327
OCAK-ŞUBAT 2006
 
MİMARLIK'tan

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: Kentleri “Paylaşmak”?



KÜNYE
DOSYA: Kentleri “Paylaşmak”?

FORUM

Sema Erder

Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi

KENTSEL POLİTİKA

1. Yerel Yönetimleri “Siyaset Dışı” Olarak Kabul Edilmesinin Yarattığı Antidemokratik Ortam ve Siyasal Denetimin Yetersizliği:

Yerel yönetimlerin karar ve uygulamalarındaki, “saydamlık” eksikliği sadece imar ve planlama konularında değil, diğer karar ve uygulamalar için de söz konusudur. Son dönemlerde Haydarpaşa, “Galataport” ya da “Dubai Towers” sansasyonel örnekler olarak medyada gündeme gelebilmiştir; ancak bunların yanısıra kentlileri ilgilendiren diğer birçok karar için de farklı çevreler, medya önünde olmasa da, benzeri sıkıntıları duyuyor olabilirler.

“Saydamlık” eksikliğinin esas olarak, yerel yönetimlerde demokratiklik ve katılım konularındaki yapısal bazı engellerden ve söylem düzeyinde ifade edilen, “katılım”, “demokratik denetim”, “yönetişim” gibi birçok ilkenin nasıl uygulanacağı konusunda deneyimin olmayışından kaynaklandığı kanısını taşımaktayım.

Bu engellerin başında yerel politikanın alanının darlığı kadar, “siyasetsiz” bir alan olarak tanımlanması gelmektedir. Yerel yönetimlerin karar alanlarının dar ve elindeki kaynakların az olduğu dönemlerde, kamuoyunun ve siyasetin ilgisi ulusal politikaya ve merkezdeki kurumlara yönelmişti ve yerel kararlardan etkilenen grupların sayısı da kısıtlıydı. Bugün ise, yetkisi ve kaynağı artan yerel yönetimlerin aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalar daha geniş grupları ilgilendirmekte ve dikkati daha çok çekmektedir.

Ancak ne var ki, yerel demokrasi sadece yetkinin yerele devriyle gerçekleşmez, aynı zamanda yerel katılım ve yerel denetimin de mümkün olmasıyla gerçekleşebilir. Bu nedenle sorun, daha derin ve yapısal bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Her ne kadar bu konu esas olarak, kamu hukukçularını ve siyaset bilimcilerini ilgilendirmekteyse de, bu konuda yapmış olduğum bazı araştırma ve çalışmalara dayanarak, bazı görüşlerimi aktarmaya çalışacağım.

Yerel demokrasi ve yerel denetimin en etkin yolu “siyasal” denetimdir. Bilindiği üzere, 1930’lı yılların koşulları içinde tasarlanmış olan 1580 sayılı Belediye Yasası, belediyenin çalışmalarını siyasetin dışında bir alanda ve “hizmet birimi” olarak tanımlamıştı. Bu tanımlama bugün de aynen devam ederek, belediyeler “siyasetsiz” bir alan gibi kabul edilmeye devam etmektedir.

O dönemden bugüne değişen koşullar içinde, hem siyasetin tanımı değişmiş, hem de Türkiye’de yerel yönetimlerin siyasetin özellikle “yerel siyasetin” ve yerel demokrasinin önemli kurumları olduğu açık bir gerçek haline gelmiştir. Bugün artık siyasal partiler farklı yaklaşımlar ve farklı programlarla yerel yönetim seçimleri için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bu bağlamda, bugün belediyelerde siyasi partilerin “grup odaları” vardır ve siyasi parti grupları için “grup kararları” almak olağan uygulamalar haline gelmiştir.

Bu arada, siyasal denetim konusunun, İstanbul gibi büyükşehir yönetimleri için daha da büyük bir önem taşıdığını belirtmek gerekir. 3030 sayılı Yasa’nın uygulandığı süre içinde, belediye yönetiminin demokratiklik açısından “güçlü başkan” modeline dayanması ve encümenin seçilmiş üyelere yer vermiyor oluşu en çok eleştirilen özellikleri olmuştu. Yeni yapılan düzenlemelerin de BŞ düzleminde “etkinliğin” demokratikliğe yeğlediği ve ilçe belediyelerinin yetkilerinin de tek dereceli seçimle göreve gelen başkana aktardığı ve böylece başkanın gücünü ve hareket alanını genişlettiği açıktır. Bugünkü yasa da, varolan antidemokratik yapıyı, yerel yönetimlere aktarılan yeni yetkilerle de donatılmış olan, BŞB Başkanını daha da güçlü kılarak sürdürmektedir.

Yetkileri gün geçtikçe arttırılan yerel yönetimlerin “siyaset dışı” bir kurum olarak kabul edilmesi, belediye meclislerindeki siyasal partilerin, özellikle muhalefet partilerinin faaliyetlerine ve seçimle gelen yöneticilerin “siyasal denetimi”ne önemli sekte vurmaktadır. Bu bağlamda, muhalefete mensup meclis üyelerinin meclis çalışmalarına ve belediyenin uygulamalarına aktif katılımları kadar mevcut seçim sistemi nedeniyle mecliste temsil edilmeyen siyasal parti temsilcilerinin kent yerel siyasetine katılımlarını sağlamak önemli konulardan olmaktadır.

Yerel yönetimlerde siyasal katılım ve siyasal denetim konuları, seçim sistemlerinden başlanarak, meclisin işleyişine kadar dikkatle tartışılması ve yeniden düzenlenmesi gereken önemli konulardan biri olmaya devam etmektedir.

Demokratik bir kent yönetimi yerel siyasetin sürekli denetiminin olduğu bir demokratik ortama gereksinme duyar. Yoksa yönetime seçimle gelmiş olsalar bile yerel yöneticilerin uygulamalarının demokratik ve siyasal denetimi mümkün değildir. Etkin siyasal denetim için yeni kurumsal düzenlemeler yapılması önemli bir gereksinme olarak gündemdedir.

2. Hemşehri Hukuku, Katılım ve Yönetişim:

Demokratikliği sadece seçimlere indirgemediğimiz zaman, yerel yönetimlerin uygulamalarının hemşehri denetiminden geçmesinin yollarının aranması da önemli bir çaba olmaktadır.

Yeni yasalarda ve uygulamalarda ortaya çıkan yeni düzenleme “yerel katılımı” ya da “sivil denetimi”, “kent konseyleri” aracılığıyla sağlama düşüncesindedir. Yerel katılım ve yerel destek arayan bazı belediye başkanlarının uygulamaya koyduğu “kent meclisi”, “beyaz masa” gibi uygulamaların keyfiliği ve sistematik uygulamalar olmayışı “hemşehri denetimi ve katılımının” etkin işleyişini engellemektedir.

1930 yılından bu yana yasal bir hak olmasına karşın etkin olarak işlemeyen hemşehri hukukunun nasıl işletileceği ve kurumsallaştıracağı konusu halen açık olmadığı gibi, kamuoyunda yeterince tartışılmamaktadır. Sivil denetim işlevi, bugünlerde az sayıda sivil toplum örgütünün çabasıyla ve medya aracılığıyla yürütülmeye çalışılmaktadır. Bütün toplumsal kesimlerin örgütlenme gücü olmadığı gibi, medyaya ulaşabilme olanağı da olmayabilir.

Son dönemlerde sıkça gündeme gelen “yönetişim” konusu bütün isteklere, gelişmelere ve çeşitli deneyimlerin yaşanıyor olmasına karşın yaşama geçirilememiştir. Yeni Belediye Yasası’nın Hemşehri Hukuku maddesi de 1580 sayılı Yasa’dakinden daha ileri bir düzenleme maalesef getirememiştir.

Hemşehrilerin etkin katılımını sağlayacak ilk önemli adımın “saydamlık” ve “bilgi edinme hakkı” olduğu kuşkusuzdur. Yeni yetkilerle donatılan belediyelerin karar almaya ve uygulamaya geçmeden önce, ya da sahip olduğu mali kaynaklar ve yapacağı harcamalar konusunda “hemşehrilerini” bilgilendirmesi, gereksinmelerini ve eğilimlerini saptaması çok önemli bir konudur.

Bir diğer deyişle, soyut bir hemşehri hukukunun, somut bir uygulama haline nasıl dönüşeceği konusu da aynı şekilde, üzerinde tartışılması gereken önemli bir konudur. Bu konuda, özellikle yerel demokrasiyi yaşama geçirmeye çalışan toplumlarla ilgili, yeterince bilgi birikimi olmasına karşın, kurumsallaşma konusunda isteksizliğin olduğu ya da yerel yönetimlerde yönetimde olan çevrelerin öncelikler listesinde ön sırada olmadığı söylenebilir.

Diğer taraftan, bu çerçevede, sadece bilgilendirme yeterli olmamakta “yaptırım” da aynı derecede önemli olmaktadır. Hemşehrilerin Belediye Meclisinin gündemine katkıda bulunma hakkı, ya da alınan bir meclis kararına toplu itiraz hakkı, bazı imar, yatırım ya da harcama kararları için referandum yaparak görüşlerini alma hakkı ya da belde halkının belediye yönetimine güvensizlik duyduğu durumlarda yerel yöneticileri “görevden çekilmeye çağrı hakkının” olmadığı bir ortamda, hemşehri denetiminin etkin işlemesi de mümkün olmamaktadır. Bu konu sadece imar ve planlama değil, belediyelerin karar alanlarına giren diğer konular için de önemli olan ve eksikliği ilerde daha da duyulacak konulardandır.

Yeni yasanın kent konseylerinin kurulmasına olanak vermesi, kentteki örgütlü grupların kararlara katılımı ve bilgilenmeleri açısından önemli bir gelişme olarak kabul edilebilir. Ancak kentte yaşayan örgütlü olmayan grupların, özellikle “güçsüz” grupların da aktif katılımının ve bilgilendirilme yollarının aranması da aynı derecede önemlidir. Bu çerçevede, yerel düzlemde çok önemli bir birim olan mahalle muhtarlıklarının bu amaç için etkin bir birim haline dönüştürülmemiş olması büyük bir eksiklik olmaya devam etmektedir.

İstanbul gibi, büyükşehir belediyeleri sınırları içinde yaşayan hemşehriler, çok daha heterojen gruplardan oluşan, çeşitlenmiş talepleri olan karmaşık gruplardır. Bu karmaşık yapıya karşın BŞB’nin faaliyetleri hemşehrilerinin gündelik yaşamlarını doğrudan etkileyen faaliyetlerdir. BŞB’nin karar ve uygulamalarının ilçe belediyelerinden gelen meclis üyeleri aracılığıyla temsil edildikleri ve bu üyelerin kendi ilçelerinde yaşayanların taleplerini aktardıkları varsayılsa da, seçim sisteminin de etkisiyle oluşan Meclis’in bugünkü yapısı ve güçsüz konumu nedeniyle bunun gerçekleştirilmesi mümkün olmamaktadır.

BŞB yasasında öngörülen kent konseyi de sadece kentteki örgütlü bazı grupların sınırlı katılımını öngörmektedir. Kent konseyinin kuruluş amacı ve nasıl çalışacağı açıkça belirtilmemektedir. Bu konseyin kararlara ve uygulamaya nasıl katılacakları, hemşehrileri nasıl bilgilendirecekleri ve bilgilendirmede hangi kanalların kullanılacağı da açık değildir. Konsey, BŞB gündemine öneri getirebilmeli, “bütçe” ve “stratejik planlama” gibi önemli kararların geliştirilmesine katkıda bulunabilmelidir. BŞB’nin karar ve uygulamalarının örgütlü ve örgütsüz tüm hemşehrileri ilgilendiren kararlar olması nedeniyle bu yasanın da tüm hemşehrilerin, bilgi edinme hakkı, kararlarda, uygulamalarda ve harcamalarda saydamlık ve alınan kararlara toplu itiraz hakkı ya da bazı konuların gündeme sokulmasını talep hakkı gibi bazı hakların getirilmemesi etkin ve demokratik bir katılımın oluşumunu engellemektedir.

Bugünkü mevcut sistem içinde alınan karar ve uygulamalar, bırakın Ankara’nın yerele müdahalesini, usulüne uygun olarak geliştirilmiş olsa da, ne kadar demokratiktir sorusunun cevabını vermek durumundayız. Yerel demokrasi sadece seçimle gelenlerin yönetimi demek değildir. Bu nedenle, bilgi edinme, hesap sorma ve etkin katılımı sağlayacak kurumsal düzenlemelerle desteklenmek demokratik bir gereksinmedir.

KENTSEL PLANLAMA

1980 sonrasında belediyelere merkezden aktarılan en önemli yetki olan imar planı yapma yetkisi, son yirmi yıldır belediyelerin kaynak ihtiyacı olmadan kullandıkları en önemli yetki olmuştur. Bu yetkinin belediyelere devredilmesinin önemli sonuçlarının yerel yönetimlere ilgiyi arttırdığı ve yerel politikayı canlandırdığı açıktır. Ancak, bu konuda yapılan araştırmalar bu ilginin, tüm hemşehrilerden çok, bu konuyla ilgili meslek ve iş gruplarından kaynaklandığını göstermektedir. Yerel yönetimlere devredilen yeni yetkilerin, diğer kentsel grupların da yerel yönetimlere olan ilgisini arttıracağı ve yerel demokrasinin kurulmasının adımlarının atılacağı umudunu taşımaktayız.

Diğer taraftan, belediyelerin, neredeyse hiçbir otoriteye hesap vermeden, yirmi yıldır kullandıkları plan yapma yetkisinin doğurduğu olumsuz sonuçların da, artık gerçekçi olarak değerlendirilmesi ve bu değerlendirmeler ışığında yeniden ele alınması gereği açıktır. Bugüne kadar yapılan düzenlemelerde bu noktanın kesinlikle dikkate alınmadığı görülmektedir.

Plan yapımı gibi evrensel kuralları olan ve yetkin teknik bilgi gerektiren bir yetkinin ehil kadrolarca yapılmamasının ve üstelik popülist bir siyasal ortamda kaynak harcamadan yandaşlara rant dağıtan bir araç haline gelmesinin sonuçlarını doğal ve doğal olmayan afetler yaşandıkça hep birlikte gözlemleyebiliyoruz. Geri dönülmez etkileri olan bu yetkinin, eşgüdüm, yönlendirilme ve denetim mekanizması kurulmadan belediyelere devredilmiş olması, kentlerimizde yaşanan imar anarşisinin en önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilebilir.

Tümü deprem bölgesi içinde olan ve doğal afetler karşısında çaresizliği açıkça gözlemlenen Türkiye’de, mevcut imar planlarının, uygulamaların ve imar denetiminin tıpkı bir acil durum planlaması gibi yeniden ele alınmasına gerek vardır. Mevcut imar plan yapım sürecinin iyileştirilmesi, sadece yeni alanların imara açılması yönünden değil, mevcut imarlı ve imarsız alanlardaki tüm yapı ve konut stokunun iyileştirilmesi açısından da bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir.

Kanımca, bu da ancak, yerel yönetimlerin plan yapma yetkisini kullanırken dikkate alacakları, ilkeler, ana kararlar ve strateji bazında, ulusal, bölgesel ve il düzeyinde etkin karar-eşgüdüm ve denetim yapacak ve özerk bir “planlama ve uygulama otoritesi” oluşturularak çözümlenebilir.

Bu bütün belediyeleri ilgilendiren planlama ve uygulamayla ilgili sorunların yanısıra İstanbul kentine özgü bazı sorunların olduğu da açıktır. Bu çerçevede, son dönemlerde İstanbul’la ilgili gündemi en çok işgal eden ve merkezin yerele müdahalesi olarak kabul edilen bazı karar ve uygulamalar kıyasıya eleştirilmektedir. Ancak, acaba bu kararlar “usulüne uygun” olarak yerel meclislerden geçmiş olsaydı yine de “meşru” ya da evrensel ilkelere uygun uygulamalar olarak kabul edilebilirler miydi?

Bu nedenle konuyu sadece merkez-yerel ilişkisi olarak sorgulamak yetersiz kalmaktadır. İstanbul gibi ulusal düzlemde etkili olan bir küresel kentin geleceğini, imajını ve etkinliğini yönlendirecek makro ölçekli kararlar için nasıl bir karar alma ve katılım mekanizması kurulmalıdır? Bu tür kararlar için etkinlik ve demokratiklik arasındaki hassas denge nasıl sağlanabilir?

Bütün bu sorular, yaklaşık dört yıl önce, benim de içinde bulunduğum ve bir yıl süreyle devam eden, çok disiplinli bir uzman grubun gerçekleştirdiği, Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği misafirliğinde yürütülen “İstanbul gibi İstanbul” projesinde cevabını aradığımız sorulardı. Bu soruların cevabının aranması sırasında, dünyadaki diğer küresel kent örnekleri de incelenmiş ve “merkezin” de muhatap kabul edeceği güçlü, sorumlu ve hesap veren bir “planlama ve uygulama otoritesi”nin kurulması gereği gündeme getirilmişti.

Böyle bir planlama otoritesi, bugünkü gibi meclis kararlarını rutin olarak uygulayan, planlama, uygulama ve imar denetimini bütüncül olarak ele alamayan ve planlamayı sadece “parselasyon” ve “zoning” kararları algılayan, bürokratik bir “nazım plan” yönetiminden çok farklı bir anlayışı ve örgütlenmeyi gerektirmektedir. Yine böyle bir planlama otoritesi, kısa süreli oluşturulmuş, sorumluluğu, yetkisi ve hesap verme zorunluluğu olmayan geçici “özel” planlama bürosundan da çok farklı bir anlayışı gerektirmektedir.

Böyle bir planlama otoritesinin kurulması, merkez-yerel ilişkilerini kurumsallaştıracağı gibi, kararların oluşumundaki saydamlığı, siyasal ve hemşehri denetimini mümkün kılacak bir örgütlenmenin ön koşulu olarak görülebilir.

KENTSEL SAĞLIKLILAŞTIRMA

Son otuz yıldır büyük göç alarak hızla yapılaşmış olan büyükşehirlerin mevcut konut ve yerleşme stokunun, imarlı ya da imarsız olmalarına bakılmadan “afet yönetimi” gibi ele alınmasının gerekli olduğu açıktır. Kentleşmenin bu aşamasında, mevcut yerleşik alanlarla henüz yerleşime açılmamış alanların birlikte değerlendirilerek, yeniden acilen planlanmasında yarar olduğu açıktır.

Hızlı kentleşme ve denetimsiz yapılaşmanın sorunlarının çözümlenmesi gereken önümüzdeki dönemde, yeni yerleşmeler konusu sadece nüfus artışı ve göçün getireceği gereksinmeler için değil, mevcut yerleşmelerin evrensel imar kurallarına uygun olmayan alanlarının yeniden düzenlenmesi için de kullanılabilecek bir araç olabilecektir. Bu nedenle, bu konunun çok farklı uygulamalara imkân verecek bir kurumsallaşmayla, yukarda sözü edilen güçlü bir planlama otoritesi tesisiyle çözümlenmesi gereklidir. Bu bağlamda, demokratiklik-etkinlik-yapılabilirlik eksenlerinin hassas dengesini gözeterek yepyeni bir kurumsal düzenleme gerekli olmaktadır.

Bu bağlamda, son dönemlerde, “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan uygulamalarla yapılan gecekondu yıkımlarının, ya da, mevcut yerleşme alanları içinde yeni yapılaşmalara olanak verilmesinin, sistematik bir “kentsel sağlıklılaştırma” uygulaması olarak kabul edilebilmesi mümkün değildir. Bu uygulamalar, planlamayı parçacı ve parsel bazında ele alan anlayışın devamı niteliğindedir.

Bu çerçevede, Balat’ta uygulanmakta olan AB destekli kentsel dokunun iyileştirmesi projesi örneğine dikkati çekmek istiyorum. Bu projenin dikkatli incelenmesi çağdaş hemşehri hukukunun “hak sahibi” olarak sadece mal sahiplerini değil, “kentsel iyileştirme” uygulamasından etkilenecek tüm grupları tanımladığını açıkça göstermektedir. Bu bağlamda, bu alanda yaşayanların tümü, kiracılar, zilyetler, kadınlar ve çocuklar planlamanın muhtemel etkilerine karşı donatılmaya ve korunmaya çalışılmaktadır. Bu somut örneğin incelenmesi, kentsel sağlıklılaştırmada “kent ve kentli hakları”nın çağdaş yorumu hakkında kestirme bilgi edinmemizi de sağlayabilir.

Baykan Günay

Doç. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

KENTSEL POLİTİKA

* Öncelikle Ankara üzerinden ifadesini bırakmamız gerektiğini düşünüyorum. Biz Ankaralılar bu konuda titiz davranmalı, kendimizi iktidarlar ile özdeşleştirmemeliyiz.

Üzerinde duracağım bir diğer konu da turizm planlaması olacak. 1975 – 1980 yılları arasında uzman olarak katıldığım Güney Antalya Turizm Gelişim Planlama ve Tasarım çalışmasını, ülkede yapılan en kapsamlı ve etkin planlama faaliyetlerinden birisi olarak niteliyorum. O dönemde yöneltilen tüm eleştirilere karşın (eleştirilerin büyük bir bölümü mimarlardan gelmişti) planlama uygulama ile bütünleşmiş, değişik alanlardan uzmanların ortak çalışması ile her ölçekte planlama ve tasarım eylemleri yürütülmüş, altyapısı ile birlikte bir yeni kent (Kemer) de yaratılmıştır. Bu kapsamlı proje hem Adalet hem de Cumhuriyet Halk Partisi yöneticileri tarafından desteklenmiş, yöneticiler planlama çalışmalarında tarafsız olarak davranmışlar ve teknik kadroya müdahale etmemişlerdir.

O dönemde yörede hedeflenen yaklaşık 30.000 yataklık kapasite 1980’den sonra iki katına çıkartılmıştır. Güney Antalya sonrasında yapılan gene kapsamlı planlama çalışmaları ile turizm kaynakları harekete geçirilmiş, ülkede aynı dönemde 50.000 olan yatak kapasitesi günümüzde 300.000’in üzerine çıkmış, Türkiye ciddi olarak diğer Akdeniz ülkeleriyle yarışmaya başlamıştır. Bu süreç içinde, sit alanlarında yapılaşma gibi kimi olumsuzluklar yaşanmış, kamu arazilerinin turizm yatırımcılarına tahsisi gibi konular da eleştirilmiştir. Buna karşın temelde kapsamlı ve saydam bir planlama süreci izlenmiştir.

Dolayısıyla, 1975 – 1980 yılları arasında yapılan kapsamlı turizm planlaması çalışmaları ile daha sonraki “emlâk sermayesi”nin zorlamasıyla yapılan parsel temelli, planlama ile ilgisi bulunmayan plan onamalarını aynı kefeye koymamak gerekir.

* Bildiğim kadarıyla İstanbul için 1980 sonrasındaki askeri dönemde bir plan yapılmış, kentin boyutlarının ulusal ölçeğin ötesine geçmesiyle bu plan geçerli olamamıştır. Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nce 15.11.1995 günü onaylanan 1/50.000 ölçekli İstanbul Metropoliten Nazım İmar Planı ise Danıştay Altıncı Dairesi’nin 25.3.1997 günü aldığı ‘3194 sayılı ve 3030 sayılı Yasa’nın hükümleri uyarınca Büyükşehir Belediyelerine 1/5000 ölçekli Nazım ve 1/1000 ölçekli Uygulama İmar Planı dışındaki bir planı yapmak ya da onaylamak yetkisi verilmemiştir’ kararı ile devre dışında kalmıştır. Bu nedenle kent, sürekli olarak mevzi planlarla denetlenmiştir. Şu anda bu konu aşıldığı için İstanbul’da kurulan ekip gene kapsamlı planlama çalışmalarına geçerek kentin geleceğine ilişkin stratejik kararları üretme çabasına girmiştir.

Kural koyma ve geleceği belirleme bunu yapmaya niyetli bir siyasi erk gerektirir. Planlama ise yol gösterir. Dolayısıyla planlama ile karar verici arasında sürekli bir gerilim yaşanır. Bu gerilimde karar verici ile uzlaşma, kimi tavizler verme plancıların neredeyse alın yazıdır. Bu gerilimin en uç noktasında ise planlama ekibinin değişmesi söz konusu olabilir. Bu durumda siyasi erkin her dediğini yapan plancı (mimar, tasarımcı, vb.) tipi devreye girer ki kanımca bu daha tehlikelidir. İstanbul’daki ekibin işinin çok zor olduğunu biliyorum. Bir eylemde bulunan her teknik adamın karşılaşacağı bir durumdur bu. Dolayısıyla yanıt, plancıların kavramları ile çelişmeyen, ya da uzlaşabilen bir siyasi erkin varlığında aranabilecektir.

KENTSEL PLANLAMA

* Paris kenti merkez problemini 1950li yıllarda görmüş, arazi düzenlemeleri yapılmış, altyapısı çözülmüş bir mekânı 2000’lere taşımıştır. Üretilen yeni mekânın adı La Dèfense’dır. Sonuçta hem Paris’in modern merkezi kurgulanarak tarihî merkez üzerindeki baskılar giderilmiş, hem de görkemli bir kamusal alan elde edilmiştir. Arazinin getirisi (rent of land) kavramı da bu bağlamda irdelenmelidir. Bilindiği gibi iki tür getiriden sözedilmektedir. Değişken getiri arazinin konumuna ve erişirliğine bağlı olarak gelişir ve bir plancı için kentsel gelişmeyi yönlendirmede iyi bir araç olarak görülmelidir. Paris bu aracı kullanarak La Dèfense’ı üretmiştir.

İstanbul’a yatırım yapacağı söylenen Dubai de merkez sorununu görmüş ve yeni iş merkezini yeni bir yerde bilinçli olarak geliştirmiştir. Arazi ve altyapı girdileri sağlanmış, yatırımcının önü açılmıştır. Burada da mülkiyetin değil, konumun getirisi yeniden düzenlenmiştir.

Arazinin mutlak getirisi ise, arazinin üretkenliğinden değil, mülkiyetten kaynaklanır. Mülk sahibi yalnızca sahipliğin verdiği hakla arazinin getirisi peşinde koşar. İstanbul’da kentin yeni merkezî iş alanı oluşturulmamış, pazar düzeneği içinde kuzeyde Maslak - Büyükdere ve çevresinde merkez kendiliğinden oluşmuştur. Bunun sonucunda, örneğin Paris’teki gibi bir kamusal meydan elde edilememiştir (Kanımca bu yeni merkezdeki temel sorun İstanbul’un silueti değil, kamusallığın eksikliğidir). Gerek yöneticiler, gerek plancılar bir yeni mekânı hazırlayamadıkları için bu sonuç ortaya çıkmıştır. Arazinin kendisi de çok değerlendiği için en yakındaki boş alanlar “emlâk sermayesi”nin yatırımına açılmak istenmektedir. Kamunun arazi siyasalarının bulunmaması, özel mülkiyetin mutlaklaşması ve mutlak getirisine karşı bir ortak cephe açılamaması bu sonucu doğurmaktadır. Bu da gene teknik değil, siyasi bir çatışma alanıdır.

* Genelde ülke için önemli bir kaynak yaratan turizm sektörünün sürekli olumsuzlanmasına karşı olduğumu belirtmek isterim. Kapsamlı planlama çalışmalarının ürünü olduğu, kimi değerlerle çatışmadığı zaman bu sektörün dış ödemeler dengesine katkıda bulunduğu ve son 20 yılda mimarlık piyasasını canlandırdığı bilinmelidir. Dünyanın her yerinde bir turizm tesisi kamusal alan içinde sayılır. Gelir düzeyi tartışmasının düzlemi farklıdır. Gökkafes, Dubai Kuleleri gibi örnekleri ise turizm sektörünün değil, emlâk sermayesinin girişimleri olarak görüyorum.

Burada daha çok İstanbul kamuoyunda tartışılan Galata Limanı projesine de değinmek isterim. Sunacağım kimi görüşlerimin eleştirileceğini de biliyorum. Galata Limanı’nın yolcu Limanı olma özelliğinin sürdürülmesi gerektiğini ve burada Tabanlıoğlu ekibi tarafından üretilen projenin o bağlama uygun bir dönüşüm anlayışına sahip olduğunu düşünüyorum. Özel olanla kamusal olan, karaya ait olanla denize ait olanın bir bireşimi olduğunu bildiğim projenin nasıl bir uygulamaya tabi tutulacağını ise bilmiyorum. Liman kentleri karanın değil, denizin uzantısıdır. Üç tarafı deniz olan bir ülkenin denizciliğinin giderek gerilediği bir dönemde, gemiyle gelenlerin İstanbul’un varlığını duyumsadıkları, karada duranların ise uzak diyarları düşledikleri bir ortamın yaratılmasına karşı çıkmıyorum.

Keşke bir Türk ortaklığı bunu üstlense, denizciliğimizi anımsatsa, İstanbul-Karadeniz, İstanbul-Akdeniz deniz trafiğini denetlese ne iyi olurdu diyorum. Tartışma ise gene siluet eksenine oturtuluyor, konuya kara adamı gözlüğüyle bakılıyor ve bir yandan Boğaziçi gemilerinin kaldırılmasına karşı çıkılırken, diğer yandan denizaşırı gemicilik olgusu dışlanabiliyor. Konu siyasi çatışmaya dönüşüyor, saydamlık azalıyor; Türk sermayesinin hâlâ dışa bağımlı olduğu, kendi başına ayakta duramadığı ortaya çıkıyor. Dolayısıyla yapıldığında iyi olabilecek bir şey olumsuzlanıyor.

KENTSEL SAĞLIKLILAŞTIRMA

* Bu konudaki bilgim Sayın Murat Balamir’in aktarmalarına dayanıyor. Mühendislik ideolojisi tekil yapıların güçlendirmesi ile sınırlı kalırken, kendisinin geliştirmeye çalıştığı kapsamlı bir planlama anlayışı içinde alan yönetimi ve programlaması yönteminin benimsenmediği ortaya çıkıyor. Burada bir önemli etken daha rolünü oynuyor. Ülkenin mekânsal yapısının kurgusu yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin ise kurulduğu dönemde bir stratejisi var, Ankara’yı başkent seçiyor ve sanayiyi Anadolu’ya yayıyor. Günümüzde bu siyasa sayesinde İstanbul nüfusu belki de 5–6 milyon kişi daha az. Ancak denge bozuluyor ve Ankara bile İstanbul nüfusunun % 25-30’una geriliyor. Sonuç olarak İstanbul bir yandan büyüme ile uğraşıyor bir yandan da mevcut güvenliksiz ve sağlıksız kentsel dokularını dönüştürmesi isteniyor. İstanbul hiç büyümese bile iki, üç nesillik büyük bir proje söz konusu ve bu benim tasavvurlarımı aşıyor.

* Manhattan Adası’nın 17. yüzyılda Kızılderililerden 24 Dolar’a satın alındığı bilinmektedir. New York kentinin 1811 yılında hazırlanan planında ise açık alan hemen hemen yok gibidir. 1856 yılında satın alınan yaklaşık 340 hektarlık Central Park’ın vergi mükelleflerine maliyeti, dönemine göre olağanüstü bir bedele, 5.500.000 Dolar’a malolmuştur.(1)

Özgün Manhattan ve şimdiki Manhattan

“Cevahir İş Merkezi” ile “Dubai Towers” girişiminin arka planlarını, nerede olduklarını, bir planlama süreci içinde nereye oturabileceklerini bilmiyorum. Bildiğim ülkemizde kamu arazisi olmadıkça büyük yeşil alan üretilmesi, düzenleme ortaklık payına dayalı kamusal arazi üretme aracına dayalı imar düzenimiz ve mülkiyet kurgumuz içinde artık çok olanaklı görünmüyor. Kamu da elindeki taşınmazların özel mülk gibi değerlendirilmesini istiyor.

Dikkat edilirse New York’ta bir konu önemli; vergi mükelleflerinden söz ediliyor. Yani toplum ile yönetim arasında farklı bir ilişki var. Arazinin getirisi mutlaklaştıkça, kapitalist dünyada sermaye sahibi ile arazinin mutlak getirisi peşinde koşan gruplar arasında bir çatışma alanı oluştuğu ve kamu yararı açısından sermayenin yönetimleri desteklediği bilinmektedir.

Bir başka örnekte ise Stockholm Belediyesi’nin elindeki arazilere 3 (üç) Ankara kentinin sığabileceğini görmüştüm. Kamu burada araziyi denetler ve gene kamu yararı için özel alana ya da sermayeye tahsisini yapar.

Singapur’da ise tüm arazi kuramsal olarak devletindir ve bireyler ile sermaye klasik İngiliz hukuku içinde “zamana bağlı olmayan tahsis” (freehold) hakkından çok, “zamana bağlı tahsis” (leasehold) hakkı ile araziden yararlanırlar. Dolayısıyla kapsamlı planlamanın en üst örneğidir Singapur. Gökdelenlerini de yapar, yeşil alanını da korur ve o yüksek yapılarla eski Çin Mahallesi’ni bağdaştırmayı da bilir.

Ülkemizde ise mülkiyet artık Osmanlı dönemindeki gibi zilyetliğe dayanan görelilik özelliğinden arınmış, Yurttaşlar Yasası (Mülkiyet Yasası olarak da bilinir) ile mutlaklaşmıştır. Sonuç olarak, bizler de arazinin mutlak getirisi peşinde koşuyoruz. Toplum içinde yeni ittifaklar oluşturulmadıkça, üretken sermaye araziyi bir getiri öğesi değil, bir kamusal alan olarak görerek yönetimlerle işbirliği yapmadıkça, sağlıklı kentlerin üretilmesi zor görünüyor.

1. Gallion and Eisner, 1963, The Urban Pattern, Van Nostrand Co.

Necati İnceoğlu

Prof. Dr., YTÜ Mimarlık Bölümü

KENTSEL POLİTİKA

* Tarih boyunca ülke ve Kent yöneticilerinin kalıcı bir iz bırakma eğilim ve istekleri olduğunu biliyoruz. Kentler ve mimarlık açısından sorunlu olan bu tavrı anlamak zor değil. Belki de bu içgüdü ve dürtü bunca yapının günümüze kadar gelmesine neden oldu. İz bırakmak, anılmak, unutulmamak, bir imza olmak yöneticilerin bir rüyası olmuş. Antik kültürlere baktığımızda onlardan günümüze kalanların çoğu kentlerle ya da yapılarla ilgili. Kalıcı olması istenen bu izin gerçekleştirilmesindeki en kolay alanlardan biri de mimarlık ya da kent mekânları. İskender adına inşa edilen şehirler, Constantinopolis, Valens Su Kemerleri, Süleymaniye ya da Sultanahmet Camisi ve benzeri binlerce kent ve yapı yapımcılarının adını kendileriyle birlikte kalıcı kılmışlar.

Yapıyla, mimarlık yoluyla tanınmanın, unutulmamanın kalıcı izler bırakmanın yolu bazen da yok etmeyle gerçekleşmiş. Efes’teki Artemis Tapınağı’nı yakan Herostratos’un adı mimarınınkinden daha çok bilinir. Bu nedenle bir yapı yoluyla tanınmış olmaya her zaman olumlu bakıldığı söylenemez Yapısal olarak kalıcı bir iz bırakmakla birlikte Menderes ve Dalan operasyonları gibi arkasında ağır bir eleştiri ve tartışma bırakanlar da var.

“Kent içinde farklı kullanım şartları altında yeterince değerlendirilememiş, düşük yoğunluklu, potansiyel kullanım alanları olarak geliştirilebilecek yerlerin” çok amaçlı yeni işlevler yüklenmek üzere, bir hükümet politikası çerçevesinde uluslararası yatırım piyasasına sunulduğunu görüyoruz. Bu alanlar için düşünülen projelerin kentin ve kentlinin yaşam kalitesini yükseltmeye yönelik olup olmadığı sorusunun yanıtı bazı projeler için daha açık ve kolay. Örneğin, 4. Levent’te Eski Otobüs Garajı yerinde yapılacağı duyurulan Dubai Kuleleri, bırakacağı savunulan birkaç yüz milyon Dolar dışında, kentin ve kentlinin yaşam kalitesine bir şey katmayacak gibi görünüyor. Şu anda yetersiz olan altyapının, gelecek yeni yük nedeniyle felç olma olasılığı var. O yapısal yoğunluk içinde yeşil alan olarak kullanılabilecek son yer bu yolla kaybolacak. Spekülatif bir alan olmakla birlikte medyaya yansıyan görüntülerden çevre estetiğine getirilen yeni değerlerin olumlu olduğu da söylenemez.

Haydarpaşa’da önerilen yedi kulenin ise tartışılacak daha farklı yönleri var. Bir planlama çalışmasının, ya da ayrıntılı bir tasarım programının üzerine kurulmadığı bilinen projenin bütünüyle yeni bir kent imajı üretmeye yönelik olduğu anlaşılıyor. Öneri bir yandan Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet’in oluşturduğu manzarayı olabildiğince tüketmeye, diğer yandan kent için yeni bir sembol olmaya yönelik. İstanbul için bu tür simge sembol arayışlarının sonu gelmiyor. Bir zamanlar Rumelihisarı sırtlarında onlarca metre yüksekliğinde Fatih Heykeli dikme isteği bu türdendi.

Haydarpaşa önerisi, 18. yüzyılda Batılı ressamların şakacı-eğlendirici bir tarzda yaptıkları “capricio resimler”e benziyor. Bu tarzda ressamlar sevdikleri bir binayı gene beğendikleri başka bir bağlam içine yerleştirirlerdi; Köln Katedrali’ni alıp Venedikte’ki San Marco Meydanı’na monte etmek gibi. Haydarpaşa’daki yedi kulelere ve Dubai Kuleleri denemelerine nelerin olamayacağını gösteren araçlar olarak bakılabilir. Yoğunluğu ya da yükseklikleri kontrol etmek için yapılan sonra da bir kenara bırakılan eskizler gibi. Dubai Tower’ın da bu tür bir “capricio” olmasını dileyelim.

KENTSEL PLANLAMA

* Planlama ilkeleri ve anlayışı üzerine kurulmuş bir merkezin, ‘Metropolitan Planlama Merkezi’nin, parsel düzeyinde, genel planlama kararları dışında oluşan önerilerin arkasında olması düşünülemez. Metropolitan Planlama Merkezi’nin bu konudaki net tavrı yazılı ve görsel medyada açık olarak ortaya konmuştu.

İstanbul Metropolitan Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi’nde, İstanbul’un önemli bazı noktalarında kentsel tasarım projeleri hazırlamaktadır. Bu projeler planlama çalışmalarıyla uyumlu olarak yürütülmektedir. Bunlara örnek olarak, Kartal ve Pendik arasındaki terk edilmekte olan sanayi alanlarının ve Küçükçekmece Gölü’yle Marmara Denizi arasında kalan alanın dönüşüm projeleri; kısa bir süre önce yarışmaya çıkartılmış olan Beylikdüzü Kentsel Tasarım Projesi; Zeytinburnu gibi deprem riski altında bulunan konut alanlarının; Küçükçekmece Yarımburgaz gibi yeni konut alanlarının tasarım projeleri gösterilebilir. Bu alanların ortak özellikleri bir kısmının sanayi tarafından terk edilmekte oldukları, ya da planlı bir dönüşüm gerçekleştirilemediği durumda çöküntü bölgesine dönüşme olasılıklarıdır.

Bu projelerin planlama kararlarıyla uyum içinde olmasına, mevcut alt yapıya yeni yükler getirmek yerine, bunu rahatlatan çözümler olmasına özen gösterilmektedir. Örneğin Kartal-Pendik Sanayi Alanları Dönüşüm Projesi’nin amaçlarından biri İstanbul’un doğu yakasını yatakhane-şehir haline getiren tek merkezliliğe karşı, bu bölgede tasarlanacak kültür, iş ve yönetim merkezleriyle yeni bir çekim alanı yaratmaktır.

Kentsel dönüşümle ilgili hukuksal mevzuatın yetersiz olduğu bilinmektedir. Şu anda dönüşüm projelerinin gerçekleşmesindeki en önemli engel, dönüşümle ilgili hukuksal durumun yetersizliği, belirsizliği ve bürokrasinin karmaşık ve ağır yapısıdır. Diğer yönden dönüşüm alanlarındaki konutların bir bölümünün ruhsatlı, bazılarının kaçak, bazılarının ruhsatlı ama sonra kaçak olarak büyütülmüş olmak gibi çok karmaşık mülkiyet ve hak sahipliliği sorunları bulunmaktadır. Sorunun çözümü dönüşümle ilgili hukuksal mevzuatın hızla tamamlanmasına ve sağlıklı bir planlama yaklaşımına bağlı görünüyor.

* İstatistikler İstanbul’u ziyaret eden turist sayısında hızlı bir artış olduğunu ve bu artışın devam edeceğini göstermekte. Bu eğilime paralel olarak turizm yatırımlarının artması da kaçınılmazdır. Bu yatırımlar da hedef olarak Salıpazarı, Haydarpaşa gibi denizle ilişkisi olan yerleri seçmekteler. 1980 sonrası Antalya Beldibi turizm alanları projesi benzeri bir mantıkla sahildeki orman alanlarının içinde yer almıştı. Sahiller yalnız yüksek gelir gurubuna hizmet eden konforlu otelleri değil, orta gelir gurubunun ikinci konutlarını da çekti. İkinci konut yağmasına uğrayan Silivri-Tekirdağ ya da Ayvalık- Dikili-Kuşadası sahilleri benzer kaderi paylaştı.

Mimarlıkla ilgili olarak yapılmış karikatürler vardır; mimar, yapımcı, bürokrasi hepsi mimarlığa başka bir gözle bakarlar. Ama bu karikatürlerde kimse kullanıcının gerçek isteklerinin farkında değildir. Bu tür alanlara bu gözle bakarsak ilgili tarafların istek ve beklentilerinin birbirinden çok farklı olduğunu görüyoruz. Politikacılar bu alanlara kent imgesine görkemli bir katkı, ekonomik ve biçimsel yönden rant getiren bir yer olarak bakıyorlar. Mal sahibi için o alan maksimum kâr aracı, mimar için mesleğinin iyi bir uygulama alanı. Bu arada çevre sakinlerinin ihtiyaçları bir kenarda kalıyor.

KENTSEL SAĞLIKLILAŞTIRMA

* İstanbul’da dönüşüme neden olan köklü müdahalelerin temel nedeni, genellikle ulaşım için yeni yollar yapmak olmuştur. Örnek olarak İstanbul’daki Saraçhane–Unkapanı aksı gösterilebilir. Unkapanı Bulvarı’nın ulaşıma bir çözüm olarak açılması, daha önce bütünlük ve süreklilik gösteren Suriçi kent dokusunu, Fatih-Zeyrek tarafı ile Saraçhanebaşı- Beyazıt tarafı olarak ikiye bölmüştü. Bu yarayı onarmak, Bulvar’ın Küçükpazar tarafına doğru sağlıklı bir gelişimi sağlamak amacıyla Manifaturacılar Çarşısı Projesi yarışmaya çıkartıldı; başarılı bir mimari ürün olan Doğan Tekeli, Sami Sisa projesi burada gerçekleşti. Ama yalnız yol açmaya dayanan proje işlevsel ve strüktürel yapısıyla planlı bir kentsel dönüşüm kapsamında ele alınmadığı için, Manifaturacılar Çarşısı Küçükapazar konut bölgesiyle bütünleşme olanaklarını bulamadı. Tarlabaşı Caddesi’nin bugünkü durumu da böylesine telaş içinde verilmiş kararların ürünüdür.

Adnan Menderes ve Dalan projelerinde de benzer ve hızlı alınmış kararların etkisi görülüyor. Vatan Caddesi açılmadan önce o bölgede bir yenileme gereksinimi vardı. Fakat yapılan uygulama ulaşım dışında bir çözüm getirmiyor, buna karşılık bölgedeki dokuyu tahrip ediyordu. Aynı şeyler Dalan’ın Haliç düzenlemeleri için de söylenebilir. Haliç’in güney kıyılarındaki bozulmayı, oraların kömür ve kereste depolarının doldurduğu bir çöküntü bölgesine dönüşmüş halini hatırlarız. Ama burası için de kapsamlı bir kentsel tasarım programı oluşturulmamıştı. Bu proje de bir ulaşım ve yeşil alan projesi olarak kaldı. Dalan projesi, o yöredeki tarihî eserlerin bazılarını yok etmenin ötesinde, oradaki kültürel katmanlara önem vermediği için eleştirilmeliydi. Karşı çıkılması gereken dönüşüm değil, bunun tarihsel ve diğer çevresel referanslar dikkate alınmadan projenin bir ulaşıma çözüm olarak görülmesidir.

Her dönüşüm öngörülen bir vizyona göre kendi kriter ve referanslarını oluşturmalıdır. Buna bağlı olarak dönüşümü geçmişi değerlendiren, geleceğe yönelik bir kararlar dizisi olarak ele almak mümkündür. Dönüşüm projelerini bekleyen en büyük tehlike bütün bölgeyi tek bir uygulama alanı olarak ele almaktır.Bu büyüklükteki alanlar için ortak bir vizyon saptanabilir; ama ortaya çıkacak her alt problem alanı kendi kriterlerini o yere özgü olarak oluşturmalıdır. Bu büyüklükte bir alan yok sayılıp içine bir şey doldurulduğunda, ki bu genellikle ulaşım ya da tarihsel biçimlere gönderme yapan bir yaklaşım oluyor, bağlamdan kopuk bir kolaj kaçınılmazdır. Yapılacak şey o bölgeyle ilgili referans sistemini oluşturmak, her bireysel alan için saptanmış vizyon doğrultusunda ayrı bir yaklaşım sergilemektir.

* İstanbul’un öncelikli yeşil alan sorunu milyonların yaşadığı ve sahile denizli bağlantısı koparılmış, Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa gibi eski, Birinci ve İkinci köprülerin yapımıyla, çevre yolları boyunca plansız olarak kuzeye doğru, orman alanlarını ve su havzalarını tehdit ederek büyümüş olan yeni yerleşmelerdedir. Bu yeni konut alanlarının planlı bir merkezleri olmadığı gibi, bu bölgeler rekreasyon amaçlı yeşil alanlardan da yoksunlar. Diğer önemli bir sorun bu geniş konut yerleşmelerinin Marmara Denizi’nin doğu ve batı kıyılarındaki rekreasyon imkânlarına ulaşmalarındaki güçlüktür. Yeni dönüşüm projelerinin bir anda bu sorunu çözmesi beklenemez; olayın tanılanması ve çözüm üretmeye başlanması bile olumlu bir girişim gibi görünüyor.

Ruşen Keleş

Prof. Dr., Ankara Universitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi

KENTSEL POLİTİKA

Siyasal iktidarın, merkezî yönetim eliyle gerçekleştirmeye çalıştığı projeler, siyasal iktidarların genellikle yeğledikleri türden, göze batan, yığınları etkilemesi olası olan, oy getirisi yüksek sayılabilecek girişimlerdir. Bunları çeşitli açılardan değerlendirmek, eleştirmek olanağı vardır.

Bir kez, ülkesel fiziki plan anlayışına ters ve kentlerin imar planlarını dikkate almayan bir yaklaşımla başlatılmakta olmaları, siyasal iktidarın planlamaya olan inançsızlığını simgelemektedir. Bu gerçekte şaşılacak bir durum değil; çünkü, izlenmekte olan ekonomi politikası, plandan olabildiğince uzaklaşmayı zorunlu kılıyor.

İkinci olarak, yapılmak istenenler daha çok ekonomik arayışlarla ilgili nedenlere dayanıyor. Böyle bir yaklaşım, ekonomi dışındaki tüm etmenlerin gözardı edilmesi anlamına gelir. Daha açık bir anlatımla, devlet ve siyaset adamlarının dillerinden hiç düşürmedikleri sürekli ve dengeli (sürdürülebilir) gelişme ilkesine içtenlikle inanmakta olmadıklarını gösterir.

Üçüncü olarak da, söz konusu ekonomik kaygılar, kent, toplum ve ülke ekonomisine bir katkı sağlamaktan çok, gelir dağılımındaki dengesizliği daha da artırması, iş çevrelerinde sermaye hareketlerini hızlandırması beklenen türden beklentilerle ilgilidir. Dolayısıyla, söz konusu projelere karşı çıkmanın ülkenin ekonomik yönden gelişmesine karşı olmak biçiminde yorumlanmasına olanak yoktur. Yapılmak istenenler, bireylerin, ekonomik gücü elinde bulunduranların çıkarları toplandığında toplum yararına eşit bir sonuca varılmış olacağı biçiminde yanlış ve modası geçmiş bir kamu yararı anlayışını yansıtmaktadır.

Dördüncü nokta, işin özünden çok, yöntemiyle ilgilidir. Bu da, yapılmak istenenlerin halktan, kenttaştan, ilgililerden sanki kaçırılıyormuş gibi, bir gizlilik içinde gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır. Kuşku yok ki, ülkeye aktarılmaya çalışılan "saydam' yönetim ilkesiyle bu durumun bağdaştırılmasına olanak yoktur. Saydamlık kuralını yasalara yerleştirip uygulamamakla, yasalara hiç koymamak arasında fark yoktur.

KENTSEL PLANLAMA

Söz konusu projeler, kent ve ülke ekonomisini dünyaya egemen kılınmak istenen kapitalizmle bütünleştirme amacını gütmekte olduklarından, önlerindeki tüm engelleri ortadan kaldırmak, siyasal iktidar için adeta bir görevdir. “Dünya kenti” kavramını ortaya atanlar da bu amaçla yola çıkmışlardı. “Dünya Kenti İstanbul” kavramını yazılarında işleyen bilim insanları, İstanbul'un kapitalizm ile bütünleşme işlevini daha iyi yapabilmesi için aynı yöntemleri salık vermişlerdir. Kaldı ki, günümüzde siyasal iktidarı ellerinde tutanlar için dışarıdan bir baskıya, dayatmaya da gerek yoktur. Çünkü, ülkenin her varlığının, tarih, kültür, doğa ve mimarlık değerinin "pazarlanması" gereği bizzat hükümetin başı tarafından açıkça dile getirilmektedir. Devlet yönetimini yöneticiler ve plancılar yerine pazarlamacılara emanet etmenin sonuçlarıdır bunlar. Plan, onu yapanların dünya görüşlerine bağlı olarak, toplum yararına da yönelebilir, yağmacılığın güvence altına alınmasına ve yasallaştırılmasına da... İster tartışılmakta olan projeler olsun, ister kendine özgü koruma mekanizmaları oluşturan seçkin sitelerin yer aldığı oturma alanları olsun, isterse yabancı sermayeyi daha kolay çekmek için özel yasalarla oluşturulan endüstri bölgeleri olsun, hepsinde ortak özellik plan karşıtlığı ve plan düşmanlığıdır. Plan, "yurtseverligin”, 'ilerlemenin", "kalkınmanın" önündeki bir engel olarak, bir ayakbağı olarak algılanmaktadır. Bu anlamda, Dünya Bankası'nın yakın bir geçmişte yayınlanmış olan Yıllık Dünya Gelişme Yazanağı'nın başlığına ters bir uygulama söz konusu olmadığı belirtilebilir: "Planı Bırak, Piyasaya Bak" (From Plan to Market).

SAĞLIKSIZ KENT DOKULARINI SAĞLIKLI KOŞULLARA KAVUŞTURMA

Kaçak yapılardan oluşan, plansız ve düzensiz, alt yapısı yetersiz ve sağlıksız, çevre ölçünleri çağdas bir yaşam düzeyini yansıtmaktan çok uzak olan çirkin kent dokularını sağlık, esenlik, güvenlik yönlerinden çağdaş bir düzeye yükseltebilmek elbette gereklidir. Bu amaca ulaşabilmek için, Türkiye'de en az 50 yıldır çabalar harcanıyor. Düzinelerle yasalar çıkarılmıs, paralar harcanmış, planlar yapılmış, nutuklar atılmıştır. Ne yazık ki, iyileştirme (ıslah), önleme ve yıkma (tasfiye) yöntemlerini uygulayarak bu alanları kentlerin sağlıklı parçalarıyla her anlamda bütünleştirmede başarı sağlanamadı. Temel neden, olgunun nedeni yerine sonuçlarıyla uğraşmanın bir yarar sağlamaya yetmeyeceği gerçeği idi. Topraktaki özel iyelik (mülkiyet) hakkının topluma karşı belli bir sorumluluk duygusu ile kullanılması gereği hep gözardı edildi. Birey bu konuda üzerine düşeni yapmayınca, kamunun devreye girmesi gerekirdi. O da işlevini yerine getiremedi. Böylece, iyelik hakkının toplum yararına kullanılması gereğini vurgulayan Anayasa'nın ilgili kuralı (Madde 35) fiilen kağıt üzerinde kaldı. Gecekondu alanlarını sağlıklı koşullara kavuşturmayı amaçlayan projelerden en önemlileri olan, 1990'lı yıllardaki Ankara kentsel dönüşüm projeleri (Portakal Çiçeği ve Dikmen vadileri), kamu eliyle yaratılan toprak rantının yine kamu öncülüğünde gecekondu sahipleriyle "paylaşılması" esasına dayandırıldı. Ve bu projeler kimi çevrelerden kanımca hiç de haklı olmayan bir övgü aldı. Şimdi, bir süreden beri gerçekleştirilmeye çalışılan ve yasal kılıfı da hazırlanmış olan "kentsel donüşüm" çalısmalarının, eskisinden hiç de farklı olmayan hareket noktalarından yola çıkılarak gerçekleştirilmek istendiği açıkça görülüyor. Yöntem aynı yöntemdir. Demek ki, sosyal demokrat ve liberal partiler bu konularda farklı anlayışlara sahip değiller. Birey ile toplumun çıkarları arasındaki dengeye kısa dönem ve uzun dönem çözümlemeleri çerçevesinde bir doğrultu çizmedikçe, kent toprağını, arsayı, kimileri gibi "üretilebilir" bir meta saydıkça, toplum yararını gerçekleştirme işlevini bencil çıkarlarından baska kaygısı olmayan bireylere ve sermayeye emanet ettikçe, korkarım ki, değerli meslektaşım Zekai Görgülü'nün belirttigi gibi, "Kentsel dönüşüm, kentsel rantın yeni adı" olacaktır.

Hülya Turgut Yıldız

Prof. Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü

“Kentsel Politika”, ”Planlama” ve “Sağlıklılaştırma”, farklı ölçeklerin konuları ise de içerik olarak bir bütün içinde tartışılmalı ve irdelenmelidir, düşüncesinden yola çıkarak bütün sorulara tek bir saptama, yorum ya da yanıt ile katılacağım. Konuya Çağlar Keyder’in çok önemli bulduğum bir saptaması ile başlamak istiyorum:

“Çoğunlukla, İstanbul’un, Doğu ile Batı arasında, İslam ile laiklik arasında bir köprü, ya da bunlar arasındaki bir mücadelenin arenası olduğu düşünülür. Oysa İstanbul, bu tür klişelerin ötesinde, kentin ruhu ve kentte yaşayanların kimlikleri üzerinden sürüp giden bir mücadelenin biçimlendirdiği daha karmaşık bir kenttir. “İstanbullular”, küreselleşmeyle değişen bir İstanbul ve küreselleşmenin kente taşıdığı dönüşümlere direnen, anlamaya, uyum sağlamaya çalışan, bozup yeniden şekillendiren ve uyum sağlayan ile anlayıp uyum sağlamaya çalışan iki farklı insan gibidirler. İstanbul her zaman, ikiliklerin, kırılmaların ve kutuplaşmaların kenti olmuştur. Bu karakterine rağmen yine de İstanbul, hiçbir zaman, bugün sahne olduğu kadar keskin bir heterojenlik niteliği sergilememiştir. 1980’lerin başlarıyla birlikte kent, küreselleşme, liberal ekonomi, hızlı kentleşme ve teknolojik ilerlemeleri içeren bir dizi dönüşümün etkisiyle hızla değişime uğramaktadır.

(Keyder, Ç. 1999, Istanbul in Between the Global and the Local, Metis Yayınları, İstanbul.)

Bu değişimin çok boyutlu sonuçları, mimari ve kentsel biçimlenişlerde olduğu kadar, sosyal ve kültürel normlar, davranışsal ilişkiler ve yeni faaliyet biçimlenişleri üzerinde de kendini belli etmektedir. Sermayenin dolaşım hızının artması ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler ile gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelen tüketim eylemi, kentin sosyal ve fiziksel biçimlenişinde oldukça önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Simülasyonlar, hızla akıp giden imgeler ile gündelik yaşam içinde karşılaşılan her şeyin deneyim olarak metalaştığı küresel kentler içinde, mimarlık ürünleri de, tüketimin hem nesnesi hem de öznesi olarak yeniden tanımlanmaktadır. Ele alınan iş ve alışveriş merkezleri, lüks konutlar, kültür ve turizm yapılarının tasarım anlayışlarında, ticari hedefler taşıyan ortaklıklar barındırdıkları gözlenmektedir. Kendi içlerindeki benzerliklerin yanısıra, bu mekânların, küresel olmaya aday kentler için önemli birer yatırım aracı olarak görülüp kentsel peyzaj içinde yerlerini almaları, kentlerin küreselleşmesi sürecinde öne çıkan biçimsel benzerliklere de işaret etmektedir.

Oysa, İstanbul bütün bu süreçleri çok acımasızca yaşıyor olsa da, kendi kimliği ve tarihi olan, yeterince tanınmış ve bilinen, benzersiz bir küresel metropol olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle İstanbul’u bir yatırım aracı olarak görmeden, tanıyarak, bilerek, analiz ederek ve yorumlayarak, geçmişini gözardı etmeden ve geleceğini irdeleyerek çözüm aramak gerekir. Başka toplumların ve ülkelerin mimarlık ürün ve davranışları örnek alınabilir, ama köklü ve doğru örnekleri… Sonradan oluşmuş ve zenginleşmiş toplumlar -New York, Hongkong, Dubai- değil; Roma, Paris, Londra, Madrid örnek alınabilir. Bu bağlamda, öncelikle mimarlık tarihine unutulmayan yapılar vermiş İstanbul’a yeni eklemlelenecek binaların kente ne değer katacağının çok boyutlu ve katılımcı bir yaklaşımla tartışılması gerekir. Yeni yapılacak binaların yeri ve konumu, işlevi ve özellikle İstanbul’un ekonomik değerine katkısı iyi irdelenmişse, mimari kalite doğru yöntemler ile üst düzeyde tutulabilr. Bu noktada “mimar” olarak üzerimize düşen görev ve sorumluluk ise sadece tek bina ölçeğinde mimari kaliteyi yakalamak ya da son günlerin önemli bir projesine imza atan bir mimarımızın dediği gibi “Yap dediler, ben de çizdim” yaklaşımı ile değil, akıl ve bilimin ve mesleki etiğin gerektirdiği gibi, bilimsel ve toplumsal yararları olduğuna inandığımız projelere imza atmaktır.

Kentsel dönüşüm ile ilişkili olarak sağlıklılaştırma konusuna gelince, ülkemizde giderek artan “yasadışı yapılanma”, “kentsel çöküntü alanları haline gelmiş tarihi yapı stoğu” gibi önemli nedenlerle gündeme gelen kentsel dönüşüm kavramı, özellikle büyük kentlerimizde yerel yöneticiler tarafından “yerleşik alanlarda imar haklarının arttırılması” olarak algılanmakta ve uygulanmaktadır. Kentsel dönüşümün sadece yerel yönetimlerin etkin rol aldığı bir süreç değil, kullanıcı ve koruma odaklı ve bütün kentsel aktörleri içine alan bir model haline getirildiğinde, gecekondu sorununa çözüm getirebileceği açıktır.

Bu icerik 2512 defa görüntülenmiştir.