ün de dikkatini çekmiş. Şöyle diyor: “Elbette bu ilgiyi hak etmelerinin nedeni, Bülent Tanju’nun bu yazarlarla hesaplaşacak birçok cephenin varlığını keşfetmesidir.” Şentürk, L. 2008, “ ‘Mağşûşe’ (!) Bir Kitap Hakkında Notlar”, Arredamento Mimarlık, no:210, s.127.
7. Tanju, 2007, s.90.
8. Tanju, 2007, s.108.
9. Bu metinlerin derlemiş hali şuradadır: Kısakürek, N.F. 20005, İstanbul’a Hasret, derl. M. Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul.
10. Şentürk, 2008, s.127.
11. İğrek, M. 2008, “Tereddüd ve Tekerrür Hayatımızın Her Anında”, Zaman, 26 Nisan 2008, s.23.
12. Arslan, 2002, s.XIII.

Bu icerik 5676 defa görüntülenmiştir.