309
OCAK-ŞUBAT 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA

Mimarlık Dergisi: 40. Kapı Açılırken Sözlü Kültür – Yazılı Kültür – Dijital Kültür

YücelGÜRSEL Mimarlar Odası 38. Dönem Genel Başkanı

İnsanlığın binlerce yıllık sözlü kültüründen, Dede Korkut Hikâyeleri’nden, Hint İran Arap söylencelerinden ve üç büyük tek tanrılı dinin değerleri içinden, alevi bektaşi düşüncesinden, tasavvuftan günümüze kadar uzanan gizemli, kutsal sayı KIRK. Hangi sayı bu kadar çok deyim, atasözü ve söylence ile birliktedir: Kırkı çıkmak, Kırk dereden su getirmek, Kırk tarakta bezi olmak, Kırk yılın başı, Kırklara karışmak, Kırk düğüm, Kırk geçit, Kırk yılda bir, Kırk kapının ipini çekmek, Kırk bir buçuk maşallah... Kırkından sonra saz çalan kıyamete çalar; Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır; Kırk yıllık Kâni olur mu Yani; Kırk hırsız bir çıplağı soyamamış.... Kırk haramiler, Kırk vezirler, Kırk gün kırk gece düğün, Kırklareli, Kırkpınar...

“Kutsal” kırkın gizemi, sanki, MİMARLIK dergisinin 40. yaşının kutlanmasına da özel bir anlam yüklememize neden olabilecek bir tarihsel döneme denk düşüyor. Mimarlar Odası’nın 50. kuruluş yılı hazırlıkları, UIA 2005 sorumluluğu, 3 Kasım seçimlerinin Türkiye’nin gündemine getirdiği yeni perspektifler, AB’ye girme, Kıbrıs sorunu, olası Irak Savaşı, fonda küreselleşme ve dijital medyanın mimarlığa, mimarlık dergi yayıncılığına etkileri.

Doğrusu her gündeme geldiğinde bana ilginç gelmiştir; Türkiye’de Mimarlar Odası 1954 yılında kurulmuş, İmar Yasası 1956’da yürürlüğe girmiş ama MİMARLIK Dergisi 1963 yılında yaşama başlamıştır. Mimarlar Derneği 1927’de kurulmuş, Arkitekt dergisi 1931 yılında yayına başlamış, 1980 yılında, 50 yaşında el değiştirmiştir. Bugün Mimarlar Derneği 75 yaşında ve yaşamına devam ediyor. Serbest Mimarlar Derneği’miz de var.

Denilebilir ki, bir mimarlık dergisini yaşama geçirmek ve sürdürmek, bir mimarlık örgütünü kurmak ve sürdürmekten daha zordur. NEDEN? Denilebilir ki, örgütler canlı sosyal varlıklar olarak, tutucu bir nitelik de alsa, zayıflasa, küçülse de, varolma içgüdüleri ile yaşama devam ederler. Hele tarihsel olarak, toplumsal bir meşruiyet ve yasallık kazanmışlarsa. Ancak bir dergi, doğrudan ticari kâr mekanizmaları rasyoneline ya da bürokratik zorunluluğa bağlı olmadan, varlığını ancak varlık nedeni ve konusu ile ilgili yenilikçi, canlı, yaratıcı olduğu sürece dünyayla ve bağlantılı toplumsal kesimlerle sağlıklı bir etkileşim içinde ise sürdürebilir.

MİMARLIK dergisi, hem kendisini ortaya çıkaran Mimarlar Odası’nın örgütsel geleneği ve dinamizmine, hem de başından beri kendisini yaşatan profesyonel ve amatör katkıların kalitesine bağlı olarak, Türkiye’nin kentleşme ve mimarlık serüvenini, yapı üretiminin çelişkili yapısını canlı bir şekilde yansıtmıştır. Sadece yansıtmakla kalmamış, başından bu yana modern bir toplumun oluşturulma sürecinde taraf olmuş, süreci etkilemeye çalışmış, Mimarlar Odası ile birlikte muhalif bir kimliğin, emekten yana demokrasiden yana, sol bir kimliğin temsilcisi olagelmiştir.

Bu yazıdan amaç, Dergi Yayın Kurulu’nun da belirttiği gibi MİMARLIK dergisinin 40 yılını değerlendirmek değil, bu 40 yılın temsil ettiği, bence genel olarak YAZILI KÜLTÜR’ün insanlık tarihinde bugün aldığı durum ve birikim çerçevesinde, bir gelecek vizyonu hakkında düşünce üretmeye çalışmaktır.

Baştan belirtelim ki, İmar Yasası’ndan önce, yasal bir meşruiyet kazanan mimarlar örgütlenmesi, ancak 9 yıl sonra MİMARLIK dergisini doğurabilmiştir. Bu doğumda, 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlükçü demokratik ortamın rolü ve harekete geçirdiği entelektüel potansiyelin önemi açıktır. MİMARLIK dergisinin nabzı hep Mimarlar Odası ile birlikte atmıştır. İstanbul’da ilk sayı ile başlayan planlı kentleşme, İstanbul planlaması mücadelesi, 1960’ların ikinci yarısında “Özel Okullar Devletleştirilsin” kampanyası, 1970’lerin başında “Kendi Gücümüze Dayanalım” kampanyası, aynı zamanda tüm topluma mal edilmiş dönemin simgesi niteliğindedir. 12 Mart sonrası 1970’lerin ikinci yarısına doğru Mimarlar Odası’ndaki potansiyel, TMMOB’yi de yönlendirecek ve yönetecek güce eriştiğinde, MİMARLIK dergisi de güçlerin merkezileşmesi eğilimi doğrultusunda örgütsel bir mutabakatla İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştır.

12 Eylül baskı dönemi ve sonrası, kişilerin ve toplumsal kesimlerin savrulmaları, iç değerlendirmeleri, kendi kendileri ile hesaplaşmaları, mimarlar toplumuna da yansımış, dergide öz ve biçim arayışlarını gündeme getirmiştir. 1980’lerin ikinci yarısı, içinde aktif olarak yer aldığım süreçte, Mimarlar Odası’nın örgüt yapısı, Türkiye çapındaki örgütlenme potansiyelinin ve arayışının önünü açarak, yeni şubelerin ve seçime dayalı temsilciliklerin örgütlenmelerini sağlamıştır. Bugün Mimarlar Odası ve MİMARLIK dergisi yayıncılığı 21 Şube, 79 Temsilcilik örgütlenmesi ile, Merkeze ilaveten 6 Şubenin çıkardığı mimarlık dergisi ile, hem Türkiye, hem AB standartlarının ilerisinde görünmektedir.

Özellikle incelemiş değilim; nüfusuna ya da mimar sayısına oranla bu kadar mimarlık dergisi çıkaran başka bir ulusal mimarlık örgütü var mıdır? 1970’lerde para ve insan gücü ziyanı olarak değerlendirilecek bu durum, bugün yaratıcılık potansiyelimizin ve demokratik anlayışımızın zenginliği ve göstergesidir. Yine de bu zenginliğin, lokalize olmayıp bir ana damarı, nehri beslemesi, tüm ülke ve dünya mimarlığı ile etkileşim içinde olması sorunu vardır.

Gelelim etkileşim, iletişim, dijital medya, küreselleşme, yapı endüstrisinin gelişimi, baskın küresel mimarlık kültürü, Avrupa Birliği’ne uyum, GATS anlaşmaları çerçevesinde bir mimarlık dergisinin alması gereken tavra, bu kavramlar ve durumlar karşısında mimarlık dergisi yayıncılığında vizyon (lar) sorununa. Konuya, bu kadar güncel kavramın ve durumun dayattığı düşünce mantığının dışına çıkarak, insanlık ve uygarlık serüveninin bütününe bakarak yaklaşmaya çalışacağız. Yazıya başlarken binlerce yıllık SÖZLÜ KÜLTÜR, yazının amacını ifade ederken YAZILI KÜLTÜR kavramlarını kullandım.

Bugün 40 yıllık MİMARLIK dergisinin yaşamını algılayabilmiş, yaşamış olanlar, lise münazaralarında sinemanın tiyatroyu ortadan kaldırıp kaldırmayacağını tartıştılar. Radyodan bilgiyi ve iletişimi demokratikleştirmesi beklenirken, en etkin bir biçimde faşizm tarafından kullanıldı. Televizyonun sinemayı yok edeceği iddia edildi; tiyatro da, sinema da yaşamına devam ediyor. Bilgisayar büyük bir teknolojik sıçrama idi, ama bilgisayarın telefonla birleşmesi, entegre olması gerçek bir devrim oldu. Ancak bütün bunlara karşın BİLGİ üretiminin ve dağıtımının demokratikleşmesi umutları ve beklentileri gerçekleşmedi. “BİLGİNİN” DAHA YAYGIN BİR BİÇİMDE PAZARLANMASI, “BİLGİ” PAZARININ BELİRLEYİCİ PAZAR OLMASI GERÇEKLEŞTİ. Bugün tiyatro, radyo, televizyon, yanyana içiçe yaşıyorlar. Yazılı kültürün etkin araçları kitaplar, dergiler, gazeteler bu ortamda varlıklarını sürdürmekteler.

Yeni bir durum olarak, dijital medya, yani bilgisayarın, telefon hatları ile (cep telefonu dahil) entegrasyonu, sözlü ve yazılı kültürü gereksiz hale getirecek bir dijital kültür sıçraması, devrimi yaratacak mı?... Temel sorun budur ve bu sorunun iki aksı vardır:

• Birinci aks dijital kültür karşısında sözlü ve yazılı kültürün gereksiz hale geldiği bir toplumsal yaşam doğru mudur, bu durum insani bir yaşam olabilir mi?

Bu sorun aynı zamanda televizyon ya da nükleer enerji karşısında insanlığın karşı karşıya olduğu sorunlar ve alması gereken tavırlardır. Yani teknolojik gelişmeler bizatihi iyi ya da kötü müdürler, yoksa sorun, bizim onları nasıl değerlendirdiğimiz midir?

• İkinci aks, dijital kültür; biz istesek de, istemesek de sözlü ve yazılı kültürü ortadan kaldıracak tasfiye edecek kaçınılmaz bir süreci mi işaret etmektedir?

Bu iki akslı soruya doğru cevap verebilmek için, eğer falcılık yapmayacaksak, sözlü ve yazılı kültür ilişkisinin tarihine ve durumuna bakmamız ve buradan geleceğe ilişkin bazı ipuçları yakalamaya çalışmamız uygun bir yaklaşım olabilir.

Anımsayacağınız gibi, 16-17 Eylül 2002‘de İstanbul’da gerçekleştirilen UNESCO Kültür Bakanları Toplantısı’nın konusu “Somut Olmayan Miras: Kültürel Çeşitliliğin Aynası” idi. Elbette ki, söz konusu olan miras, esas olarak sözlü kültür alanı, sözle devam ettirilen kültürler, yok olmakta olan dillerdi.

Sözlü kültür, yazılı kültür ilişkisinin çarpıcı bir biçimde incelenebileceği alan Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarıdır. Homer Kitabevi’nce dilimize kazandırılan “Homeros, Batı’nın İlk Ozanı” adlı kitabın yazarı Joachım Latacz, önsözünde:

“Homeros’u yaşadığı dönemin (İ.Ö. 8. yüzyılda Yunan halkı uzun bir sessizlik döneminden sonra hızla gelişen bir dinamizme geçer) bir temsilcisi olarak gören herkesin, onun zekâsını, sanatını ve cazibesini göreceğinden emin olmamdır” demektedir.

Kitabın Türkçe basımına önsöz yazan ve kendisini Truva kazılarına ve araştırmalarına adayan Prof. Dr. Manfred Korfmann ise:

“Büyük ozan Homeros Avrupa edebiyatının kurucusudur. Onun iki dev eseri, İlyada ve Odysseia, Yunanlıların yaklaşık 400 yıl yazısız yaşayıp İ.Ö. 800’lerde en çok kullanılan yazı biçimi ile Yunanca oluşmuş ilk edebi eserlerdir. (...) Anadolu İonyası’nda Avrupa edebiyatının ilk eserlerinin yanı sıra, Avrupa biliminin ve felsefesinin de ilk temelleri atılmıştır. İonya, Avrupa düşüncesinin doğuşu ile bağlantılı rasyonalizm (akılcılık) prensibinin de oluşum bölgesidir” demektedir.

Truva Savaşları’nın İ.Ö.1200’lerde oluğu bilinmektedir. İlyada ve Odyysseia destanları 400 yıl sözlü kültürde devam ettikten sonra, İ.Ö. 800’lerde Homeros tarafından yazılı hale getirilmiştir.

“Edebiyatın Yaratılışı” adlı kitabın yazarı Florence Dupont:

“Farklı biçimlerde olsa da, Yunanlılar ve Romalılar çağlara göre değişen oranlarda ve farklı kullanımlarda olmakla birlikte yazıyı ve sözlü dili her zaman bizler gibi eşzamanlı bir biçimde kullanmışlardır.”

“Sözlü gelenek Yunan mucizesinin merkezindedir. Felsefe sözlü olarak öğretiliyordu. Pythagoras (İ.Ö. 580-500) hiçbir yazı biçimini kabul etmiyordu, Sokrates (İ.Ö. 470-399) konuşur, yazmazdı. (Yazılı yapıtı yok. Y.G.) ... Yunan demokrasisi de temelde sözlü dile dayalı siyasal bir söz üzerine kurulmuştur.”

“Edebiyat gündelik hayat etkinlikleri içinden doğmuştur; bugün kitaplarda sözü mumyalaştıran yazılı kültürün, soğuk kültürün değil, her gün sıradan bir biçimde yaşanan,

bedenin ve müziğin hazlarına açık olan sözlü kültürün, sıcak kültürün ürünüdür. (...) Şiir şarkıcıların ve dinleyicilerin katılımıyla çoğalıyor, ayine dönüşüyordu. Yazı, tüccarların depo sayımı için gerekli olan bir araç olarak görülüp önemsenmiyordu. Edebiyat okunan değil, yaşanan bir şeydi.”

“Yazı, bir güç ve egemenlik aracı, dünyayı ele geçirmenin bir yolu olarak İskender döneminde ortaya çıktığına göre... Yunan kültürünün dayanağı ve taşıyıcısı olarak kitabın çoğalması özgürlüklerin sonuyla ayrılmaz bir bütün oluşturur; Makedonya emperyalizmi, İskenderiye Kitaplığı’nda zafer kazanır.”

Yazı, bir bakıma bir kitap içinde depolanan gücül enerjidir, ama sözce biçiminde yozlaşmış bir enerji, kömür ya da petrol gibi hareketsiz enerjidir. Bu enerji, aslında dile özgü olan dolayısıyla karşılıklı olarak aktarılan sözün yarattığı toplumsal iletişimin ve karşılıklı konuşmanın gerçekleşmesiyle dilin ortaya koyduğu yapılaşmanın enerjisidir. Ama bu enerjiyi serbest bırakmak için, sözcüklerin basit bir sözelleştirilmesi gibi alınması durumunda okuma yeterli olmaz, çünkü, sözceye bir olay içinde yer bulmasına, zaman içine almasına, gerçek bir sözcelem içinde yinelenmesine olanak tanıyan toplumsal durumu yaratmayacaktır. Bu nedenle, bir yolcunun trende, bir çocuğun tavan arasında yaptığı tek başına okuma, kültürel bakımdan yapılaştırıcı bir etkiden yoksundur; tam tersine yolcu ve çocuk, kaçmak, kendilerini çevreden yalıtmak için okumayı kullanmaktadır. (...) Okuma, sözceyi gerçekleştiren, kendisine uygun bir sözcelem veren ve böylece gücül enerjisini serbest bırakan toplumsal bir kurumla bütünleşmek zorundadır.”

Sözlü ve yazılı kültür ilişkisini, edebiyat gibi yaşamın bütün alanlarını kucaklayan bir alanda irdelemek, mimarlık gibi yaşamın tüm eylemlerini kucaklayan bir alana önemli ipuçları veriyor.

Beş duyu ile, beyinle, içinde gerçekleştirilen eylemlerle bir bütün olarak algılanan ve yaşanan mimarinin ve mimarlık kültürünün, yalnızca göze dayalı yazılı-çizili-sesli iletişim araçları ile dijital medya ile, toplumsal bir kültürün göstergesi olarak, diğer insanlara-mimarlara iletilmesi, gerçek ihtiyaçlara cevaplar verebilecek, yaratıcı toplumsal ve insani ortamlar ve bir mimari üretim yaratabilir mi ?

Yoksa mimarlar, ister yazılı kültürün, ustaca çekilmiş fotoğraflarla bezenmiş, tüketim ideolojisinin ikna edici metinleriyle desteklenmiş afyon nitelikli dergileri aracılığı ile olsun, ister çok daha etkili ve süratli hatta dijital bir etkileşim ağının düğüm noktasında olsun, tek başına bu etkileşimin avı olma durumunda mı olacaklardır? Kurumlaşmış mimarlık eğitiminin de durumu farklı değildir.

Mimarlık dergisi yayıncılığının, dijital medyanın gelişimine karşı tavrı, durumunu korumaya çalışmak, ya da bir savaşıma girmek değildir elbette de. Tam tersine, dijital medya olanakları ile akılcı bir biçimde, yerinde ve zamanında, ittifaklar kurmalıdır, ama aynı soydan geldiklerini ve aynı “amaç”lara alet edildiklerini gözardı etmeden. Kaçınılmaz bir eriyişten ve yok oluştan, birlikte alet olmaktan kurtulmak için en tutarlı yol, sözlü kültürle, insanlarla, insanların gözleriyle, sözleriyle kokularıyla, tenleriyle, tadıyla, beyni ile, eylemleri ile yaşanan mimari çevreyle doğrudan etkileşim ve ittifak içinde olmaktır.

Sözlü kültürle, yazılı kültür, Homeros’un İlyada ve Odysseia destanlarını yazmasından bu yana yaklaşık 2800 yıldır yanyana varoldular. Pek çok teknik buluşta olduğu gibi, yazının bir egemenlik aracı olarak kullanılması geliştikçe bu yanyanalık, yok edici bir düşmanlığa dönüştü.

Ama unutmayalım, küreselleşme sürecinin egemenleri için bile en yaratıcı ve tayin edici ortamlar, beyin fırtınaları ile, yuvarlak masa toplantıları ile, G7, G20 zirveleri ile, doğrudan, beş duyu ile, beyin ile, beden ile davranış ile karşı karşıya gelinen, etkileşim ortamlarıdır.

Sözlü kültür, yazılı kültür ve dijital kültür, küreselleşmenin, yok edici, tek tipleştirici, tüketici ideolojisinin, hegemonyasına ve saldırganlığına karşı, yaşamsal bir ittifak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

Aksi takdirde, insanlığın bir yanı, yaşamın CD’lere yüklenmiş mumyasını dijital mezarlığına gömme yolunda “teknolojik" devrimlerle adım adım ilerliyor görünmektedir.

1 Latacz, J. 2001, Homeros: Batı’nın İlk Ozanı, çev. Devrim Çalış Sazcı, Homer Kitabevi, İstanbul; önsöz.

2 Latacz, J. 2001; sonsöz.

3 Dupont, F. 2001, Edebiyatın Yaratılışı, İletişim Yayınları, İstanbul; 17.

4 Dupont, F. 2001; 19.

5 Dupont, F. 2001; arka kapak.

6 Dupont, F. 2001; 20.

7 Dupont, F. 2001; 320.

Bu icerik 1580 defa görüntülenmiştir.