309
OCAK-ŞUBAT 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA

YAYINLAR



KÜNYE
DEPREM

Tarihe Belge Bırakmak: Kalıcı Deprem Konutları Üzerine

1999 Marmara Depremi’nin ardından, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı eliyle hızlı bir biçimde gerçekleştirilen “Kalıcı deprem konut bölgeleri” üzerine, 18 Kasım 2002 tarihinde, Mimarlar Odası Genel Merkezi’nde bir yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirdik. Dergi Yayın Kurulu adına Kadri Atabaş’ın katılımı ve Oktay Ekinci’nin başkanlığı, Murat Balamir ve Baykan Günay’ın danışmanlığı ile yapılan toplantıya, yapımı gerçekleştirilen projelerin müellifleri konuk oldu. Selda Gümüşdoğrayan, Adil Hakyemez, Mine Karataş, ve Semra Teber’in proje müellifi olarak katıldığı toplantıya, Atilla Şengonca mazeret bildirerek katılmadı. Depremin ardından hızla ve büyük bölgeler halinde, yapay biçimde geliştirilen ve toplamda 42.000 konutluk “konut kentler”in yaşama kavuşturulma çabalarında yaşanan sorunlar ve eksiklikler üzerine tartışılan toplantıyı, projelerle birlikte sunuyoruz.

Oktay EKİNCİ (Toplantı Başkanı): Dergi Yayın Kurulu’nun başkanı olarak Kadri Atabaş’ın, bu toplantıyı neden düzenlediğimize ilişkin bilgilendirmesiyle toplantıya başlayalım. Ardından, proje müellifi arkadaşlardan, kalıcı deprem konutları tasarımlarını gerçekleştirirken kendilerini olumlu ya da olumsuz en fazla etkileyen girdiler neler, onları alalım. Sonunda da Murat Balamir ve Baykan Günay’dan danışmanlarımız olarak, bu konudaki görüşlerini isteyelim.

Kadri ATABAŞ (Dergi Yayın Kurulu Başkanı): Bu toplantıya katıldığınız için öncelikle hepinize çok teşekkür ediyorum. Deprem konusunun, Türkiye ve mimarlık ortamının gündeminden düşmemesi için, MİMARLIK iki sayıdır deprem konusu üzerinde özellikle duruyor. Önümüzde, beklenen, üstünde çeşitli spekülasyonlar yapılan bir İstanbul depremi olgusu var; o nedenle, konunun gündemden düşmesini kendimiz açısından da istemiyoruz. Bunu yaparken de kamuoyuna karşı sanki “Bizim dışımızdaki dünya hataları yapıyor da, biz onun dışındaymışız” gibi de olalım istemedik. Derginin 307. ve 308. sayısında göreceğiniz gibi İzmit’te, doğrudan deprem bölgesinde bir açıkoturum düzenledik. Bu toplantıya, Mimarlar Odası’nın temsilcileri katıldılar ve orada, esas olarak “Bu deprem sürecinde mimarlar olarak ve Mimarlar Odası veya kurumlar olarak rolümüz neydi? Ne gibi yanlışlarımız ya da eksiklerimiz vardı? Bundan sonra ne yapalım?”ı tartıştık, yani bir tür kendi özeleştirimizi yapmaya çalıştık. Hem katılımcılar çok fazlaydı, hem de konular gerçekten çok yoğundu. Önümüzdeki yeni sayı için de, şimdi konuşacağımız 5 yerleşim alanını ve oradaki işleyen süreçleri ele almak istedik.

Bayındırlık Bakanlığı, özellikle deprem sonrası çıkardığı kanun ve yönetmeliklerle birlikte, sanki bu konuda başından itibaren kendi dediği gibi bir dünya kursaydı, her şeyi kendince çözebileceği imajını yarattı. Kendi dışındaki katılımlara oldukça kapalı bir süreç içinde, bir dizi yönetmelik ve genelgeyi peş peşe çıkardı. Bütün ikaz ve itirazlara rağmen de bu yolda devam etti. Bu toplantıda, öncelikle Bayındırlık Bakanlığı’nın çeşitli müelliflere ve gruplara verdiği kalıcı deprem konutları çalışmalarında nasıl davrandığını, Oda olarak merak ediyor ve tartışmak istiyoruz. Bunları da sizler, bu projeler vesilesiyle çok yakından yaşadınız. Bakanlık, bu projelerde kendi koyduğu süreçlere ya da ortaya çıkardığı bir yığın yazılı belgeye ne kadar uydu? Ne yaptı? Bunu merak ediyoruz; bunu sizlerle görüşmek ve tartışmak istedik.

İkincisi de, Bakanlığın bu proje süreçleri içerisinde -bizim duyumsamalarımız yanlış olabilir, ama- “çağdaş Türk mimarisi sentezi” veya ona benzer bir söylem içinde bir çerçeve çizmeye çalıştığı haberleri geldi. Gerçekten böyle bir süreç sizlere yansıdı mı? Yansıdıysa, bunlar projelerde ne kadar belirleyici oldu? Aynı konu tabii planlama düzeyinde de geçerli. Bu sorunlar sadece konutlar düzeyinde değil, doğrudan kentsel planlama düzeyinde; çünkü konuşulan alanlar küçük alanlar değil. Belki ufak ufak alanlar olsaydı, planlama anlamında çok önemli olmayabilirdi, ama büyükçe kent parçaları düzenlendi. Bu, kentsel tasarım bağlamında da bizleri çok ilgilendiriyor. Mesela Ankara Şube, kentsel tasarım üstüne bir bülten sayısı hazırlıyor, kentsel tasarım gittikçe önem kazanmaya başladı. Şehir planlaması, kentsel tasarım ve mimari bağlamda Bakanlığın önümüze koyduğu, kendince tanımlamaya çalıştığı çerçeve neydi? Depreme yönelik endişeleri ne oldu? Nasıl birtakım çözümler üretmeye yönlendirdi, merak ediyoruz.

Oktay EKİNCİ: MİMARLIK dergimize ve Dergi Yayın Kurulu’na böyle bir konuyu doğrudan doğruya proje müellifleri ve konu hakkında birikimli danışman arkadaşlarımızla birlikte tartışarak yayına dönüştüreceği için teşekkür ediyoruz. Gerçekten önemli bir deneyim yaşandı ve sizler mimarlık açısından bu deneyimin odağında yer aldınız.

Kalıcı konutlar, aynı zamanda birer yerleşme oluşturmaktalar. Bunlar, tek yapının ve mimari bir çabanın ötesinde, bir kentsel tasarım ve şehircilik çabasıyla beraber gerçekleşen projeler. Biz mimarlar, özellikle yer seçimleri konusunda öteden beri hep sancılıyızdır, bizim gönlümüze uygun yer seçimi olmadığı zaman gerilim içerisine gireriz. Sizler böyle bir süreç yaşadınız mı?

Bir diğer konu, anladığımız kadarıyla yer seçimleriyle ilgili. 25.000 ölçekten 5.000 ve 1.000 ölçeğe kadar imar planları üretilmiş. Bu imar planları size tasarımda yön verirken, bir mahalle ve yerleşim oluşturmada sadece konutlardan değil, onların sosyal ve kültürel tesisleriyle birlikte Anadolu yerleşmesinin gerektireceği bir dokuyu da mimari çalışmayla birlikte elde etme imkânı sağladı mı? Yoksa çok rastlanılan, imar planlarında olduğu gibi, sadece konut tipleri üstünde çalışmanızı mı yönlendirdi?

Bayındırlık Bakanlığı’nın tarihinde ya da bizim depremler tarihimizde diyelim, ilk kez iki şey oldu: Birincisi, Bayındırlık Bakanlığı bu tür projeleri kendi dışındaki mimarlık topluluğuna açtı. Bu ilk kez oldu, yani doğrudan doğruya bakanlık bünyesinde hazırlanan projeler olmadı ve mimarlık camiasından bu hizmet ve servisler alındı. Bunun pratikteki yansımalarının neler olduğunu sizlerden duymakta fayda var. Bir diğer konu da, tarihsel ya da geleneksel mimariyle çağdaş mimarinin uyumu ya da bir yöredeki yapılanmada, o yapılanmanın yöre karakteristiklerini çağrıştıran bir mimari üslupta olması konusu. Konu, yıllardır Mimarlar Odası’nın çeşitli platformlarında tartışma konusu olmuştur. Şimdi Bayındırlık Bakanlığı bunu radikal bir söylemle dile getirdi. Bu tasarımlar sizi nasıl etkiledi? Siz bu konuyu nasıl değerlendirdiniz?

Adil HAKYEMEZ

(Müşavir firma: Su Yapı Müh. ve Müş. A.Ş. Bölge: Gölcük ve Körfez Bölgesi):

Bu projeye gerçekten iddialı başlandı. “Çağdaş Türk mimarisi sentezi” diyerek iyi niyetlerle başlanan bu projenin en olumsuz tarafı, proje tasarım hizmetleri için öngörülen sürenin çok kısıtlı olması idi. Herşey çok sınırlı bir zamanın içine sıkışınca, bakanlıkça üretilen yerleşim alanı ve imar planlarına katıda bulunmak, geleneksel mimarinin sentez edilerek çağdaş yorumu ve farklı yapım teknolojileri ile proje üretecek gerekli zaman kalmadı. Kaldı ki bizler tarafından üretilen projelerin bakanlıkça incelerek onayı için gereğinden fazla zaman oluşmuştu. Bir diğeri ise kapalı ve açık çıkma yapmaya olanak tanımayan, mimari esnekliklere müsaade etmeyen statik sistemi çok güçlü kılmayı hedefleyen imar notları ve yönetmenlikleri ve deprem sonrası psikolojisi ile statik sistemi öne çıkaran ve bence mimariyi biraz daha ikinci plana düşüren bir proje dönemi yaşadık.

Birçok konu başlangıçtaki çerçevede kalmadı; konutların kat sayısından başlayarak değişiklikler gündeme geldi. Biz çok katlı donanımlarla başlamışken, deprem bölgelerinde bakanlıkça yaptırılan kamuoyu araştırmaları sonucu, depremzedelerin 3 kattan yüksek konutlarda oturmak istemedikleri ortaya çıktı. Dolayısıyla konutlar 3 ve 2 katlıya dönüştürüldü. 2 katlı konutlar ise üretilebilen yerleşim alanlarının sınırlı olması nedeniyle daha çok konut üretebilmek amacıyla iptal edilerek, yalnız 3 katlı konut planlamasına devam edildi. Bakanlığın farklı müşavirlik gruplarını bir arada ve benzer tutabilmek için iyi niyetle başladığı süreç, sonuçta, statiğin çok önemli ve bağlayıcı olduğu geleneksel yapı sistemi ile 3’er katlı ve bina içinde kullandığımız yapı malzemesini dahi bağlayan bir sürece dönüştü.

Kentsel tasarım ve imar planları yönünden neler yaptığımıza gelince; proje başlamadan zaten İller Bankası bu konuda bir çalışma yapmıştı. Bizler İller Bankası tarafından üretilen imar planlarındaki çok fazla eğimden kaynaklanan imkansızlıkların rehabilitasyonuna katkıda bulunabildik. Bizim bölgemizde yerleşim alanları çok parçalı idi. İçinde 2 veya 3 adanın bulunduğu 200 konutluk yerleşim alanlarının da olduğu toplam 7 bölgede sadece konut üretmekle sınırlı kalan bir planlama gerçekleştirdik. Sonuç olarak 3.000 konut planladığımız kendi bölgemiz için şunu söyleyebilirim; tasarım rahatlığı bulabileceğimiz büyüklükte yerleşim alanları olmayan parçalı bir planlama süreci yaşadık.

Mine KARATAŞ

(Müşavir firma: İnvesko İnş. Yat. Dan. Tic. Ltd. Şti. Bölge: Bolu-Merkez):

Öncelikle yaşadığımız süreçten bahsedersek, beraberce daha doğru sonuçlara ulaşabiliriz diye düşünüyorum. Bir kere şunu hatırlatmak lazım; müellifler olarak biz, bakanlıkla direkt irtibatta değildik. İhale yoluyla 5 müşavir firma işi almıştı. Müşavir firmalar, bildiğim kadarıyla, İnvesko, UBM + PETA + HIRA Ortaklığı, Prokon, Su Yapı ve Yüksel Proje’ydi. Ben İnvesko firmasının projelerini çizdim. Benim şansım belki de, İnvesko firmasının mimari proje grubu tam olarak oluşmadığından, bakanlık görüşmeleri sürecinde müellif olmaktan öte, biraz da İnvesko adına yetkili olarak çalıştım. Bunun hem avantajını, hem dezavantajını yaşamış oldum.

Zaten işin sorumluluğumuzdaki bölümünün adı proje müellifliği değil, tasarım hizmetleriydi. Tasarım hizmetleri, yapılan çalışmaya çok farklı bir anlam yüklüyordu veya ben öyle çalıştım. Meslek hayatım boyunca hep eksikliğini hissettiğim, hiçbir zaman çok küçük toplantılardan öteye götüremediğimiz bir proje üzerinde, teknik elemanların grup çalışmasını yapabildik burada. Bakanlıkla, hem onun alt kademesi ve ne istediğini bilen sorumlu bir mimar, hem de ona bağlı makine mühendisi, elektrik mühendisi, tesisatçısı ve bütün şubelerle direkt görüşen, sorumluluğu alan bir mimar olarak çok yoğun çalıştık. Benim için çok güzel bir çalışmaydı, bütün zorluklara rağmen çok büyük bir tat aldım. Tabii onu yaşarken çok zorlandık, ama sonra dönüp geriye baktığımda çok güzel bir süreç olduğunu düşünüyorum. Olayın psikolojisi böyleydi.

Benim çalışma alanım Bolu ve Düzce’ydi. Çalışmaya önce Bolu’dan başladık. Bolu’da mevcut imar planına ek, yeni imar plan tadilatıyla kazanılacak bir alan vardı. Çalışmaya başladığımda, imar planı bakanlıkça yapılmıştı. Ada büyüklükleri, kentsel tasarım konularında bir takım sorunlarla karşılaştık. Öyle bir vaziyet planı üzerinde çalışıyorsunuz ki, adaya araba trafiğini alamıyorsunuz. Aceleyle oluşturulmuş, detayına girilmemiş planlamalar mevcut. Müracaat ederek bir taraftan yaya yollarının düzeltilip, normal trafik yolunun açılmasını veya bir plan notu ekini istiyorsunuz; bir taraftan da altyapı projeleri oluşturulmamış. Bu konular direkt olarak ihale bedelini etkileyen ve sonuçta önemli problemlere yol açabilecek sorunlar.

Deprem psikolojisiyle tamamen statik sistem öne çıkartılmıştı. Nasıl bir mimari çözeceğiniz değil, en önce binayı nasıl taşıtacağınız soruluyordu. Bunun yanında, vaziyet planları ve mimari projeler açısından çağdaş Türk mimarisi örneğinin oluşacağı düşüncesiyle, eleman etüdlerini ve yerleşim düzenini planlama düşüncesi ön plana çıkıyordu. Zannediyorum o kadar fazla sunuş yapmamızın sebebi de oydu. Çok kısa sürede alternatifler sunduk, alternatifler içerisinden seçme yapıldı. Seçme yapılırken onlar seçimi yaptılar gibi gözükse de, kendi adıma ben istediklerimi seçtim; çünkü sonuçta anlatan bendim. Tereddüt ettiklerinde, “Ben bunun yapılmasını istiyorum, gerekçesi de bu.” diyerek, kendi adıma şanslıydım, uygulattırabildim.

Bolu’da ilk çalışmayla sunulan proje tipleri, arazinin yapısına uygun, çok eğimi olmayan tip projelerdi. Vaziyet planlarında da orada özel bir çalışma yaptık; kentsel tasarım açısından eğrisiyle doğrusuyla çalıştığım, bittiğinde de yaşayan insanlarla görüşmelerden doğru yapıldığına inandığım bir çalışma oldu. Bolu’daki yerleşim, kentsel tasarım çalışması yapıldığını zaten vurguluyor.

Bolu’daki yerleşme inşaat aşamasındayken, Düzce projesi başladı. Düzce, fındık arazilerinin yoğun olduğu, civarında imar planının hiç olmadığı bir yerdi. Çok büyük bir yerleşim merkezi yeniden oluşturuluyordu; o yerleşim merkezinin konut adalarını çözecektik, sonuçta istenen buydu. Ama imar plancı arkadaşımızla, yeni çözüldüğü için mecburen, ada büyüklükleri konusunda beraber çalışmak durumunda kaldık. Fakat arazi o kadar eğimliydi ki, gittiğiniz her 1 metrede 2 metre kot farkı vardı karşınızda. “Neden orası seçildi?” sorusuna aldığım cevap, müthiş sağlam bir zemin olmasıydı. Kamulaştırma problemleri ve zemin sağlamlığı açısından seçilen, ama çok zor yerleşimi yapılan bir alandı. Uzun süremiz olsa, o eğimi, farklı plan notları ve yönetmeliklerle çözsek, daha özel mülkiyetlerle ve çok şık bir yapılaşma tarzı da açığa çıkabilirdi. Fakat böyle bir standart içerisinde kentsel tasarıma gittiğiniz zaman çok zorlanıyorsunuz, elinizdeki projeleriniz tip projeler. Mevcut tip projeleri bodrum kat yaparak aynen uyguladık. En büyük problem oradaydı; mevcut tip projeleri koyduğumuzda, arazi eğimini iki bodrum kat kurtarmıyordu, üçüncü bodrum kata giriyorduk. Bu sebeple mümkün olduğu kadar eğime doğru, eni dar, eğime paralel olarak uzanan, statik açıdan da mahzur teşkil etmeyecek şekilde iki tip proje ilavesi yaptık. Dolayısıyla, Düzce’deki yerleşimin kentsel tasarımı özellik arz edemedi. Düzce, tasarlanan 7.000 konutuyla yeni bir yerleşim biçiminin başlangıcıydı.

Oktay EKİNCİ: Düzce’deki 7.000 konutun hepsi 5 tipten mi oluşuyordu?

Mine KARATAŞ: Hayır, 7 tip projeden. Ama tipler eşit sayılarda uygulanmadı. Mesela özürlüler için bir A tipi var, 4 tane uygulandı. Bolu’dan gelen, düz araziye uygulanabilen bir tipti. Düzce’de 6 tane düz yapı adası vardı sadece, diğerleri yüksek eğimli araziye uygulanabilen tiplerdi.

Semra TEBER

(Müşavir firma: Prokon Müh. İnş. ve Tic. Ltd. Şti. Bölge: Sakarya- Merkez):

Yaşadığımız süreç, uzaktan bakıp düşündüğümde, Türkiye’mizdeki yapısal çevre oluşturma sürecinin hızlı çevrimi gibiydi. Aslında süreç iyi analiz edildiği zaman, müellif ya da tasarımcı nerede ve ortaya çıkan ürünle müellif ya da tasarımcı arasındaki bağ ne kadardır, en azından bizim konumuzda çok iyi görünüyor.

Ben Prokon firmasıyla birlikte Sakarya-Karaman, Karamanköy dedikleri yerde proje çalışması yaptım. Burası 150 hektar büyüklüğünde, yer yer eğimleri olan, tabii zemin sağlamlığı yüzünden tepelere çekilmiş bir alan. Araziyi ilk görmeye gittiğimizde, çok hoşuma gitti; yeşillik, ağaçlı, manzarası var. Eğimler yer yer zorlayıcı, yüzde 30-40’lara varan yerler de var. İmar planlarını İller Bankası yapmış. Topografyada belirleyici olarak bir doğalgaz hattı geçiyor, o da ortadan ikiye bölüyor. Anayolu, merkezi, bildiğiniz imar planı ve bildiğimiz konut alanları ve aşağı yukarı da bildiğimiz yoğunluklar. Sonradan bu yoğunluklar, sırf statik ve deprem sorunlarından dolayı düşürüldü ve bu imar planı üzerine bizim çalışmamız istendi.

Buradaki, mimari üsluplar neredeyse en son derdimiz diye düşünüyorum. 2 bin küsur konutluk bir alanın planlaması, bir kent parçasının ötesinde bir kent tasarımı. Kent dediğiniz zaman, ana caddesi, sokakları, mekânsal dokusu, binaların birbiriyle ilişkileri ve sosyal donatıları var. Tabii sosyal donatılar, planlar hep imar planının mantığı çerçevesinde yapılmış, onlara dokunmuyoruz; biz sırf konutlar ve bunlarla oluşturabileceğimiz kentsel mekânla ilgiliyiz.

Konuya önce kentsel tasarım açısından yaklaştık ve büyük heyecanla araziyi gidip gördük. Çalışmamızın ilk bölümünü oluşturan mimari tipler, eğer ona tip diyebilirsek, bu çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Önce kentsel mekânı analiz ettik; ana yol kenarlarını, daha az eğimli yerleri, yüksek eğimli yerleri, topografyaya nasıl uyarız konularını… Bu çalışma sonucu, kendimize tasarım kriterleri olarak birtakım prensipler koyduk. Bu tasarım kriterleri hem kentsel tasarımı, hem de mimari projelerin esaslarını yönlendirecekti. Burada oluşturulacak çevre hem kalıcı bir çevre olacak, hem de bilinçli olarak üretilen ve bir kentsel tasarımcının hayali olabilecek, “Bir şehir yaratıyorum ve bunu da iki sene içerisinde bitmiş halde göreceğim” duygusuyla şekillenecekti.

Tabii depreme dayanıklı olacaktı. Düzgün geometrik biçimler kullanmayı benimsersek, hem yapımları daha kolay, daha ucuz olur, daha hızlı yapılır, endüstriyel üretime geçilebilir, hem de sağlam olur diye düşündük. Yöresel iklim koşullarına ve yöresel yaşama uygun olsun diye düşündük ki, insanları yaşantılarından koparmayalım. Onlar hem apartmanda yaşamaya çok meraklılar, hem de balkonunda biber de kurutmaya, merdiveninde oturup sohbet etmeye; yoğun bir bahçe kullanım alışkanlığına sahipler. Bu nedenle, projelerimizde konutların direkt bahçeye çıkışları, geniş verandaları, çeşitli kompozit mekânları vardı. “Vardı” diyorum, ileride konuya değineceğiz.

Binlerce konutun yapılacağı bir yerleşim yerinden söz ettiğimiz için, her ne kadar “tip” sözü bana itici gelse de, konut tiplerinin hem topografyayla ve kentsel mekân yapısı içerisindeki yerleriyle uyumlu olmaları lazım, hem de görsel olarak bir kent çevresinin gerektirdiği çeşitliliği sunabilmeleri lazım. İnsanlar, aynı tipten oluşan 100 tane bloğun arasında yollarını kaybetmeden, kendi evinin yolunu ve ana caddesini tanımlayabilsin istedik. Tipleri planlarken, ana caddelerde gece, ışığın yanacağı mekânlar ne tarafa baksın, binanın prestijli cephesi neresi olsun gibi konuları dikkate alarak çalıştık. Ana yol kenarındaki konutların cephe formasyonları, kentsel mekâna özel olarak katkıda bulunacak şekilde ele alındı. Sözünü ettiğim yüzde 30 ve daha yukarı eğimli araziler için özel konutlar planladık. 8-9.000 m2’lik konut adalarında, topografyaya uygun bu çeşitliliği kendimize göre optimum sayıda tip projeyle sağladık. Bu optimum sayı, ki bana göre minimum sayıdır, 10’du. Biz birbirine alternatif olmayacak 10 çeşit proje önerdik.

Tiplerin en yükseği zemin artı 3 kattı. Projeleri bakanlığa sunduk ve 10 tipin 10’u da benimsendi. Bakanlığın favorisi, katta 4 daire olan, 20 metreye 20 metrelik büyük kare bloktu; çünkü en fazla konutu sıkıştırıyordu. Ama o tipi çok az kullandık; çünkü arazilerin büyük çoğunluğu eğimli araziydi. Siz 20’ye 20’lik kocaman bir kareyi eğimli araziye koyarsanız, bodrum 3 kat da çıkar, 4 kat da. Tiplerimizde inşaat maliyetini minimize edebilmek ve inşaat süresini kısaltabilmek için araziye ve topografyaya uygun lineer karakterli, dikdörtgen formlar benimseyerek, hafriyatı minimumda tuttuk; dolayısıyla özel durumlar dışında bodrum yapma zorunluluğumuz yoktu.

Konutlar daha hızlı üretilsin diye çelik konstrüksiyon önerelim dedik; çünkü Prokon çelik konstrüksiyonda uzman bir firma. Maliyet hesaplarını da yaptık; mucize sürede konutları çelik konstrüksiyonla ve prefabrik olarak yapabileceğimiz ortaya çıktı.

Sonraki süreçte, bakanlığın teknik kadrosunun bilgisi dahilinde, onlarla alışveriş ederek geliştirilen tasarımlarımızı götürüp bir sunum gerçekleştirdik. Fakat, “kentsel mekân” kavramı, gerek ölçeği gerek bütünselliği açısından anlaşılamadı; projeleri onayacak kadro çalışmaya 2-boyutlu kat planları olarak yaklaştı. Ve üretilen tiplerden 3 ya da 4’ünün seçilip gerçekleştirileceğini öğrendik. Tiplerin fazla olması konusunda ısrar ediyordum, çünkü bunlar bütünü oluşturan tiplerdi. Sonunda 3 ya da 4 tip seçildi ve bunlar da değişik müdahalelerle birbirine benzetildi; dış mekânlar içeri konuldu, “apartman kapısı” konuldu, yani bildiğimiz 3-4 katlı, taşra şehirlerinde aşağı yukarı karşılaşabileceğimiz türden apartmanlar haline getirildi. Başta tasarladığımız verandalar, bahçe çıkışları, “biber kurutma mekanları” yok edildi.

Oktay EKİNCİ: Bunlar uygulamada yapılmadı, değil mi?

Semra TEBER: Hayır, projede kabul görmedi; çünkü projenin bakanlıkta onaylanması gerekiyordu.

Oktay EKİNCİ: Baştan beri şunu öğrenmek istiyorum: “Bakanlık beğendi, bakanlık favori gördü.” derken, “bakanlık”ı kim temsil ediyordu? Onlar da meslektaşlarımız değil miydi?

Mine KARATAŞ: Müşavir firmalar için geçerli değil, ama bakanlıktaki arkadaşlarımız tabii ki meslektaşlarımız.

Oktay EKİNCİ: Bakanlıkta, “Bu proje çok iyi, elinize sağlık, sizi kutluyorum.” diyerek onaylayan ya da “Niye böyle?” diyerek eleştiren kimlerdi?

Semra TEBER: Bakanlık üst yönetimiydi.

Oktay EKİNCİ: Kim, isim olarak?

Selda GÜMÜŞDOĞRAYAN: Koray Aydın.

Kadri ATABAŞ: Bakanlıktaki toplantının düzeyini ve bu düzeyde bir sunuşu kime yaptığınızı merak ettim. Sadece bakan değildi herhalde, kaç kişiden oluşan bir kuruldu?

Mine KARATAŞ: Sunuş öncesi de vardı. Önce teknik kadroya bir sunuş yaparak fikir aldık. Bakanlıkta her mimara belli bir grup bakıyordu. Onlardan bir eleme yapılıp şekli belli olduktan sonra teknik grupla ve daha sonra üst düzeyde Bakan Bey ve müsteşarıyla toplantı yapıldı.

Kadri ATABAŞ: Bakan düzeyinde yapılan toplantıda mı müdahaleler yapıldı, yoksa teknik görüşmeler düzeyinde mi?

Semra TEBER: Teknik kadro düzeyinde.

Selda GÜMÜŞDOĞRAYAN

( Oğuzhan Özturan ile birlikte proje müellifi.

Müşavir firma: UBM+PETA+HİRA Ortaklığı. Bölge: İstanbul – Yalova)

Proje konseptinin nasıl ortaya konulduğundan çok, Bayındırlık Bakanlığı’nın bu projeleri elde etme yöntemiyle ilgili olarak konuya başlamak istiyorum. Öncelikle bakanlık, bu işi müşavirlere ihale etmiştir. Müşavirlerin kendi mimari proje grupları uygun olmadığı için de, serbest çalışan mimarlara ihale yoluyla ya da açık konuşmak gerekirse belki “en çok kırana” bu iş verilmiştir. Fakat projelerin onayını yine Bayındırlık Bakanlığı’nın kendisi yapmıştır. Bu anlamda, işi neden müşavir firmalara yaptığımızı çok da anlayabilmiş değiliz.

Son yıllarda Türkiye’de yapılan en büyük yatırımlardan ve projelerden birisi, kesinlikle kalıcı deprem konutlarıdır. Bana göre, bu projelerin elde edilmesinde en doğru yöntem yarışma yapmak olacaktı. Eğer bir yarışma açılsaydı, daha değişik yapım teknikleri ortay çıkabilecek, bu kadar birbirini tekrar eden yapılar ortaya çıkmayacaktı.

Vaziyet planlarıyla nasıl bir konsept ortaya koyduğumuzu söyleyemeyeceğim; çünkü projelerimiz bittikten sonra arsanın neresi olduğunu öğrendik. 5. bölgede çalışıyor olmamız sebebiyle, bize herhangi bir yer bildirilmemişti. Daha sonra Bayındırlık Bakanlığı ve müşavir firmamızla da mahkemelik olduğumuz için, herhalde bu süreci en kötü yaşayan biziz diye düşünüyorum. Vaziyet planlarını biz yapmadık; bizden sadece 10 tane tipin, mimari proje ve detaylarını istediler.

Proje uygulandıktan sonra, “Biz bu işi bıraktık, ama yine de bir bakalım, hakikaten bizim tipler ne olmuş, yapmışlar mı?” diye gittiğimizde, baktık ki tasarladıklarımızla uygulananların hiç alakası yok. Birtakım prekast elemanlar kullanmıştık; müşavir firmamız o prekast elemanların Bayındırlık Bakanlığı’nca onaylanmış olmasına rağmen uygun olmadığını düşünüp kaldırmış. Hemen ardından, hem Bayındırlık Bakanlığı’na, hem de müşavir firmaya “Biz proje müellifiyiz. Biz böyle yaptık ve bunları onaylattık, fakat siz bunları uygulamamışsınız.” diyerek yazı yazdık. Bayındırlık Bakanlığı’ndan çok ilginç bir yazı geldi: “Siz proje müellifi olabilirsiniz, fakat biz bu işi müşavire yaptırdık. Sizin projelerinizi değiştirebiliriz.” diye.

Kadri ATABAŞ: Size gelen o yazıyı, bu söyleşinin belgeleri içerisinde, dergide yayınlayabiliriz, değil mi?

Selda GÜMÜŞDOĞRAYAN: Bence yayınlanmasında büyük fayda var. Şunu da belirtmek istiyorum; biz bu bölgede 2 müellifiz, Oğuzhan Özturan ve ben. Bugün kendisi katılamadı, yazı ondadır. Dediğim gibi, bu süreçte “Biz çok heyecanlandık, çok güzel şeyler yaptık” diyemeyeceğim; çünkü ilk sunuştan itibaren müşavir firmamızla kesinlikle anlaşmazlıklar içerisinde, bu işi biraz da yarım bırakarak süreci tamamlamış olduk.

Oktay EKİNCİ: Proje müelliflerimiz sürecin içinden çok önemli şeyler söylediler. Şimdi isterseniz Baykan Günay ve Murat Balamir’e dönüp, birinci turun değerlendirmesini alalım.

Baykan GÜNAY (ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi): Sayın Ekinci, bir kaç düzeyde soru sordu. Birincisi yer seçimiyle ilgiliydi, pek değinilmedi. Mimarlar tümüyle bu sürecin dışında kalmış sanıyorum, aslında bizler de dışında kaldık. Ben o dönemde, ODTÜ’de Kentsel Tasarım Stüdyosu’yla Gölyaka bölgesini çalıştım. Jeologlar Gölyaka için en uygun yerin, Gölyaka’dan 12 km. ötede bir yer olduğunu bulmuşlardı. Halbuki Gölyakalılar, tarlaları, evleri, oluşmuş parselleri, yani mülkleriyle birlikte bir yerde yaşıyorlardı. Bu, Gölyaka için küçük bir örnekti. Dolayısıyla biz “yeni bir yer” felsefesinden çok, “o yer yeniden nasıl yapılandırılır?” diye bir soru sormuştuk.

Sonra Adapazarı’na gittiğimizde dehşete kapıldım. Bölgesel coğrafyada, “en az gayret prensibi” diye bir şey vardır; yani bir yerleşmenin bir optimum noktası vardır, kalbidir bu. Bu kalp, “en az gayret prensibi” ile oluşur ve orası artık o yerleşmenin en önemli yeridir. Siz bunun kalbini alıp bir şeyin bacağına koyduğunuz zaman, uzun dönemde buradan ne sonuçlar çıkar bilemiyorum.

Buradan bir alt kademe aşağı ineyim: İyi bir yerleşmeden ne bekliyoruz? Türkiye’de, ne yazık ki proje üretme, birlikte çalışma ilkeleri ve de bunu yapacak kurumsal yapı olmadığı için, yine mimarlarımızın şikâyet ettiği gibi, plancılar gidip yönetmelikleri uygulayarak şu kadar yeşil alan, bu kadar okul yeri ayırmışlar, bazı parseller oluşturmuşlar. Parsellerin içinde de mimarlara denilmiş ki, “Statiği kuvvetli olsun; mümkünse bir girişten girilen ve 3 katlı yapılar olsun ve bunlar da ayrık olsun.” Bunlarla iyi bir helva yapılabilir mi?

Benim için iyi bir yerleşmenin hesabı basittir. Birincisi iyi yerleşmenin kalbi olur. Bunların hiçbirinin kalbi yok gibi duruyor. Kalplerinde sosyal donatı var, halbuki kalp başka bir şey. İkincisi, kalbe giden damarlar ve sinir sistemi olur, ki bunlar bununla birlikte yaşarlar. Üçüncüsü, bu damarların gittiği yerlerde de hücreler olur, o hücrecikler de kendi içlerinde yaşamlarını sürdürürler. Geleneksel yerleşmeler ya da Cristopher Alexander’in deyimiyle “doğal kentler” ve oluşumlar bunu yaparlar. Bunu burada başaramamışız ve de gördüğüm kadarıyla birincisi kalpsiz, ikincisi bu kalbi besleyen damarları olmayan bir strüktür yaratmışız. Bence esas kentsel tasarım odur; binaların arasındaki ilişki daha alt kademededir. Bu yapı kurulmamış; kurmak da Türkiye’de çok kolay da gözükmüyor bana. Hele bu türden yapay bir yerleşme yaratıyorsanız.

Devletten de hiçbir zaman 3.000 tane ayrı ev yapmasını beklemiyorum. Bu da saçma ve bunu arzu etmek de doğru değil. Bazen 200-300 tane birbirine benzeyen ev olabilir, bu beni hiç rahatsız etmiyor. Esas önemli olan, bu fırsatları elimizden kaçırtanın kim olduğu. Bunu kaçırtan, sanıyorum bir de yapımcı firmalar.

İyi mekânın bir başka önemli ögesi ise sürekliliklerdir. Bitişik düzenin bir şekilde bu sistemin içine katılması lazımdı. Anladığım kadarıyla bu da katılmamış ya da belki bizler de onun nasıl katılabileceğine ilişkin çalışmaları ve geri beslemeleri yapmadık. Tasarımcıların bir, bitişik düzen yerleşimi olacak; iki, ara ara avlular olacak ve üçüncüsü, kalbi olacak. Bunları bir kenara attığınızda geriye kalan, zaten bildiğimiz evlerin yan yana oturtulması oluyor. Hatta iyi bir yerleşmede bazen topografyaya zıt gideceksiniz ki mekân örgüsü oluşsun. İyi yerleşmelerin çoğunda da topografyayla çakışan yapılar vardır ve biz onun için beğeniriz. Daha doğrusu “doğal kent”, insanların kendi iç dinamikleriyle kurdukları kent, onu getiriyor. Bir başka konu da, kullanıcı grubunun çok net ortaya konmasıdır; çünkü bu bir tanımsızlık ortaya çıkarıyor.

Oktay EKİNCİ: Adil Bey, çıkan yönetmeliklerle istenilen tasarım konsepti arasında bir çelişkinin ortaya çıktığından ve sağlam yapı üretmenin mimarinin önüne geçmesinden söz etti. Konuyla çok yakından ilgilendiği için, Murat Balamir’den konu hakkındaki değerlendirmelerini isteyelim.

Murat BALAMİR (ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi): Böyle bir toplantıyı düzenlediği için Mimarlar Odası’na çok teşekkür etmek lazım; bu deneyimi bizzat yaşamış olan arkadaşlarımızın, meslektaşlarımızın süreci içeriden anlatıyor olmaları çok değerli. Bunun kaybolup gitmesine engel olup, bir şekilde belgelediğiniz için çok önemli bir hizmet verdiğinizi düşünüyorum. Bu konu, Mimarlar Odası tarafından daha önce de değişik bağlamlarda ele alınmalıydı, olamadı. Bu toplantıyı da yaşanmış bir deneyimin ardından bir dizi değerlendirmeyi getirecek bir ilk toplantı diye görüyorum.

Ben daha çok kurumsal düzeyde ne oldu, ne olabilirdi, neden olamıyor, konularına değinmek istiyorum. Bu yaşadığımız deneyim, bana kalırsa Türkiye Cumhuriyeti tarihinde genelde mimarlığa ve mimarlara yapılmış en büyük haksızlıklardan biri. En az bir kıstasla bunu hemen açıklamak mümkün: Verilmiş olanın hacmini düşünün; istatistiklere göre 42.587 konut birimi yapılmış. Bu sadece Bayındırlık Bakanlığı tarafından yapılanlar değil, ama bütün bu operasyonun toplamı böylesine bir büyüklükte. Bunun için de gerçek mimarlık hizmetinin hangi oranda olduğunu şöyle düşünecek olursanız, dünyanın hiçbir yerine bu kadar minimal mimarlık hizmetiyle yapılmış bir projelendirme çalışmasının olmadığını görürsünüz. Bu, bu nedenle bütün arkadaşlarımıza en başta bir büyük haksızlık.

Ortaya çıkan sonuçların da çok başarılı olmadığı meydanda, ama bunda hiç de arkadaşlarımızın bir kusuru veya payı olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Bu, aceleye getirilmiş bir sürecin doğal sonucu. Peki ne olabilirdi? Deprem olduktan sonra ne yapmalıydık? Oturup uzun uzun yarışma mı açmalıydık? Elbette hayır, yarışma için vakit de yoktu. Yarışma bir dirayet olabilseydi, yıllar önce zaten yapılmış olurdu; bütün bunlar hazır, yapılmış olurdu; vaziyet planları ve konut birimi alternatifleriyle elimizde zengin bir havuz olurdu zaten. Bu hizmeti, depremler ülkesi Türkiye’de bu işi kovalamakla görevli bakanlığın, çoktan yapmış olması gerekirdi; asıl kabahat bu dirayetsizlikte. Orada konut tipleri üzerine, yaşam kültürleri üzerine araştırmalar da yaptırılırdı, yarışmalar da yapılırdı. Ancak, buna düzenli olarak Türkiye’nin vakit ayırmış, enerji ayırmış, para ayırmış, kaynak ayırmış olması gerekirdi; bunların hiçbiri yapılmadı.

Böylesine büyük bir afet kapıyı çalınca da, bu kadar zamanda, bu kadar büyük bir üretimi yapabilmiş olmak, kendi içinde büyük bir başarı. Ama aynı zamanda bir yüzkarası; bir dünya deneyimi olarak dünyaya bir katkıda bulunduğumuzu söyleyebileceğimiz bir konu değil. Yani 42.000 konut topluca yapılıyor ve tasarım kültürüne şu kadarcık bir ilave yapılamıyor. Bu nedenle mimarlığa ve mimarlara en büyük haksızlık yapılmıştır. Böylesine büyük çapta bir gerçekleşmede mimarlar üçüncü değil, dördüncü sıraya konulmuştur. En genelde söylenmesi gereken zannediyorum bu.

Bunun dışında mimarlık açısından tiplerin türetilmesi konusunun gündeme gelmiş olduğunu anlıyorum. Tipoloji genellikle niçin yapılır? Arkasında sosyal bir program ve araştırma vardır; buna uyarlanmak üzere tipleştirilmiş konut stoku geliştirilmeye çalışılır. O da nedir? İnsanların statüleri, hane halklarının yapısı, büyüklüğü ve saire gözetilerek, buradaki dağılımı az çok karşılayacak bir çeşitlenme yapılabilir. Burada, hak sahibi olanların dahi doğru dürüst bir bilançosu ortaya konulmadan, birtakım afaki kavramlarla tip aramaları yaratılmış bulunuyor. Bunlar daha çok arazinin koşullarına uyarlanmak üzere üretilmiş.

Bir etkenin daha yersiz yere etken olduğunu anlıyorum: Yer fobisi. Oysa yapılan yapılar, her birinin alçak katlı olduğu ve en yumuşak zeminde dahi dayanıklı bir şekilde yapılabilme imkânının olduğu yapılar. Bu nedenle yaratılmış olan pek çok sorunun, mekânsal sorunun yaratılmasına da hiç gerek yoktu; bu yer fobisinden kurtulmak gerekiyordu. Daha çok, mühendislik hizmetini belki zemincilere karşı gerekçelerini hatırlatarak, göstererek bunları gidermek imkânı olabilirdi.

Geleceğe yönelik olarak umuyoruz ki, artık bir kez daha böyle bir şey yaşanmayacak; çünkü artık bakanlığın bir daha böyle bir projeyi yürütmek ile yükümlü olmayacağını, onun yerine sigorta sisteminin bireylerle doğrudan birebir muhatap olarak konut sorunlarının piyasa içinde kendiliğinden çözüleceğini düşünüyoruz. Dolayısıyla Türkiye deneyiminde böyle toplu yanlışlar yapma olasılığı bir ölçüde ortadan kalkıyor, bu bir teselli belki. Ancak yine de gelecekte böyle toplu bir afeti yaşamamız halinde, sigortanın varlığını ve yaygınlığını kabul edecek bile olsak, çok sayıda hane halkının birden piyasadan konut talep eder hale gelmeleriyle, bir örgütleme ve kamu hizmeti verilmesi ihtiyacı gündeme gelebilir. Daha önce yapamadığımız dirayet ve akılcılığı şimdiden kurup, hiç değilse Toplu Konut’un bu işte hazırlıklı olmasını temin etmek ve bunun için girişimlerde bulunmak çok yerinde olabilir. Toplu Konut, böyle bir ortamın doğması halinde, sigortayla doğrudan ilişki kurup, toplu konut projelerinin gerçekleştirilmesi için doğrudan uzman rol edinebilir. Bunu sağlamakta yarar var. Bunun için de yine önceden proje hazırlamak, araştırmalar yapmak gibi bir görevi hem bakanlığın, hem Toplu Konut’un gündeme getirmesi ve yürütüyor olmasında büyük yarar olacaktır.

Oktay EKİNCİ: Birçok önemli başlığın ortaya çıktığı birinci turu bitirdik. Sözü tekrar Kadri Atabaş’a verirken, bir-iki vurgulamayı da hatırlatarak, ara değerlendirme yapmasını rica edeceğim.

Yer seçimi konusu, biz mimarların öteden beri üzerinde durduğu temel sorunlardan biri. Çünkü başkası yeri seçiyor ve bize diyorlar ki, “Gel burada bina tasarla.” Genelde o başkasının seçtiği yer beğenilmediği zaman ya da uygun görülmediği zaman da gerilimler yaşanıyor ve bunun sonuçları mimariye olumsuz yönde yansıyor. Bu konu da, görünüyor ki, bu çalışmada öne çıkan önemli sorunlardan biri.

Baykan Günay değerlendirme yaparken, önemli bir noktanın altını çizdi; “kalp” dedi, “yürek” dedi. Bu kavramlar, gerçekten, birçok yerleşmede tarih içerisinde oluşmuş, gelişmiş olan kavramlar. Ama planlamada bunun gözetilmesi için, biraz mimarinin planlamaya müdahale etmesi gerekiyor gibi görünüyor. Son yıllarda tartıştığımız konulardan biri de şu: Türkiye’de mimarlık ve şehirciliğin birbirinden böyle bir duvarla ayrılmasının çeşitli sorunlarını yaşıyoruz. İller Bankası’nda planları hazırlayan planlamacı arkadaşlar var. Fakat planlama aşamasında ele alınması gereken birtakım kavramlar hiç dikkate alınmadığı için, sonuçta dünyanın hangi ülkesinde sık tekrarlanan binaları seçerseniz seçin, o imar planı üstüne monte edebileceğiniz krokiler ortaya çıkıyor; yani plan yerine krokiler. Arkadaşlarımız yerleşme krokilerine bağımlı bir mimarlık hizmeti yapmışlar; bu, önemli bir gerçek olarak ortaya çıktı.

Bir diğeri, Adil Hakyemez’in başta değindiği, depremle birlikte üretilen yönetmeliklerde deyim yerindeyse “mimariyi sekizinci, dokuzuncu plana atın, yeter ki sağlam bir yapı yapın” anlayışı. Bu sağlamlık da tabii betonarme karkas olarak öngörülüyor; yani başka taşıyıcı yapı sistemleriyle bunun elde edilmesi, yönetmeliklere göre zor gibi görünüyor. Betonarme karkas dayatması burada da karşımıza çıkıyor. Buna bağlı olarak da, mümkünse, “Bakanlığı yönetenler olarak dünya görüşümüz milliyetçilik ve Türkçülük olduğu için, bu işe yakın peyzajlar elde edin veya bina cepheleri elde edin” gibi bir durum var gibi görünüyor.

Ancak Semra Teber’in sunuşunda meslek hukuku açısından ilginç bir süreç var. Tasarımı yapan meslektaşımız, doğayla olan yaşam ilişkisini, yöresel alışkanlıkları, halkın bu yapıları kullanırken geçmişten gelen alışkanlıklarını düşünüyor ve ona göre bir kurgu yaratıyor. Daha sonra uygulama süreci içinde nasıl oluyor ya da kim müdahale ediyor da, tüm bu tasarılar göz ardı ediliyor? Bunu ikinci turda biraz daha açalım isterseniz; çünkü biz bir meslek kuruluşuyuz, dergimiz de bir meslek yayını, bu müdahaleleri yapanlar da meslektaşlarımız. O meslektaşlarımızın yönlendirmesini de herhalde gündemimize almamız gerekir diye düşünüyorum. Son bir konu olarak da, çağdaş Türk mimarisi sentezini yansıtan alternatifler konusunu açalım istiyorum.

Selda GÜMÜŞDOĞRAYAN: Bakanlıktan, benim hatırladığım, özellikle çağdaş Türk mimarisi sentezi yapın yönünde bir bildirim yapılmadı.

Mine KARATAŞ: Anlatılanların yüzde seksenine katılmıyorum; çünkü böyle bir psikoloji içinde çalışmadım ve negatif bir yaklaşımda bulunmadım. Ben çok farklı şartlar altında çalıştım arkadaşlardan. Günahıyla, sevabıyla yapılan iki uygulamanın da mimarı benim ve sorumluluğumu alıyorum. Sadece çok daha iyi sonuçlara ulaşılabileceği kesin. Ben bardağın dolu yanını gören bir insanım. Türkiye şartlarında bu mimari çalışma yapıldı. Önemli olan başarı, varolan şartlarda mimar ne kadar doğruyu yakalamıştır, konusunda yatmaktadır. “Doğru kentsel tasarım nedir?” dendi. Orada yaşayan insanlar mutluysa, benim için başarı budur. Teknik olarak bir sürü eksiği olabilir ama memleketimizin varolan şartlarının dışına çıkıp, teoride hayaller kurup, teoride varolabilecek bir şeyi aramak bence doğru değil. Varolan şartlardaki çözüm neydi ve biz mimar olarak ne getirdik, bunu sorgulamak lazım.

Bakanlıkla olan ilişkimde çalışma sürecimi kısaltıcı, olumsuz yönde etkileyici hiçbir ilişkiye, diyaloğa da girmedim. Bu işin iki süreci var aslında; projelerimizi öyle veya böyle verdik, incelenmesi gereken en önemli ikinci süreç başlıyor: Bunlar nasıl uygulandı?

Murat BALAMİR: Bir şey hatırlatabilir miyim? Buradaki sorun şurada: Önce tipler tasarlanıyor, sonra vaziyet planına geçiliyor. Vaziyet planına bu tipler nasıl yerleştirilir egzersizi yapılıyor; halbuki ters yönde bir sürece hiç başvurulmuyor. “Ben hangi yerleşim düzeni çıkabilirim? Bunun elverdiği tipoloji ne olabilir?” gibi bir sorgulama yok.

Oktay EKİNCİ: Kadri Atabaş, bu ayrıntılar karşısında ne diyorsun?

Kadri ATABAŞ: Öncelikle Murat Balamir’İn söylediğinden etkilendiğim bir vurguyu yapmak istiyorum. Ankara’da 1970’lerde başlatılan Batıkent 50.000 konutluk bir yerleşme, Eskişehir Yolu üstünde yapılan Çayyolu da oldukça büyük. İnsan düşünüyor, 42.000 konutluk bir yerleşim macerasının Türkiye’de denenmişliği var mı? Var. Bunu deneyenler kimler? Hiçbiri Bayındırlık Bakanlığı mekanizmaları, kadroları değil. Benim ilk tepkim, böyle bir deneyimi her seferinde birilerinin kendini ispat etme niyetiyle, sorgulama süreçlerinin dışına taşıyarak yapması. Ben, Batıkent projesinin başlangıcında Proje Genel Koordinatörü’ydüm. Bu projede ana kararların alınmasından, haritaların çıkarılması, altyapının projelendirilmesi, konutların bütün çalışmalarının hazırlanıp temellerin atılması bir yılı biraz geçer. Tüm uygulama, 12 Eylül olmasaydı, 10 yıl içinde devletin desteği olmadan yapılabilirdi; zaten aşağı yukarı 15 yılda da tamamlandı.

Dolayısıyla Bakanlığın yaptığına baktığınızda, böylesine büyük paralar ve olanaklar akıtılarak yapılan bu işte, hala Batıkent’in 20 yıl önce çizilen imar planlarının izlerini gördüm. Bu planlarda nerede hata yapıldığı biliniyor artık; ama bu süreci hiç yaşamamış, sanki yeniden keşfediyormuş gibi aynı hataları tekrarlayan bir bakanlık bürokrasisi maalesef çok çağdışı işler yapmıştır. En azından 30 yıl geriden gelmiştir. Bunun, acil ve hızlı iş yapmakla hiçbir alakası yok. Batıkent sürecini hiç örneğimiz yokken yaşadık. Bundan sonra da Toplu Konut İdaresi ciddi sayıda yerleşim alanları denedi. Bunun birikimi oluştu; ihalesi nasıl yapılacak, sözleşme nasıl hazırlanacak, projeler nasıl üretilecek ve müteahhit nasıl denetlenecek biliniyor.

Mine KARATAŞ: Ama bu 42.000 konutun bir kısmını Toplu Konut İdaresi yaptı.

Kadri ATABAŞ: Ama bir kısmı. Bu tür işleri yapan esas kurumlar var. Bu kurumlara danışan, “Bunu nasıl yapacağız?” diyen birileri yok. Ve tutuluyor iş, birtakım firmalara ihale ediliyor. Esas ihale yapılan firmalar proje firmaları da değil, bunlar müşavirlik firmaları. Bu firmalara baktığımda, hiçbirinin bu çapta ne kadroya, ne de birikime sahip olmadıklarını görüyorum. Sonuçta bu firmalar dönüyorlar ve sizlerle çalışıyorlar. Dolayısıyla, sürecin kendisinde ciddi bir aksaklık var; esas tasarımcılar işin muhatabı olamamış ya da ikinci elden muhatap olmuş. Esas vurgulamak istediğim, Türkiye’de bugüne kadar Bakanlığın denediği büyüklükte toplu konut yerleşimi deneyimleri yaşanmış, bu birikim elde edilmiş. Bunu devre dışı tutarak gerçekleştirilen bir süreç, ancak “ben yaptım oldu”culuğun örneğidir.

Oktay EKİNCİ: Neden bu yanlışta ısrar edildiğinin birkaç yanıtı olabilir. Birincisi, “Doğrusunu bilmiyorlar.” denilebilir. İkincisi, “Bu yanlışta ısrar edilmesinin başka türlü kazançları var.” denilebilir. Üçüncüsü, “Doğrusunu yapma noktasında çok fazla zaman gerekecektir; onun için kısa sürede sonuçlansın diye yanlışta ısrar ediyorlar.” gibi seçeneklerle yanıt verilebilir. Ama buna da bir açıklık getirmek lazım; çünkü yıllardır Türkiye’de bu ve benzer birçok konuda tartıştığımız zaman, yanlışta ısrar edilmesi, karşımıza çok temel bir sorun olarak çıkıyor. Kadri Bey, bu ısrar neden sizce?

Kadri ATABAŞ: Bu önemli soruyu, burada hep beraber tartışmamız lazım. Öncelikle, konunun psikolojik bir boyutu olduğunu sanıyorum. Bayındırlık Bakanlığı yıllardır Türkiye’deki iskân politikalarının dışındaydı; sanıyorum bu proje ile, yeniden her şeyin sorumlusu olma gücüne sahip olmak istediler. Karar verici bir rol ellerine geçti diye düşündüler. İkincisi, söylediğiniz gibi ciddi bir paylaşım meselesi var ortada. Bakanlık, sonuçta bu işi ihale eden ve paranın kaynağını kullanan bir mekanizma; sanıyorum bunun içinde olmak ve herkesi dışlamak istedi.

Oktay EKİNCİ: Acaba bu yanlış imar planları, inşaatta, altyapıda, birtakım farklı uygulamalarda daha mı kazançlı işler yaratıyor?

Murat BALAMİR: Bu sorunuz önemli, ama cevabı tahmin ettiğiniz gibi değil herhalde; çünkü bu her şeyden önce bir yetki meselesi. Bu yetkiyi sağlayan bir zemin var, o da 7269 sayılı Yasa. Bu yasa, doğrudan doğruya afet olduktan sonra her şeyin kamu eliyle, bakanlık eliyle yerine getirilmesini emrediyor. Ancak öncelikle yasanın getirdiği, afet sonrası davranma, karar verme ve işleri yürütme yetkilerinin yegane sahibinin bakanlık olması ve de yasada, herhangi bir zarar azaltma, önceden hazırlık yapma zihniyetinin bulunmaması; en temel konu bu. Geri plan koşullarını yaratan bu durum. Biraz önce değinmiştim, bu filmi çok daha önce çok defalar gördük; ama bu filmi artık görmeyeceğiz. Yeni filmlere hazırlanmamız lazım, onun öncülüğünü yapmakta yarar var.

Kadri ATABAŞ: İkinci kısma geçerken çok önemsediğim birkaç şey söylemek istiyorum: Birincisi, bu sürece nasıl gelindi? Mimarların ve tasarımcıların nasıl ve neden devre dışı kaldığını konuştuk. İkinci kısımda biraz daha konuşmak gerektiğini düşünüyorum. 42.000 konuttan bahsediyoruz; Mine Hanım’ın üstlendiği Düzce’deki 7.000 konutluk bir düzenleme. Kendi mesleğimiz açısından baktığımız zaman, ciddi anlamda dünya çapında bir düzenlemedir. Bunu yapan Mine Hanım’ın şu anda dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşıp konferanslar veriyor olması gerekirdi. Ama sorun şurada: Niye öyle olmadı? Esas sorgulanması gereken, bu çapta bir işin yapılması ve bunun mimarlık ve şehircilik dünyamıza bir etkisi de olmaması. Buradan, sürecin kendisinde bir problem olduğu ortaya çıkıyor.

Bu toplantı yapılmıyor olsa, böyle bir projenin şu firmalarla çalışıldığı, bunun sonucunda bu kadar projenin üretildiği, doğru ya da yanlış olduğu, neredeyse hiç bilinmeyecekti. Tarihe bile not düşülmüyor; projeler sizin arşivlerinizde birkaç doküman, bir de bakanlıkta birkaç doküman olarak kalacaktı anlaşılan.

Şu ana kadar katılımcılar, daha çok bir mimar olarak endişelerini anlattılar. Biraz da şu soruları cevaplamakta yarar var: Proje üretme süreci içinde nasıl yer aldılar? Projeler hakikaten onlara nasıl geldi? Bugüne kadarki o birikimin içindeki rolleri neydi? Bu süreci baştan başlatmak olası olsaydı, sürecin nasıl başlaması ve yaşanması gerektiğini düşünürlerdi?

Adil HAKYEMEZ: Önemsediğim iki konu, herkeste afet psikolojisinin oluşmuş olması ve sürenin çok kısıtlı olması, ki bunu açalım, tüm mimari ve mühendislik projelerinin hazırlanması için bizlere tanınan süre 1 aydır. Üçüncüsü ihtiyaç programının belirledikleri, önceden 5 kat diye başlasa da 3 kat olacağı, 3 oda 1 salon olacağı, brüt 99 m2 olacağı, yaklaşık olarak da hangi malzemelerle yapılacağı gibi. Bu çerçevede planlanan çok sayıda konut elenerek hemen her grupta katta tek daire, katta iki daire ve katta dört daire olmak üzere 5 ana tip seçildi. Bu ana tipler özürlü, bodrumlu gibi ayrı tipler olmak üzere 8-9 tip şeklinde gerçekleşmişti. Katta tek daire ve iki katlı planlanan konut tipi bu proje kapsamında gayri ekonomik olacağı düşüncesi ile uygulanmadı, fakat daha sonra Afyon’da uygulandı. Dolayısıyla bakanlıkta ve bizlerde belirlenmiş konut alanlarında maksimum sayıda konut üretmeye yönelik bir çaba oluştu. Ama yinede emsal 0.70 verilmesine rağmen biz 0.56’yı geçemedik. Çünkü binalarımızın az katlı ve yapı adalarımız küçüktü.

Bir başka konu, sözleşmede telif hakkının Bayındırlık Bakanlığı’nın elinde olması hatta projelerin yayınlanıp yayınlanmaması da.

Kadri ATABAŞ: Yasaya göre telif hakkı devredilemez.

Adil HAKYEMEZ: Onu bilmiyorum, ama bu sözleşmede açık. Bakanlık istediği sayıda çoğaltır ve istediği yerde uygular, şeklinde sözleşmede yazılı olarak yer alıyor.

Oktay EKİNCİ: Yıllardır bu işlerle uğraşan bir arkadaşınız olarak, bunun hukuka aykırı bir sözleşme olduğunu söylemeliyim.

Mine KARATAŞ: Fakat, bakanlık müelliflik hakkını değil, tamamen projeyi satın alıyor, sahibi gözüküyor. Uygulama alanları ve kullanım tamamen bakanlığa ait oluyor. Değişiklik de müellife sorularak yapılıyor bildiğim kadarıyla.

Adil HAKYEMEZ: “Projeleri kimler yönlendirdi?” denildi. Bakanlığın bünyesinde sağlık sosyal, yönetim, konut emniyet yapıları şube müdürlükleri bulunuyor. Her şubeye birer veya ikişer grubu vermek kaydıyla ilk yönlendirme ve seçim bu şubelerindeki meslektaşlarımız tarafından yapıldı. İyi niyetli bir müdahil olma durumu yaşandı; yönetmelikleri kolaylaştırıcı ve süreci kısaltıcı müdahaleleri oldu. Dolayısıyla seçim süreci bizlerin sunduğu projeler meslektaşlarımız ve bir teknik grup tarafından ilk elemesi yapıldıktan sonra konut tiplerinin bakan ve müsteşarlarında bulunduğu bir grubun beğenisine sunulması şeklinde gerçekleşti.

Oktay EKİNCİ: Bir konuyu merak ediyorum; imar planlarında ticari alanlar nasıl düzenlenmişti?

Adil HAKYEMEZ: İmar planlarında eğitim, ticaret ve spor alanları ayrılmıştı ve belli sayıda işyeri tasarımı da proje kapsamında olmasına rağmen hiçbir müşavire ticari alanların tasarımı yaptırılmadı ve yaklaşık olarak 1 yıl sonra ayrı proje ve müşavirlik ihalesi yapıldı.

Oktay EKİNCİ: Bunu şunun için soruyorum; deprem sonrasının sıcak günlerinde Mimarlar Odası ekipleri olarak bölgede dolaşırken, esnaf dernekleriyle, esnaflarla, esnaf odalarıyla konuşmuştuk. Onlar çok haklı şeyler söylüyorlardı; “Sadece konut değil, işyerinin de yapılması lazım; çünkü iş yerlerimizi de kaybettik.” diyorlardı.

Adil HAKYEMEZ: Projenin başlangıcında belli sayıdaki konutla birlikte zannediyorum. 750 adet işyeri de ön görülmüş idi. Fakat bu görev hiçbir müşavire yaptırılmayarak proje kapsamından çıkarıldı.

Murat BALAMİR: 11.000 işyeri hak sahibi var.

Adil HAKYEMEZ: Yapım süreci devam ederken proje kapsamına, tipik “Köy Konağı” projesi ilave edildi. Tasarım sürecinin sınırlı olmadığı ve statik sistemde bakanlık yetkililerinin çok kolaylaştırıcı ve destekleyici yaklaşımları sonucu, tüm yurt çapında uygulanan ve ilk uygulama yerinin seçiminin de tarafımızdan yapıldığı geleneksel mimarimize uyumlu arzu ettiğimiz bir tasarım çalışması gerçekleştirdik.

Selda GÜMÜŞDOĞRAYAN: Bence ilk hata, daha önce değindiğim gibi proje hizmetlerinin müşavirlere verilmesidir. Başka bir konu da, 42.500 konutu 5 tane müşavire ihale eden ve bu 5 müşavire 10 tip konut yapmasını söyleyen de yine Bayındırlık Bakanlığı’dır. Dolayısıyla bakanlığın doğru bir yol izlediğini düşünmesem de, bakanlıktaki meslektaşlarımızın bu sürecin hızlanması açısından bize son derece yardımcı olduklarını söylemem gerekir.

Hep tiplerden bahsettik ama bu tipler aslında sosyal bir program sonrasında oluşan tipler değildir. Bütün konutlar 100 m2’dir, tip olarak kastedilen sadece kat sayısıdır. Tip diyoruz ama katta 2 daire, 2 katlı; katta 4 daire 3 katlı gibi. Dolayısıyla burada tipoloji de söz konusu değildir.

Her ne kadar süre az olsa da, yarışma olur muydu bilemiyorum ama kendi adıma bu projeleri elde etmekteki en doğru yöntemin yarışma olacağına hâlâ inanıyorum.

Mine KARATAŞ: Sürecin mesleki denetim dediğimiz ikinci süreci vardı. Projeler ne kadar doğru seçimlerle yapılmış olsalar bile, bunun bir uygulama süreci de var. Gücümün yettiği oranda o sürece de katılmaya çalıştım. Bir yerden sonra etkili olamayacağımı hissederek bu süreçten elimi ayağımı çektim. Mesleğime duyduğum saygıdan dolayı yaptım, yoksa onun dışında hiçbir artısı yoktu.

Bu toplantıda, bakanlık tarafının da burada olması, bazı genel problemleri onların aktarması açısından çok yararlı olurdu. Kendi adıma edindiğim en büyük tecrübe, bu kadar büyük bir işte daha tip projelerin eskiz aşamasında, altyapı, makine ve elektrik mühendisinin, TEK’teki elemanın, kim aklınıza gelirse, bir arada bulunup genel kararları hep birlikte çıkartmasıydı. “En başta olsaydınız nasıl yapardınız?” konusunda grup çalışmasının önemini vurgulamak isterim. Varolan bütün eksiklikler ve hatalar, bütün iyi niyete rağmen analiz ve sentez yapılmayışından, bilimsellik göz önüne alınmayışından kaynaklanıyor. Bütün araştırmaların yapılıp, toplu sonuca ulaşılması lazımdı.

Uygulama problemlerine rağmen, imar planı olmayan bir yere imar planı yapmak, altyapıyı getirmek ve içinde mutlu insanların yaşayacağı doğru üstyapıyı elde etme süreci, 1,5 sene içerisinde üstyapı da dahil olmak üzere tamamlandı.

Araştırılması gereken bazı konular da, varolan sorunlar içerisinde çalışan mimar arkadaşlar nasıl çözümler ürettiler, üretirken göz önüne aldığı kriterler nelerdi, doğru sonuca ulaşabildi mi, uygulama nasıl yapıldı, orada şu anda insanlar oturuyor mu, sorularının cevaplarıdır. Getirdiklerimiz en doğru çözümler değildir, ama Murat Bey’in “Tasarım kültürüne ilave yapabildiğimiz söylenemez” sözüne katılmayacağım; en azından o şartlarda yapılan bir tasarım için katkı yaptığımızı düşünüyorum.

Semra TEBER: Bu süreç, aslında, Türkiye’deki uygulanmış halde gördüğümüz yapısal çevrenin oluşma süreci içinde tasarımcının yeri nedir konusunun hızlandırılmış ve açık bir laboratuar deneyidir. Yapısal çevre aslında tasarlanarak değil, kendi kendine oluşuyor.

Biraz önce değinildi; bu işteki büyük yanlış, projenin danışman firmaya ihale edilmesiydi. Danışman firma bu iş için uygun beceri ve deneyime sahip tasarımcı aramasa da, projeleri kendi bünyesindeki bir mühendise yaptırsa, veya daha önce yapılmış herhangi bir proje kullansa, bakanlık, “Olmamış” mı diyecekti? Hayır, “WC alaturka olsun, girişin yanına koy” diyecekti. Bakanlığın dediği şu: “3 katlı olsun, apartmana kapı koy”, o kadar. Müşavir firmanın belirli tasarım değerleri içeren proje yaptırmasına hiç ihtiyacı yoktu.

Konut tipolojilerinin oluşmasına gelince, içeride yaşayacak insanları bilmiyoruz, sosyo-ekonomik profiller yok. Elimizde ne var? Topografya var, arazi var, doğalgaz hattı var, yüksek gerilim hattı var, 35 metrelik yol var, küçük yollar var. Tekrar etmek istiyorum, hazırladığımız 10 tip, bütünü “oluşturan” tiplerdi. Kentsel tasarım projesi “tip 3 yok, yerine tip 5’i koyalım” diyerek oluşmadı; oradaki yer, tip 3’ün yeriydi ve yerine başka tip konulamazdı.

Tasarım ekibi olarak, tasarım açısından zaman sorunumuz olmadı. 10 tipin çelik konstrüksiyon olarak da, betonarme karkas olarak da hesaplarını yapacak vaktimiz oldu. Sonunda neden betonarme karkasa gidildi; çünkü daha küçük parçalara bölünüp, daha çok sayıda lokal ve geleneksel inşaat yapmaya alışmış küçük yapımcılara dağıtılabilsin diye.

Oktay EKİNCİ: Bu son söylediğiniz cümle çok önemli, yani ihale aşamasında çok sayıda inşaat firmasına ihale edilebilir türden projelerle istenmiş. Sistemin seçilmesinde, tiplerin yönlendirilmesinde faktörlerden biri de “Mümkün olduğu kadar fazla müteahhidimiz olsun, ona göre proje yapalım.” Düşüncesi olmuş.

Semra TEBER: Son olarak şunu söyleyeceğim: Tip ve tipoloji nedir? Tipin ya da tip projenin memleketimizde kullanılışına dair tepkim var. Okulda şunu öğrettiler: Her arazinin tabii bir tane binası vardır ve araziye göre yapılır, yani arazi binasını çağırır, onu başka yere yapamazsın. Tipolojiyi ancak elimizdeki verilerle oluşturmaya çalıştık; elimizde daha çok veri olsaydı, daha detaylı ve belki daha incelmiş bir tipoloji oluşturacaktık.

Bakanlığa sunduğumuz projelerden bazıları kabul edildi, bazıları edilmedi; buradan aklıma şu çocuk oyunu geldi: Bir yaşındaki çocuklar kareden küp geçiriyorlar, üçgenden üçgen geçiriyorlar. Bakanlığın kutusunda sadece küçük ve büyük dikdörtgenler ya da kareler vardı ve bizim projeler onların içerisinden zor geçti.

Baykan GÜNAY: Semra Hanım’a bir konuda katılıyorum; “tasarımcı” dedi, bu önemli bir sözcük. O bunu diyene kadar, hep böyle kötü imar planları ve iyi mimarlar var gibi bir izlenim doğdu. Aslında mekân üretme stilimizi değiştirmemiz lazım. Öyle mimarlar vardır ki ben ona bina da yaptırmayabilirim; öyle şehirciler vardır ki, sade kalemi eline almayıp coğrafyacılık oynayabilir.

Türkiye bir dönem yaşıyor ki, mekânı düzenlemenin sıkıntısını yaşıyor. Bir tarafta iyi mekân arıyoruz, öbür tarafta da düzenleme dönemini yaşıyoruz, imar planı da bunun aracı. 2-3 hafta önce Arnavutluk’un Pogradec kentindeydik, orada da 6-8 şiddeti arasında deprem beklendiğini öğrendik. Bir otobüs mimar ve şehirci olarak Türkiye’ye döndüğümüzde, daha sınırdan girer girmez hepimiz oradaki yapılaşmadan, bizdeki imar nizamının ne kadar düzenli ve iyi olduğu üzerine bir söyleme başladık. Pogradec’de ise başkan diyor ki: “Bir düzenleme türü plana ihtiyacım var. Yol açamıyorum, yetkim yok. Yolu bile merkezi yönetim açabilir.” Özel mülkiyete döndük baktık, böyle ince ince parseller içinde 8-10 ev var. Herkes kendi binasına, Lucien Kroll tarzında, kişilik katıyor; bina her yönde büyüyor, yukarı doğru büyüyor, oradan bir sağa çıkmış, solda bir ur çıkıyor, bahçede iki ur çıkıyor. Bunu gördükten sonra Türkiye’ye gelince çok mutlu oldum.

Kötü imar planın da bir rolü var, rol bu. Bu nasıl aşılır? Bu süreci nasıl etkin kılarız? Galiba soruyu böyle sormalıyız. Bakanlık dediğimiz yerde de, bir yerde plancılar, öbür tarafta da mimarlar var. Ondan sonraki süreçte de durumu zorlayan müteahhitler var. Bu süreci sadece deprem alanında değil de, tüm mekânımızın üretim sürecinde beceremiyorsak, galiba sırf düzenleme araçlarıyla ancak mekanik kenti üretebiliyoruz. Ancak onu aşmanın zamanı geldi ve iş verme düzeninde gerçekten “Bir mekân nasıl tasarlanır ve üretilir?” sorusunun sorulması lazım.

Murat BALAMİR: Bir, iki konuyu daha değinmek istiyorum ama öncelikle 100 yıllık dünya deneyimi, birikimi ve tasarım kültürü varken, bu projeler nasıl bir katkı koyabilir anlamakta aciz kalıyorum. Açıkça bunu ortaya koyarsak ve dergide yayınlarsak, gerçekten çok yararlı olacağına inanıyorum.

Mine KARATAŞ: Depremde en çok göz ardı edilen özürlü insanlardı. Bunun göz önüne alınması gerekli; özürlü insanların yaşayacağı konutların çözülmesi bile çok önemli bir tasarım ilavesidir.

Murat BALAMİR: O konuda zaten hemen yeni bir yönetmelik geldi.

Mine KARATAŞ: Yönetmelikler uygulandı mı acaba?

Murat BALAMİR: Yeni bir yükümlülük getirildi. Bütün tasarımcıların uygulamış olması gerekir. Ama dünya hiç mi özürlüler için çevre düzenlemedi?

Başka bir konuya daha değinmek istiyorum. Geleneksel konut birimi üretimi, kendi içinde tuhaf bir söylem. Gelenekselin peşinde olan insan, aynı zamanda “geleneksel doku” der, “geleneksel malzeme” der, “geleneksel peyzaj” der; bunların hiçbiri yok. Bir parçalanma içinde olunduğunu hatırlatmak istedim.

Eklemek istediğim başka bir konu da; böylesine bir tasarım çabası ve ölçeğinin, hiçbir şekilde tek bir otoriteye ve özellikle de merkezi otoriteye baştan bırakılmaması gerekir. Burada yerel yönetimlerimizin çok güçlü rolleri olması gerekliliğidir. Belediyelerin bu süreçten dışlanmış olması, başlı başına büyük bir hatadır.

Bir üçüncü nokta, yeni kent parçacıkları üretme kültürü, Batının çok denemiş olduğu bir kültürdür. En çok da deneyip gördükleri ve gidermekte büyük zorluklar çektikleri bir konu. Biliyorsunuz bu, “new town blues” adı verilen sosyal ve psikolojik ortamın giderilmesi sorunudur. Biz bunu dolu dolu yaşıyoruz şu anda. Dolayısıyla yapılması ve arkadan gelmesi gereken bir operasyon var. Müthiş depresyon verici ortamlar var; intihar istatistikleri inanılmaz rakamlar veriyor. Bunun giderilmesi konusunda arkadan gelecek bir operasyona çok ciddi ihtiyaç var.

Kadri ATABAŞ: Bu toplantıyı düzenleyen Dergi Yayın Kurulu’nun temsilcisi olarak, böyle bir tartışmanın açılmasından ve yayınlanacak olmasından çok memnunum. Böylece mimarlık ortamının bu konudan hem haberdar olmasını, hem de bundan sonraki tartışma süreçlerini bilmesini sağlayacağız. Hem tasarımcı arkadaşların burada olması, hem de dışarıdan bakabilecek, bu konu üstüne düşünce üretmiş, kafa yormuş iki değerli arkadaşın burada olmasından ve katılmasından da memnunum.

Ancak kişisel olarak iki şey söyleyeyim: İlki Mine Hanım, “Ben bu süreçten ne kazandım? Mesela koordinasyonun önemini öğrendim” dedi. Bu konuda Murat Bey’e katılacağım; bunu zaten 1980’den beri biliyorduk. Bütün sorun şurada; bunu sizin şimdi öğrenmemeniz gerekiyordu. Türkiye’de bir deprem olacak ve sizden sonra da birileri yeniden “Biz bunu öğrenmiştik” diyecekler. Sorun, bunun nasıl olmayacağıyla ilgili.

Artık bir şekilde yerel yönetimlerin bu sürecin içine girmesi gerekir. Bu sürecin içine bu kurumlar girmeden, acullük ve acillikle çözüldüğünü sanmak, belki deneyimleri bilmemekten gelen bir şey. Buradaki imar planlarına bakıyorum, bunlar tipik Bayındırlık Bakanlığı’nın lojman ürettiği alanlardaki imar planları ve buna hiçbir şey ilave edilmemiş. Bakanlığın elinde zaten 100 m2lik bir lojman tipi vardı; bu imar planlarına ve çıkan konutlara baktıkça, niye böyle bir çabayı seferber ettiğini anlamıyorum.

Bakanlık bürokratlarıyla görüşmeye çalıştık, buraya çağırmadık ya da bundan kaçtık diye anlaşılmasın. Ama bu projeleri elde edebilmek için bile ciddi uğraştık; yazışma bile yapmaya çalıştık ama ret cevabı aldık. Bir şekilde kimse çıkıp demiyor ki, “Muhatabı ve karar vericisi biziz; memnuniyetle gelelim, anlatalım.” Deseler, şu anda bu masanın etrafında inanın ki onlar da olacaktı.

Oktay EKİNCİ: İsterseniz şöyle bitirelim toplantıyı. 200.000 kişiyi istihdam etmek üzere 42.800 konut üretildi. Dünyanın böyle bir coğrafyasında 200.000 kişi için mimarlık hizmeti yapıldı. Bunu Uluslararası Mimarlar Birliği’ne bildirsek, herhalde 2005 Dünya Mimarlık Kongresi’nin yarısının bu konuya ayrılmasını talep edebilirler. Bu kadar önemli bir mimarlık hizmetini yapan arkadaşlarla da bu masanın etrafındayız, yani 5 müşavirlik firmasına mimarlık hizmeti yapan 5 arkadaşımızdan 4’ü burada. Dolayısıyla bu tarihe geçen bir toplantı oldu, tarihe geçen bir tespit. Bu kadar büyük bir yerleşme planlaması ve tasarım süreci içerisinde yer alan meslektaşlarımızın hangi koşullarda bu projeleri üretmek zorunda kaldıklarını, bu söyleşi ile MİMARLIK dergimiz belgelemiş oluyor.

Ben de sonunda teşekkürümü söylemiş olayım ki, Dergi Yayın Kurulumuz hem böyle bir konuyu seçtiği ve saptamayı yaptığı için, hem de gerçekten çok önemli bir konunun masada görüşülmesinde benden yardımcı olmamı istedikleri için. Arkadaşlarımız bu koşullarda mucizevi bir mimarlık hizmeti yapmışlar. Demek ki mucizeler hâlâ olabiliyormuş dünyada, bunu da tespit etmiş oluyoruz. Umuyorum bu sayfalarımız, gelecekte yanlışların işlenmemesi için rehber olacaktır. Bu umutla hepinize teşekkür ediyorum.

Bu icerik 6313 defa görüntülenmiştir.