425
MAYIS-HAZİRAN 2022
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: 2022 ULUSAL MİMARLIK ÖDÜLLERİ

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

Vurulan Kentler ve İnsanlığın Seçimi: “Kolektif Çaresizlik” mi? “Kolektif Mücadele” mi?

Zeynep Gül Ünal, Prof. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü

Rusya - Ukrayna savaşı tüm şiddetiyle devam ederken, kentlerin yıkımına karşı kontrolü ele almanın ve kentleri yeniden güvenli ortamlar tanımı içine döndürmenin yollarını düşünmek kritik önem taşıyor. Yazar, sürekliliğin ancak “vurulan kentler”in kabul gören senaryosunu değiştirerek mümkün olabileceğini vurguluyor.

 

“Korkmamız gerekenden korkmadığımızda

Korkunç bir tehlike içindeyizdir.”[1]

Rusya ve Ukrayna arasında tırmanışa geçen kriz; 2022’nin ikinci ayından itibaren askerlerin yanında sivillerin de öldüğü, sağ kalanların yıkılan kentlerin yıkılmayan parçalarında zor koşullar altında hayata tutunmaya çalıştığı ya da yeni bir düzen kuracak kadar uzun süre kalmamak umuduyla ve eve dönüşün hayaliyle güvenli kentlere, ülkelere göç ettiği bir yaşam mücadelesine dönüştü.

Savaş meydanının bu kez Doğu Avrupa sınırları içinde yer alması, dünyada küresel kriz algısının 11 Mart 2020’de Dünya Sağlık Örgütü tarafından ilan edilen COVID-19 salgınıyla radikal bir şekilde değiştiği ve yeni yaşam düzenine adapte olmaya çalıştığı bir dönemde insanların, silahlı çatışmalar açısından göreceli olarak “güvenli” kabul edilen coğrafyaların ve daha önemlisi “kentlerin” de artık yeteri kadar güvenli olmadığı gerçeği ile yüzleşmesine neden oldu. Araştırmalar, günümüzde ardı ardına gelen küresel krizler sonucunda kentlerde yaşayan nüfusun, kent ortamında yaşamanın risklerine ilişkin algısının da değiştiğini göstermekte.

SAVAŞ VE KOLEKTİF ÇARESİZLİK

Kentlerin önemli varoluş nedenlerinden biri olan insanlara güvenli yaşam alanları sunmasıyla ilgili kabullerin soru işaretlerine dönüştüğünü gösteren en önemli araştırmalardan biri bu yıl 58’incisi düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı’nın raporunda da yer almaktaydı. Ukrayna - Rusya krizinin gölgesinde bu yılın başında gerçekleşen konferans kapsamında yayınlanan 2022 Münih Güvenlik Konferansı Raporu’nun başlığı “Gidişatı Değiştirmek: Çaresizliği Unutmak” idi.

Ülkeler arasında güven tesis etmeyi ve krizleri barışçıl yollarla çözmeyi hedefleyen, uluslararası güvenlik toplumuyla, düzenli, sürdürülebilir ve resmî olmayan bir diyalog platformu oluşturmayı amaçlayan Münih Güvenlik Konferansı’nın raporunda yer alan en dikkat çekici noktalardan biri de Güvenlik Endeksi 2022'de yer alan araştırma sonuçlarıydı. Sonuçlar, araştırmanın katılımcıları tarafından algılanan yüksek risk düzeyini yansıtmakla kalmamakta; aynı zamanda birbirini güçlendiren çok sayıda kriz karşısında “kolektif çaresizliğin” ortaya çıktığını da öne sürmekte.

Buna göre tıpkı insanların “öğrenilmiş çaresizlik”ten -kişinin yaptığı hiçbir şeyin olumlu bir değişim sağlayamayacağı hissini tanımlayan psikolojik bir terim- mustarip olması gibi, toplumların da karşı karşıya oldukları zorluklarla başa çıkamayacaklarına inanmaya başlayabileceği tehlikesine dikkat çekilmekte.

Görünüşte hâlâ bitmeyen salgın, iklim değişikliğinin giderek somutlaşan tehdidi, artan jeopolitik gerilimler ve sonucunda savaşa kadar giden etkisi uzun süreli, kayıpları büyük olaylar, bu kontrol kaybı hissine katkıda bulunmakta. Söz konusu algı son derece tehlikeli, zira giderek kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşme ihtimali var.

Temel soru: “Stresli ve krizlerle aşırı yüklenmiş toplumlarımız, değiştirecek araçlara ve kaynaklara sahip olmalarına rağmen, bu olayları kader olarak mı kabul edecekler? Çabalarının karşılıksız olduğu düşüncesine saplanarak uğraş göstermeyi bırakacaklar mı?”

Bu girdaptan çıkış için tek yol, tekil olarak insan olmanın ve hep birlikte insanlığı korumanın gereği olarak yıkımın ve yapımın, oluşun ve bozuluşun dengesini sağlamak yani “kolektif çaresizlik”ten “kolektif eylem”e doğru yönelerek kontrolü yeniden ele almak.

KENTLER VURULDUĞU ZAMAN

Kentlerin yıkımına karşı kontrolü ele almanın ve kentleri yeniden güvenli ortamlar tanımı içine döndürmenin ilk ve en önemli adımı; tehlike, risklere ve kayıplara ilişkin hesaplamaların doğru yapılması. Risk hesaplamalarının yapılmadığı, yapılamadığı ya da denklemin doğru kurulmadığı zaman kentlerin “vurulduğu” zaman; savaşla, terör saldırısıyla, depremle ya da sellerle. Zira ne şekilde olursa olsun “vurulmak”; ancak tehdidi algılayamadıysanız, algılayıp da önemsemediyseniz, önemseyip de yeterli önlemleri almadıysanız / alamadıysanız ya da sizi korumasını umduğunuz mekanizmalar devreye giremediyse gerçekleşmekte. Kontrolün yeniden ele alınması için filmin ileriye sarılması ve bir kentin vurulması sonucunda ortaya çıkacak tablonun anlaşılması gerekiyor.

Günümüzde silah teknolojilerinin geldiği nokta düşünüldüğünde yapılı çevre için de, doğal çevre için de tahribatın yıkıcı gücünü tahmin etmek zor değil. Savaşın taraflarının amaçlarına bağlı olarak hedefler de değişebiliyor. Kentlerin stratejik altyapıları, ulaşım ağları, üretim merkezleri hedef alınabildiği gibi; fiziki hasar vermekle yetinmeyip savaştığı toplumun geçmişini ve bulunduğu topraklardaki varlığının izlerini yok etmek amacıyla, kültürlerini tanımlayan kolektif hafızalarının üç boyutlu belgeleri olan anıtlar, arşivler, müzeler de hedef olarak seçilmekte. (Resim 2)

Kentlerin oluşum ve gelişim sürecini tanımlayan tarihî kent merkezlerinin korunmasının savaş hukuku içinde ayrı bir başlık altında yer aldığını bir kez daha hatırlamakta fayda var. Konuya ilişkin bilinen en önemli uluslararası belge olan 1954 Silahlı Çatışma Halinde Kültürel Varlığın Korunması - Lahey Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Kuruluş Şartı’nın 102. maddesi gereğince UNESCO’nun resmî başvurusuna istinaden 1954 yılında imzalanmıştır ve çatışma durumlarında korunması gerekli kültür varlıkları koruma derecelendirmesi ve buna bağlı işaretleme kodları da sözleşmede tanımlamıştır. 1954 konvansiyonunda yer alan “genel koruma” ve “özel koruma” tanımlarına 1999 tarihinde yapılan ikinci protokol ile “geliştirilmiş koruma” tanımı da eklenmiştir.

24 Mart 2017 tarihinde UNESCO Direktörü Irina Bukova tarafından açıklanan BM Güvenlik Konseyi 2347 Sayılı Kararı kültür varlıklarının silahlı çatışma durumlarında korunmasına ilişkindir. Bunun kültürün korunması kadar güvenlik sorunu olarak kabul edilmesinin gerekliliği ise şu şekilde tanımlanmaktadır: “Mirasın kasıtlı olarak yok edilmesi bir savaş suçudur, uzun vadede toplumları kültürel temizlik yolu ile köklerinden ayırmak bir savaş taktiği haline gelmiştir. Bu yüzden kültür mirasını korumak bir kültür meselesinden fazlasıdır, bu insan yaşamının korunmasından ayrıştırılmayacak bir güvenlik zorunluluğudur… Silahlar şiddet yanlısı aşırılığı yenmek için yeterli değildir. Barışı inşa etmek kültüre de ihtiyaç duyar; eğitime koruma ve mirasın aktarımına da. Bu tarihi kararın verdiği mesaj budur.” (UN Security Council Resolution 2347)

Kentleri tanımlayan yapıların yeniden inşa edilmesi, bütçe ve teknoloji ile bir şekilde çözülebilen bir sorun fakat yok edilen tarihî eserlerinyeniden inşası ve bu eserler ile yüzyıllardır bir arada yaşayan toplulukların kopan bağlarının yeniden kurulması hiçbir zaman sürecin hafızasını koruyacak biçimde mümkün olmamaktadır. Sonuç ise toplumsal amnezidir.

21. yüzyıl dönümünde Bosna’da, Afganistan’da, Suriye’de örneklerini gördüğümüz bu hedefli yıkımlar yeni nesil melez savaş ve tehditlerin önemli parmak izlerinden biri. Biliyoruz ki Ukrayna krizi birkaç ay önce başlamadı. 2014 yılında Kırım’ın ilhakı ile sonuçlanan olayların patlak vermesiyle birlikte dikkat çeken melez savaş tanımı, Rusya Genelkurmay Başkanı General Valery Gerasimov tarafından kaleme alınan 2013 tarihli makalenin keşfi sonrasında savaşa ilişkin tartışmaların ön sıralarına taşınmıştı. Melez savaşın kentlerin yıkımı içindeki en önemli etkisi ise kullanılan araçların ve savaş sahasının değişmeye başlamasına karşın koruyucu önemlerin birçok coğrafyada tehdide göre şekil almamış olması.

EVE DÖNÜŞ YOLUNDA BİR ENGEL: KARA MAYINLARI

Kentlerin özellikle silahlı çatışmalarda vurulması ile başlayan süreç, ateşkes ve barış antlaşmaları ile sonuçlansa bile, bu durum yerleşimlerde güvenli yaşam ortamlarının hemen akabinde oluşacağı anlamına gelmiyor. Özellikle çatışmaların hâlâ en önemli silahları arasında yer alan “kara mayınları ve patlamamış mühimmat”, kentlerin, kasabalarını, köylerin ve tarım arazilerinin uzun yıllar kullanım dışı kalmasına ve ıssızlaşmasına neden oluyor.

Birleşmiş Milletler Mayın Temizleme Programı’nın verilerine göre günümüzde 60 ülkede toplam 110 milyon mayının hâlâ toprağa gömülü olduğu tahmin ediliyor. Bunların bir kısmı da I. Dünya Savaşı’ndan kalma. Bosna Hersek’te, Afganistan’da, Azerbaycan Karabağ’da, Myanmar’da, Angola’da ve dünyanın silahlı çatışmalara maruz kalan birçok coğrafyasında mayınlı alanların temizliği hâlâ en büyük sorunlardan biri olmaya devam ediyor. Gelen haberler Ukrayna için de benzer sorunların yaşanacağı yönünde.

Her kontrolsüz patlamada bir daha vuruluyor insanlar ve kentleri. Mayın temizliği çalışmalarının doğası gereği aldığı süre, travma sonrası kentlerin yeniden yapılanması ve buna bağlı olarak eve dönüş sürecinin de uzaması gibi önemli başka bir sorunu beraberinde getiriyor. Eve dönüşün gecikmesi ise dünya üzerindeki mülteci krizinin artarak devam etmesi demek.

Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü UNHCR’nin 2021 yılında yayınladığı rapora göre dünya üzerinde zorunlu göçe maruz kalan insan sayısı 84 milyona ulaşmış durumda. Bu sayının 48 milyonu “ülkesinde yerinden edilmiş kişi”, 26.6 milyonu “mülteci”, 4.4 milyon kişi ise “sığınmacı” statüsünde. Ukrayna’yı oluşan acil güvenlik durumu nedeniyle terk etmek zorunda kalan insanların sayısı ise iki ay içinde 4.1 milyona ulaşmış durumda.

PEKİ, GELECEKTE BİZİ NELER BEKLİYOR?

Şu anda dünya nüfusunun % 55’i kentlerde yaşıyor ve bu sayının 2050 yılına kadar % 68’e ulaşması bekleniyor. Bu sayılara nüfusun doğal yollardan artışıyla ve silahlı çatışmalar, deprem, sel, kuraklık gibi doğal ya da insan kaynaklı afetlere bağlı olarak ani nüfus dalgalanmaları şeklinde ulaşılması ön görülmekte. Ani nüfus dalgalanmalarının; jeopolitik ve siyasi nedenlere bağlı çıkacak savaşların yanında, iklim değişikliği kaynaklı afetler sonucunda kısıtlı temel yaşam kaynaklarına erişim amaçlı rekabetin, ekonomik istikrarsızlık ve sosyal gerilimler gibi bileşenlerin de varlığıyla göç eden ve göç alan toplumlar arasındaki silahlı çatışmaların sonucunda meydana gelmesi bekleniyor. Bu projeksiyona göre kentlerin nüfusunun artması ve sınırlarının büyümesine bağlı olarak ileride ülkeler arasında meydana gelmesi muhtemel savaşların ve ülke içindeki silahlı çatışmaların önlenmesine yönelik operasyonların da çoğunlukla kentlerde ya da meskun mahallerde yani yapılı çevrelerde yoğunluk kazanması ihtimali yüksek. Nitekim bu durum NATO tarafından “Kentleşme 2035 Projesi” kapsamında çoktan eğitimlerin ve senaryoların içerisine alınmış durumda. Eylül ayında Letonya’da Riga tarihî kent merkezinin de senaryoya katıldığı ve askerler tarafından kent sokaklarında sivillerin arasında icra edilen, sosyal medyada da çokça paylaşılan 2021 Namejs Tatbikatı’nın görüntüleri siviller tarafından anlamlandırılamamış olsa da yeni nesil kent içi savaş ya da operasyonlar için açık bir ipucu verdi. Ukrayna krizinin savaşa dönüşmesi ise bir kez daha “vurulan kentler”in senaryosunu gerçeğe dönüştürdü.

Artık yol ayırımına geldik. Vurulan kentlerin ve doğal çevrenin sürdürülebilir devamlılığı için bir seçim yapmamız gerekiyor; “kolektif çaresizlik” ya da “kolektif mücadele”. Seçimimiz insanlık olarak kaderimizi belirleyecek. Kaderi belirleyebilme iradesi ise insanı diğer canlılardan ayıran en temel özellik…

* Aksi belirtilmedikçe fotoğraflar yazar tarafından çekilmiştir.

NOTLAR

[1] Le Guin, Ursula K., 2021, "Doğru Korku", Lao Tzu: Tao Te Ching, (çev.) Bülent Somay, Ezgi Keskinsoy, Metis, İstanbul, s.109.

Bu icerik 932 defa görüntülenmiştir.