433
EYLÜL-EKİM 2023
 
MİMARLIK'tan

DOSYA: CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILINA DOĞRU

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILINA DOĞRU

ULUSAL MİMARLIK ÖDÜLLERİ MİMARLIĞA KATKI DALI ÖDÜLÜ ALAN İSİMLERDEN 100. YIL DEĞERLENDİRMELERİ

Zeynep Ahunbay, Ali Cengizkan, Jale Erzen, Doğan Hasol, Ruşen Keleş, Aykut Köksal, Mehmet Özdoğan, Suha Özkan, Uğur Tanyeli, İlhan Tekeli


Cumhuriyet Mimarlığının Geleceği Üzerine Düşünceler

Zeynep Ahunbay

Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından girişilen kalkınma ve çağdaş uygarlığın parçası olma çabaları kapsamında, ulus devletin kuruluş ilkelerine uygun ve gereksinimlerini karşılayacak bir çevre yaratmak için projeler geliştirilmiştir. Yöneticiler ülkenin eksik olan eğitim, kültür, sanayi, sağlık, yönetim, ulaşım, konut yapılarının topluma kazandırılması konusuna odaklanmıştır. Gerek duyulan eğitilmiş insan gücünü yetiştirmek için yurtdışına öğrenciler gönderilmiş; değişik düzeylerde okullar açılmıştır. Halkevleri kültür merkezleri olarak çalışmış; köylerde kurulan enstitülerle önemli bir kalkınma projesi başlatılmıştır.

Erken Cumhuriyet döneminde sınırlı olanaklarla hedeflenenler sıradışı işlerdir. Yapılan devrimler, Cumhuriyet kadrolarının deneyim kazanmasına yol açmış; yeni projeler geliştirilmiştir. Cumhuriyetin yetenekli mimarları durmadan çalışmış; çok sayıda eser bırakmışlardır. Savaştan çıkan, yokluklar içinde olan bir toplumun, inandıkları bir liderin ardından giderek gerçekleştirdikleri yeni düzenin, mucizevi başarılarından geride kalan mimari izler bizler için çok değerlidir.

Henüz Kurtuluş Savaşı sırasında inşa edilen I. Meclis Binası, Cumhuriyet yolunda ilerleyen ulus devletin ilk eserlerindendir. Başkent Ankara’nın planlanması ve yapılacak mimari uygulamalar için tanınmış plancı ve mimarlardan yararlanılarak, nitelik açısından üst düzeyde sonuçlar alınmıştır. I. Ulusal Mimarlık döneminin etkili mimarları Mimar Kemalettin Bey ve Vedat Tek Ankara’ya gelerek yeni başkentin kuruluş aşamasına katkıda bulunmuşlardır. Etnoğrafya Müzesi, II. Meclis Binası (1923) ve Ankara Palas (1927)  erken dönemin önemli eserleridir.

Ankara’ya başkent kimliğini kazandıran anıtsal mimarinin oluşumunda, 1930’larda Türkiye’de çalışan yabancı mimarların proje ve uygulamaları önemli yer tutmaktadır. Öğretim üyesi ve uygulamacı olarak çalışan C. Holzmeister, E. Egli ve B. Taut, Batı’ya yönelen ülkemizin mimari ortamını yapıtları ve öğretileriyle etkilemişlerdir.

Anadolu’da, İstanbul’da, Trakya’da yapılan birçok okul, banka, otel, gar, konut yapısında modern mimarlık etkileri gözlenmektedir. Bauhaus, Le Corbusier, F. L. Wright etkisinde tasarımlar yaygınlaşmıştır.  Ankara ve İstanbul’da projeleri olan Seyfi Arkan’ın (1904-1966) 1935 yılında Florya’da yaptığı Atatürk Deniz Köşkü, geniş açıklıklı pencereleri, yalın cephe düzeni ve düz çatısıyla uluslararası etkileşime güzel bir örnektir. Deniz içinde, çelik direkler üzerinde yükselen köşk, sağlığı bozulan Atatürk’ün dinlenmesi, Florya’da denize girmeye gelen halkla ilişkilerini sürdürmesi için inşa edilmiş özel bir yapıdır.

Modernist yaklaşımı kuşkuyla karşılayan Prof. Sedad Hakkı Eldem ise, Türkiye’ye özgü mimarlık yaratma çabasındadır. Cumba, saçak gibi geleneksel motifleri kullanan S. H. Eldem, geliştirdiği tarzı İstanbul’da Boğaz’da tasarladığı yalılarda, Zeyrek’te SSK Binasında, Atatürk Kitaplığı’nda uygulamıştır. Uluslararası Üslup’a karşı gelişen II. Ulusal Mimari uygulamaları, yerelle bütünleşen, tarihi çevreye uyumlu bir mimari anlayış yansıtır.

Birçok Cumhuriyet dönemi mimarlık yapıtı kentlerin simgeleri, siluetlerinin ayrılmaz parçaları olarak belleğimizde yer etmiştir. Tüm Türkiye için anlamlı olan Anıtkabir Ankara’nın siluetinde önemli bir yer tutan özel yapılar arasında yer almaktadır. Bulvarlar, meydanlar, toplu konutlar ile gelişen yeni Ankara, Cumhuriyetin kalbidir. İlkeli ve dinamik yönetimin başkentte yaptırdığı müze, üniversite, opera, sergi binalarının her biri seçkin tasarım ve uygulamalarıyla saygı görmekte, korunmaları için çaba gösterilmektedir. 

Cumhuriyet’le özdeşleşen yapıların karşı karşıya oldukları sorunları gözönünde tutarak, tehditlere karşı önlem alınması, korunup geleceğe aktarılmaları için titiz çalışmalar yapılması  gerekmektedir.  Ülke sathına yayılan Cumhuriyet mimarlarının eserlerine, yurdun her köşesinde, kentsel, kırsal ve arkeolojik alanlarda rastlanmaktadır. Bu yapıların envanterinin çıkarılması, çizim ve fotoğraflarla belgelenmesi, yazılı ve görsel malzemenin ulaşılabilir arşivlerde saklanması öncelikli bir iştir.

Çoğu betonarme teknikle yapılmış 20. yüzyıl yapılarının, işlevsel ve yapısal eskime dolayısıyla terk edildikleri veya daha yüksek binalar yapılması amacıyla yıkıldıkları gözlenmektedir. Kayıpları önlemek için yarışmalarda elde edilmiş projeler, ödül almış mimarlarımızın eserleri  gözden geçirilmeli, mevcut durumları değerlendirilmeli, 100 yıllık Cumhuriyet’in geçirdiği aşamaların tarihi ve estetik değer taşıyan belgeleri olarak yaşamalarına destek olunmalıdır.

Çeşitli gerekçelerle yıkılmak istenen Cumhuriyet yapılarının yaşatılması için mimarlar, sivil toplum örgütleri mücadele etmektedir. Anadolu’nun birçok kentinin tarihinin parçası olan, meydanlarda, kent dokusu içinde yer alan Cumhuriyet dönemi eğitim, yönetim, kültür, konaklama, ulaşım, tarım, sanayi yapılarının yaşatılmaları için Mimarlar Odası yasal yollara başvurmakta; üniversiteler  ve DOCOMOMO_Türkiye, tescil edilmeleri, korunmaları yönündeki çabaları desteklemektedir.

Kimi mülk sahiplerinin binalarının tarihi olmadığı kanısını taşımaları, bazı Koruma Kurulu üyelerinin de 20. yüzyıl yapılarının korunmasına olumsuz yaklaşımları sonucu,  birçok tescil girişimi başarısız olmaktadır. Koruma Kurulları’nın yasal koruma altına almadığı çağdaş yapılar kolayca yıkılmaktadır.  Prof. S. H. Eldem’in ünlü eseri Taşlık Kahvesi (1947-1948), Swiss Otel’e yer açmak için yıkılmıştır. Bir diğer kayıp Y. Mimar Haluk Baysal’ın (1918-2004) Merter’deki Vakko Fabrikası’dır (1969). 2007’de satılan fabrikanın tescili için başvuruldu ancak Kurul onayı alınamadı. Yakın tarihli bir kayıp İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki Merkez Kütüphanesi’dir.  Y. Mimar Şandor Hadi ve Hüseyin Başçetinçelik’in eseri olan kütüphane, bulunduğu yere yakışan bir çağdaş tasarımdı. Tescili için yapılan başvuru kabul edilmediği için yıkıldı.

Tescil başvurusu başarılı olan bir Cumhuriyet yapısına örnek olarak Çorlu Askeri Hastanesi verilebilir. Yerel yönetimin ilgisi ile hastane için bir rapor hazırlanarak Edirne Koruma Kurulu’na başvuruldu. Böylece hastane 2016’da tescil edildi ve işlevini sürdürüyor. Kamu ve yerel STK’ların kültürel mirasa sahip çıkma konusunda işbirliğinin artmasını, buna benzer örneklerin çoğalmasını diliyoruz.

Korunması için yasal statü sağlanamayan modern yapıların karşı karşıya olduğu bir diğer sorun  deprem güvenliği açısından yetersiz bulunmaları nedeniyle yıkılmalarıdır. Taşıyıcı sistemi “güçlendirilemez” olarak yaftalanıp yıkılan değerli çağdaş mimarlık ürünlerinin sayısı artmaktadır. Hocamız Prof. Leman Tomsu’nun (1913-1988) Mimar Münevver Belen’le birlikte Cerrahpaşa Hastanesi içinde yaptıkları Poliklinik Binası (1941)  statik raporuna dayanılarak yıkılmıştır. Bu önemli yapıtın ne zaman tekrar yapılacağı bilinmemektedir. Bu tür kararların eleştirilmesi, meslek odaları tarafından tartışılması; kamuoyunun bilinçlenmesi ve savunmaya katılması  bakımından önemlidir.

Yeniden kullanım projeleri, işlevini yitirmiş Cumhuriyet dönemi yapılarının yaşatılmalarına yardımcı olmaktadır.  Değişik işlevli yapıların bütüncül bir bakış açısıyla, dönemin izlerini de koruyarak dönüştürülmesi, doğru kullanımı başarılı sonuçlar vermektedir. Ankara’da I. ve II. Meclis Binaları, Ankara Palas müze olarak değerlendirilmiştir. İzmir’de Merkez Bankası Şubesi, özgün mimari karakteri bozulmadan güçlendirilerek otel olarak kullanılmaktadır.  Hizmet dışı kalan endüstri yapılarının korunmalarına iyi bir örnek Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’dır (1935). 2012 yılından bu yana Abdullah Gül Üniversitesi (AGÜ) Sümer Kampüsü’ne dönüştürülen sanayi tesisinin anıları canlı tutulmaktadır. 

Cumhuriyet dönemi mimarlığı zengin çeşitlilik ve içeriğiyle eşsiz bir miras oluşturmaktadır. Mimarlarımızın yapıtları yalnız yurt sınırları içinde kalmamış; büyükelçilik binalarıyla yurt dışına da uzanmıştır. Bu değerli yapıları belgelemek, sürekli bakımlarını sağlayarak yaşatmak ve tanıtmak için çabaların çoğalarak devam etmesini diliyoruz. Sahiplenme, anlama, değerlendirme süreçleri korumayı destekleyecek ve yapılan bilinçli çalışmalar kamuoyunda olumlu yankılar yaratacaktır. Strüktürel gerekçelerle yıkılmak istenen değerli mimari eserlerin ileri teknolojiden yararlanarak, özgünlükleri zedelenmeden güçlendirilmesiyle kayıplar azaltılabilir. Bizler gibi, gelecek kuşakların da Cumhuriyet’in mimari mirasına sevgi ve ilgiyle yaklaşacağına ve yaşatmak için çalışacaklarına inanıyorum. 

Türkiye’nin 100 Yılına Bakmak

Ali Cengizkan

Türkiye’de mimarlığın son yüz yılına baktığımızda, dünyanın diğer ülkelerindeki gelişmeleri de görüyoruz kuşkusuz. Pek çok alanda olduğu gibi, Türk modernleşmesinin tüm ürünleri de, hukuk, adalet, eşitlik, demokrasi, ülke bütünlüğü, ulusallık, ulusallık içindeki uluslararası, tüm Avrupa ülkeleri gibi Türkiye’de de benimsenen değer ve oluşturulan ilkeler olmadı mı? Şimdi son yirmi yıldır, bu değerlerin aşındırılması ve ortadan kaldırılmasıyla ‘iştigal eden’ piyon yönetimler döneminde, bütün bu baskı ve karalamalara karşın, mimarlığımız yine de ülkenin bağlı olduğu uygar ülkeler bloğunun içinde hareket etmeye, kendini geliştirmeye, oraya katkıda bulunmaya ve oradan katkı almaya, beslenmeye çalışmıyor mu?

Bence en büyük sorunumuz, hukuk ve adalet değerlerimizin aşındırılmasıyla daha da zayıflayan “mimari, çevre ve kent değerlerinin sürekli oluşturulması ve gözden geçirilerek yenilenmesi zorunluluğu”nun gözden çıkarılması ve unutulmasıdır. Kuşkusuz bu zorunluluk unutulunca, bu değerlerin uygulanması ve takip edilmesi alanında da büyük boşluklar, kesintiler, çatışmalar ve çelişkiler yaşanmaktadır. Öte yandan “kent ve çevre değerleri hakkında farkındalık sorunu”muz da zaten vardır. “Şeyleştirilen”, “koruma ve onarım mevzuatı” arkasına süpürülen ve oraya sığınan bir değerler sözkonusudur adeta. Sanki o değerler, kişilere, kentlilere, yurttaşlara, kısacası hemşehrilere ve mahalleliye ait değildir de, takdir ve koruma sorumluluğunu teslim ettiğimiz bir uzman / yetkin / yetkili kişiler grubuna aittir. Sonuç olarak son yirmi yıldır siyasetin gölgesine sığınan hukuk kurumunun göz yumması ile, kent değerleri, bireyin “kentli hakkı ve kent hakkı” başta olmak üzere ezilmekte ve yok sayılmaktadır. Bunun sonucu olarak ‘plan yapmak’tan, “geleceği görmek”ten, “bir gün sonrasını düşünmek”ten hızla uzaklaşmaktayız.

Türkiye’de mimarlığın son yüzyılına bakarken son yirmi yıla kadar olan alanı taradığımızda ise, eksiklikleri olsa bile yine de modernleşmeye ve çağdaşlaşmaya angaje ortamlar görmekteyiz. Bu ortamı yaratan tavırlar ‘modern olana aşık olmak’tan ya da kimi “alim”lerin (!) ısrarla ezberlettiği gibi “Batı hayranlığı”dan kaynaklanmıyordu. “Modern Olan” ve “Modernleşme”, çağdaş olmanın, zamana ayak uydurmanın, yeryüzünde ayakta kalabilmenin gerekleri açısından önemliydi. Çünkü “Modern Olan” ve “Modernleşme”, kendi dizilimi ve varlık nedeni içinde kendisini bulan bir durumdur. Çünkü “Modernleşme”, stilistik bir aksiyon, bir hareket değildir; bir “durum”’ ve olgunlaşma aşamasıdır. Çünkü “Modern Olan”, bir “programa sahip olan” demektir. Çünkü “Modernleşme”nin hem sonucu, hem de bir nedeni olan “Cumhuriyet” yönetim biçimi, özgür iradeye sahip özgür yurttaş kimlikli bireyler yetiştirmeyi vaad eder ve geleceğe ilişkin vaadler, kendi varlığının da öncülüdür.

“Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı”na bakarken, onun rotasından çıkarılmış iradi tasarım ve beklentilerini görmek, hedeflerinin yanlış ve saptırılmış tanımlarına tanık olmak, tarihî “tebdil ve tedvir” etme girişimlerini her gün izlemek, yeterince üzücü değil midir? 1923 öncesinin boşlukta sallanan ve kolektif hayatı hiçe sayan boşvermişlik ve “ben-yaptım-oldu” yönetsel tavrına karşı hayatın şamarı büyük olmuştu. Aktörler değişir, toplum katında bir şamar daha yenir!

Yeni Yüzyıla Doğru

Jale Erzen

Cumhuriyet’in yirminci yaşında doğdum. Birçok medeniyetin izlerini taşıyan Ankara, çocukluğumda medeni bir kentti. Geniş caddeleri, nezih lokantaları, birçok parkı, akasyalı sokakları ile yürünebilecek, gezilebilecek bir yerdi. Genellikle iki üç katlı yerleşimlerin bittiği yerde bağlar, bahçeler, köy evleri başlardı. 1960’lara doğru inşaatlar çoğalmaya, okula giderken yürüyerek geçtiğimiz boş arazilerden oldukça düzgün görünen apartmanlar yükselmeye başladı. İş hacmi genişledikçe köylerden akın ve kentin çevresinde gecekondular çoğaldı.

Kentin ana mahallelerini oluşturan Ulus, Kızılay, Cebeci, Bahçelievler ve Çankaya iş sektörlerinin, düzgün dağıldığı alanlardı. Hastaneler, devlet daireleri, okullar, pazarlar ve parklar kentte ulaşılabilir şekilde yayılmıştı. 

Otuz yaşımda eğitimden döndüğümde Cumhuriyet elli yaşında, Ankara ise artık boş alanları olmayan, gelişmiş, kalabalıklaşmış bir şehirdi. 60’lı yılların kenti bir milyona yakın nüfusu ile hala düzgün bir yaşam kalitesi sunabiliyordu. O yılların apartman mimarisi bugün özlemle korumaya çalıştığımız kaliteli yapılar içeriyordu; bugün mimarlık öğrencileri bunlardan yıkılmamış olanları belgelemeye çalışıyor.

1970’ler küreselleşme ile, postmodern karşı geliş tavırları ve mimarileri ile, yanlış politik hesaplarla düzenlerin şekillerin anlayışların bozulmaya başladığı bir dönemdir ama aynı zamanda bir özgürlük arayışı diyalektiğini de getirmiştir. Sol ve sağ toplum kültürünün de bölünmesine yol açan bir uçlanmaya gitmiştir.

Bu yazının serzeniş yanında bir analiz olabilmesi için son okuduğum bir yazardan alıntı yaparak başlamak istiyorum: (benim çevirimle) “Kişiler arasında olduğu kadar halklar arasında da resimlerde (ya da şiirlerde, melodilerde, binalarda, saksılarda, piyeslerde, heykellerde) anlam algılama kapasitesi diğer insan becerileri gibi ve bu beceriyi geliştiren çok daha derin deneyimler gibi, bu beceriyi aşan kolektif deneyimin ürünüdür. Kültür olarak bildiğimiz sembolik biçimlerin genel sistemine ve onun içinde özel bir olgu olarak sanat dediğimiz deneyime katılmak ancak bu şekilde mümkündür. Bundan dolayı bir sanat kuramı aynı zamanda bir kültür kuramıdır.”[1]

Türkiye’de Son 50 Yılda Mimarlık ve Kültürel Deneyimler

Yukarıdaki alıntıyı mimarlık açısından anlarsak, Türkiye’de toplumun genel ilkeleri, alışkanlıkları, inançları ve anlayış biçimleri sadece kullanıcıların mimarlık değerlendirmelerinde kriter oluşturmuyor, aynı zamanda mimarın da yapısını tasarlarken kale aldığı malzeme, çevre, statik gibi olguların yanında yer alıyor. Mimar her ne kadar özgürce biçim arayışı içinde olsa da toplumun deneyimsel kriterleri, zaman içinde bütün öğrendikleri ve benimsedikleri aynı zamanda mimarın malzemesini oluşturuyor.

Bu açıdan bakarsak, yirmi yıldan fazla, orta sınıfı yok eden politikalarla toplumu yönlendirmeye çalışan hükümet açık açık Cumhuriyet’in temsil ettiği değerleri ve bunların yapısal sembollerini yok etmeye çalışmıştır.  Bir süre önce Ankara Belediyesi’ni temsil eden kişi bir toplantıda en büyük emelinin Cumhuriyet dönemi modern yapıları yok etmek olduğunu beyan etmiştir. Ve giderek Cumhuriyet’i temsil eden yapılar hedef alınmış, bazıları çeşitli bahanelerle yok edilmeye çalışılmıştır. Son yıllarda gündeme gelen “kentsel dönüşüm” paradigması daha kaliteli bir kent ve yaşam yaratma hedeflerini dile bile getirmeden dünyada en fazla nüfusu olan niteliksiz müteahhit besleme ve yeni kazanç kapıları yaratma hedefleri ile Türkiye’nin bütün kentlerinde uygulamaya geçirilmiştir. Kapı kapı dolaşan tellallar eski yapıları hedef almış birçok ev sahibi para aşkına tuzağa düşmüştür.  Yetmiş beş yıllık sağlam evimin kapısına gelenleri zor kovaladığımı anımsıyorum.

Neticede bugün örnek olarak Ankara’nın yeni mimarisine baktığımızda, çok daireli, her dairesi çift arabalı, garajsız, bahçesiz, ağaçsız, plastik malzemelerle uygulanmış post-modern süsleriyle yükselen birçok apartman görüyoruz. Daha büyük sermaye ile yola çıkanlar gökyüzünde akrobasi yapan, içinde AVM’si bile olan canavarlar üretiyorlar. Cumhuriyet’in yüz yılında geldiğimiz nokta yukarıda yaptığım alıntıyı doğruluyorsa sorun mimarlıkta değil daha ziyade toplumda gibi görünüyor.

Kurumsal Çöküş

Mimarlığın ve şehirciliğin bugünkü durumu toplumsal çöküşün işaretlerini taşıyan kurumsal çöküşlerle ilgilidir.  Her ne kadar farklı mimarlık ve şehircilik kurumlarında sorumlu ve farkında kişiler bulunsa da kurumsal bozulmaya engel olacak güç ancak dayanışma içinde olabilir; bu da toplumun bugün içinde bulunduğu kırılma ile zor. Mimarlığı etkileyen kurumsal çöküşler belediyelerde, Mimarlar Odası’nda, mimarlık eğitiminde aranabilir.

Bu yılki korkunç depremde görüldüğü gibi hatalı inşaat izinleri, yanlış arazi seçimleri mimarlığı etkileyen en önemli nedenler olmuştur. Birçok belediyede imar daireleri önemsiz biçimsel olgulara takılırken mimariyi ve kenti en başta etkileyen konuları es geçiyorlar. Bu konularda biri de araba garajı mecburiyeti. Belediyeler bu konuda ceza kesmekle yetinirken kente verdikleri zararı hiçe sayıyorlar.

Mimarlar Odası Türkiye’de yapıların niteliği ile ilgileniyor mu?  Bu konuda gençleri bilinçli kılmak için ya da mimarlık eğitimine destek olmak için bir çaba sarf ediyor mu? Mimarlar Odası bazı siyasi sorunların peşine düşmekte her ne kadar haklı ise de mimarlık eğitiminin niteliği ile ilgilenmesi, bu konuda toplantılar, konferanslar, söyleşiler düzenlemesi, mimarlık eğitimini sorgulaması gerekir. Bu çabaların yeterince gösterilmediği kanısındayım.

Tabii, Türkiye’deki mimarinin kalitesinden en fazla sorumlu olan kurum mimarlık eğitimi veren fakülte ve bölümlerdir. Mimarlık eğitimi genelde yalnızca yapı üretimine yönelik eğitim vermekte, yaşam kalitesi, sosyal sağlık ve bilinç, çevre farkındalığı, estetik, sanat gibi konuları es geçmektedir. Dört yıllık bir mimarlık eğitiminin, hele orta eğitimin bu konularda çok zayıf olduğu bir ülkede yeterli olmasına imkan yoktur. Türkiye’de birçok ülkede olduğundan çok daha fazla mimarlık okulu var. Acaba neden? Buna karşın yapı kalitesi neden bu kadar düşük?

Daha önce toplum kültüründeki çöküşten söz ettim. Bu çöküş mimariyi doğrudan etkiliyor. Türkiye’deki çöküş birçok yerden daha vahim olsa da bütün dünyada tüketim kültürü, ekonomi ve eğitim nedeniyle bu çöküşü görüyoruz. Ancak, birçok gelişmiş ve ekonomisini nispeten kontrol altında tutabilen ülkelerde mimarlık da büyük bir kontrol altında ve oldukça kaliteli ürünler ortaya koyabiliyor. Öte yandan, göçleri ve üç çocuklu aile yapısını desteklemek giderek çoğalan nüfusa acil yapı gerektiriyor ve müteahhitlere gelir kapısı açıyor.

Öte yandan, iyi niyetli bazı girişimler, kentlere kaliteli yapılar kazandırmak için ödüllü yarışmalar açıyor, nitelikli projelerin üretimine destek oluyorlar. Son birkaç yıl içinde böyle birkaç yarışmanın jürisinde bulundum. Jüri üyeleri günlerce çalışıp tartışıp nitelikli projeleri seçmeye çalıştılar, birçok emek ve para sarf edildi. Benim jürisinde bulunduğum, kazanan hiçbir proje hayata geçirilmedi. Acıklı manzaraya işte bir ek daha!

2. Yüzyıla Doğru

Yukarıdaki olumsuz tablo birçoğumuzun farkında olmadığı bir gerçeği gösteriyor. Toplumsal çöküşün bir belirtisi de olumsuzlukların farkında olamamak.  Seksen beş milyonluk bir nüfusta ancak birkaç yüz kişi durumun farkında ise herhangi bir değişim beklenemez.

Bu durumda söyleyebileceğim tek şey farkında olan kişilerin bulundukları kurumlarda durum tespitine giderek acilen çözümler üretmeleri. Mimarlık fakültelerinden başlasak? Mimarlığın yalnızca yapı üretmek olmadığını anlamaya, öğretmeye çalışsak?

Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılında Mimarlığımız[2]

Doğan Hasol

Türkiye Cumhuriyeti, 1923’teki kuruluşunun ardından kısa sürede büyük başarılara ulaşmıştır. Mimarlık alanında da durum öyledir. Öncelikle şunu belirtelim: Türkiye, “mimarlıklar ülkesidir”. Ciddi mimarlık geçmişine, zengin bir mimarî mirasa sahiptir: Antik dönem kalıntıları, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı mimarlıkları gerçek bir birikim gösterir. 20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı da sürecin devamı gibidir. Erken Cumhuriyet dönemi, Atatürk’ün önderliğinde her alanda planlamaya öncelik vermiştir. Bu, yalnızca kentsel planlama alanında değil, ekonomi, eğitim, sağlık, ulaşım alanlarında da böyle olmuştur.

Kentsel planlama yani şehircilik konularına gelince… O dönemde Ankara başta olmak üzere birçok şehrin planlı gelişmesi için planlar ve olanaklar sağlanmıştır.

Başkent Ankara’nın planlanması için birçok yarışma sonrasında 1932 yılında Alman şehir plancısı Hermann Jansen’in planının uygulanmasına karar verilmiştir. Ardından, Ankara’yı başka şehirler izlemiştir.

Berlin Teknik Üniversitesi’nin Sanal Mimarlık Müzesi’nde Alman şehir plancısı Jansen’in kentsel planları vardır. Orada Jansen’in Atatürk döneminde Türkiye’de yaptığı kentsel planlar da yer almaktadır. Örneğin, Ankara, Bursa, Gaziantep, Tarsus gibi…

Daha sonra, İstanbul’un planlanması için 1936 yılında Fransız plancı Henri Prost görevlendirilmiştir.

Atatürk Türkiyesi’nin planlamaya verdiği önem birçok ülke için örnek oluştururken Avrupa ülkelerinin de dikkatinden kaçmamıştır. Nitekim yıllar sonra Hitler Almanyası’nın baskısından kaçmak zorunda kalan bilim ve sanat insanlarının sığınmak için Türkiye’yi seçmelerinin, ülkemizin gelişmesine ciddi katkılarda bulunmaları bir şans olmuştur.

Gelelim bugünlere… Plansızlık ne yazık ki yalnız kentsel planlamada değil her alanda sürmekte: Eğitimde, kamusal görevlendirmelerde, iş verme ve ihale sisteminde, yatırımların finansman modellerinde… Örneğin, yollar, köprüler, tüneller, havalimanları, şehir hastaneleri gibi yatırımlardaki Yap-İşlet-Devret (YİD), ya da Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) gibi yöntemlerde…

21. yüzyılın 23 yıllık döneminde, 1980’lerde başlayan neoliberal ekonominin doludizgin yürürlükte olduğu bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte ülkede, ekonomistlerin de yadırgadıkları gibi, ekonomik kalkınmanın inşaat üretimine dayandırıldığı bir model izlendi. Kentsel toprağın değeri, çoğu bilim dışı, kuralsız plan ve imar düzenlemeleriyle, plan değişiklikleriyle maksimum düzeye getirilmeye çalışıldı. Kentsel dönüşüm manivelasıyla genel plan disiplini göz ardı edilerek doludizgin yoğun ve yüksek yapılaşmaların önü açıldı. Yine plansızlık sonucu, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere merkezî şehirlere akan yoğun nüfusun baskısı da toprağın aşırı değer kazanmasında etkili oldu.

Bu döngünün ekonomik büyümeye ve toplumun refahına ne getirdiğini belirlemek bizim uzmanlık alanımızın dışındadır. Ancak bu gelişmelerin inşaat sektörünü canlı tutmaya yaradığını söyleyebiliriz. O kapsamda ülke mimarlığı, gayrimenkul geliştiricileri ve müteahhitler egemenliği ve çoğu kayırmalı inşaat emsali artırımlarıyla zorlanmış imar durumları arasında kendisine alan bulmaya çalışmakta.

Yine 2000’li yıllarda uygulanan kayırmacı-ödüllendirici/cezalandırıcı politikalarla kentsel rant üretimi kamu kesiminde de sürdürüldü. Plan ve plan değişikliği yapma yetkisinin belediyelerin yanı sıra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Toplu Konut İdaresi (TOKİ), Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), vb. çok sayıda kamu kurumuna dağıtılması anarşik kentsel gelişmelere yol açtı. Kamu arazilerinin özelleştirme adı altında özel imar durumlarıyla, kayırmalı grup ya da kişilere aktarılması kentlerde yoğun ve yüksek yapılaşmayı körükledi. Kentsel planlama ilkeleri göz ardı edilirken, özellikle büyük şehirler, bir yandan da tepeden inme merkezî kararlarla plan dışı, Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) sürecinden kaçırılmış, gösterişli, uçuk-kaçık mega(!) kamu yatırımlarının sahnesi haline geldi.

Böyle bir süreçte, bütüncül kentsel çevreler, düzgün kentsel mekânlar oluşturulması konusunda planlama süreçleri yetersiz kaldı.

Ülkedeki mimarlık eğitimine gelince… O alanda da ciddi sıkıntılar var. Kamu kurumlarının dışında Vakıf Üniversiteleri adı altında özel kuruluşlar çok yaygın. Ve en hazin tarafı YÖK’ün belirlemesi ve dayatmasıyla 4 yıllık eğitimle, bütün yetkileri veren mimarlık diploması.

Şu anda bizde ciddi bir okul enflasyonu ile eğitimde kalite sorunu var. Okulların düzeyleri çok farklı; meslekî yetkinlik konusunda da ciddi sorunlar var. Dünyada bugün, mimar olabilmek için 3+2 ya da 4+1 yıllık, yani en az 5 yıllık eğitim ve ardından zorunlu stajlar ve resmi yeterlilik sınavları söz konusu.

Ülke yönetiminde de mimarlık alanında da bazı tutarsızlıklar var. Bölgesel ve kentsel planlama ile kentsel tasarım alanlarında yetersizlikler var.

Mimarlık pratiğine gelince… 20. yüzyılın sonuna doğru devreye giren bilgisayar teknolojisi önce “bilgisayar destekli çizim”de kullanıldı. Daha sonra yeni gelişmeler ve yazılımlarla, “bilgisayar destekli hesap”, “bilgisayar destekli tasarım” mimarlığın ve mühendisliğin hizmetine girdi. Günümüzde iş, “bilgisayarlı üretime” kadar geldi. Bilgisayar devriminin getirdiği olanaklar ve programların sağladığı tasarlama ve hesaplama yöntemlerinin yanı sıra teknoloji ve malzemeyi biçimlendirip uygulama olanakları, yepyeni biçimler dünyasına ve farklı tasarımlara olanaklar sağlar duruma geldi.

Bilişim Çağı’nda sayısal ortamın gücü ve olanaklarıyla, Öklid geometrisi sınırlarını aşan çeşitli geometrik biçimler bugün bilgisayar desteğiyle üretilebilmektedir.

Günümüz mimarlığında artık fraktaller, dalga biçimleri ve kozmosu oluşturanlara benzer biçimler ve strüktürler söz konusudur. Geçmiş yüzyıllarda, çok uzun ömürlü olan mimari üsluplar, son dönemin hızlı temposu içinde yerlerini üsluplar çeşitliliğine, giderek de üslupların reddine, hattâ çoğulculuk içinde üslupsuzluğa bırakmıştır. Yaşanan süreç vaktiyle, “Üsluplar birer yalandır” diyen Le Corbusier’yi bugün haklı çıkaracak niteliktedir.

Mimarın rolü, geçmiş çağlardakinden çok farklı bir konuma gelmiştir artık.

Mimarlık yapıtı bugün;

• Topluma yararlılık,

• Doğru yerleşme, topografyaya uygunluk,

• Coğrafi ve iklimsel koşullara uygunluk,

• Çevreye duyarlılık, çevreyle barışıklık, doğal ve yapılı çevreye saygı,

• Yaratıcılık ve yenilik,

• Mimari kimlik, çağdaş mimarlık dili ve tasarım kalitesi,

• Mimari olgunluk ve estetik değerler (mekânsal ve plastik değerler),

• İç-dış uyumu,

• Strüktürel ve teknolojik gerekliliklere uygunluk, uygun teknoloji kullanımı, ekolojik malzeme seçimi ve detaylarda performans,

• İşlevsellik ve kullanım esnekliği,

• Ekonomik çözümler (maliyet-yarar ilişkisi),

• Sürdürülebilirlik, ekolojik yaklaşım, ergonomik çözümler

gibi ölçütlerin yanı sıra yapı fiziği, yapı kimyası, güvenlik, otomasyon vd. uzmanlık katkılarını da bünyesinde bulundurmak durumundadır.

Mimar, bütün bu gereklilikleri, ilgili disiplinlerden geniş bir uzmanlar kadrosuyla işbirliği halinde bir araya getirerek, geleceği düşünmek ve dünyanın fiziksel - ekolojik ortamını ve yaşam kalitesini bozmayacak, hattâ bugünkünden daha iyiye götürecek tarzda dikkatli adımlarla işini örgütlemekle yükümlüdür.

Her alanda olduğu gibi mimarlıkta da iyi örnekler ve kötü örnekler vardır. İyiler ülke mimarlığının birikimini oluşturur. Aslında her yapının iyi mimarlık örneği olması idealdir.

Ancak ne var ki, yürürlükteki etkin koşullar ve kimi baskılar nedeniyle mimarlık sıkıntıya düşebiliyor. Günümüzde yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da durum az çok böyle. Sonuçta, üretilenlerin büyük çoğunluğunun, farklı nedenlerle de olsa mimarlık değerleri sorgulanır hale geliyor.

Özetlersek: İyi mimarlık için bütün girdilerin iyi olması gerektiği açıktır.İyi mimarlık için ilkin ülkemizin yasal nitelik kazanmış bir “Mimarlık Politikası”na ihtiyacı var. Mimarlar Odası’nın bu konudaki ciddi hazırlıklarının sonuçlandırılmasını bekliyoruz.

Cumhuriyet Mimarlığı’nın 100 Yıllık Geçmişi ve Geleceği

Ruşen Keleş

Mimarlık, insanların yaşamasını kolaylaştırmak ve barınma, dinlenme, çalışma, eğlenme gibi eylemlerini sürdürebilmelerini sağlamak üzere gerekli yapıları, ortamları, işlevsel gereksinmeleri ekonomik ve teknik olanaklarla bağdaştırarak estetik yaratıcılıkla tasarlama ve inşa etme sanatı, mesleği ve bununla ilgili bilim dalı olarak tanımlanıyor.[3] Mimarlık ve çevre ilişkisini inceleyen mimarlar da, mimarlığın gelişim sürecinde üç aşamanın var olduğuna dikkat çekmişlerdir. Birincisi geleneksel mimarlıktır. Bu dönem, doğa ile barışın ön planda tutulduğu dönemdir. İkincisi, 20. yüzyıl mimarlığını simgeleyen bir dönemdir ki, burada doğal değerlere özel bir önem verildiği görülmez. Üçüncü dönem ise ekolojik mimarlık dönemidir. Bu son dönemde mimarların

tasarım çalışmalarında göz önünde bulundurmaları gereken temel öğelerin başında, enerji, iklim, yapı malzemesi, kentsel mekanlara bütüncül yaklaşımlar, kimlik, ölçek, yeşil alanlar, inşaat ve eğitim gibi öğeler yer almaktadır. Bu dönemde mimarlar, bir yandan çevre değerlerinden ve ekolojik verilerden etkilenirken, bir yandan da, kendi tasarımlarıyla yaşam çevrelerini biçimlendirmektedirler.[4]

Geleneksel Türk mimarlığında, Avrupa’da Rönesans’tan beri görülen ayrı bir şehircilik, yani planlı olarak kent yaratmak düşüncesi yoktu. Türklerin Anadolu’ya geldiklerinde buldukları, önce çevrelerine sonra da içlerine yerleşerek Türkleştirdikleri kentler, Türk-İslam kültürüne ve tarımsal ekonomiye dayanan bir yerleşme yapısının ürünüydüler.[5] Erken Cumhuriyet dönemi olarak adlandırılan 1923-1950 döneminin, Cumhuriyet’in kuruluş, kurumsallaşma ve çağdaş uygarlık düzeyine yükseltilme çabalarıyla adeta özdeşleşmiş olduğu söylenebilir Geniş yeşil alan düzenlemeleri, kültür parkları, belediye fidanlıkları, çağdaş çevre düzenlemelerinin yanı sıra çağdaş bir başkent yaratmak, ülkeyi çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmek, İslam ve doğu kültüründen batının kültür düzenine geçirmek için atılması öngörülmüş olan adımların örnekleridir. Bunların Kemalist Türkiye’nin Batılılaşma ideolojisinden ayrı düşünülmelerine olanak yoktur. Bu tavırların, I. ve II. Ulusal Mimarlık Akımları üzerinde de açık etkileri vardır. Değerli dostum Metin Sözen’e göre, I. Ulusal Mimarlık Akımı Selçuklu ve Osmanlı mimari değerlerinden esinlenmiş, II. Ulusal Mimarlık Akımı ise Osmanlı anıtsal yapılarından çok, esin kaynağını geleneksel konutlarda aramıştır.[6]

Nasıl günümüzde ülkenin her türlü doğal ve kültürel değerlerini satıp elden çıkarmak iş başındaki yönetimlerin ideolojisi durumuna gelmişse, o gün de, bunun tam tersine, tüm doğal değerlerin  devlet elinde bulundurulmasına özen gösterilmesi Cumhuriyet ideolojisinin vazgeçilmez öğelerindendi. Çağdaşlaşmayı bilimin ve ussallığın  gereklerine her zaman bağlı kalmak biçiminde algılayan Atatürk ve arkadaşları, bu dünya görüşlerini başta Ankara olmak üzere, kentlerin planlı, düzenli  ve sağlıklı olarak gelişmesine de egemen kılmak istediler. İşe, insanların kılık kıyafetinden, ilkel görünümlerden kurtarılmalarından, temizlik ve güzelliğinden başladılar. Bu adımları yadırgayanlar, hazmedemeyenler olmamış değildir. Bugün de durum böyledir. Ama onlar, nasıl fesin yerine şapkayı koymakta, kafanın içinde bir devrim yapmanın, dinsellikte akılcılığa yönelmenin ön koşulunu görmüşlerse, kentleri ve yapılı çevreyi çağdaşlaştırmayı da, toplumu bir bütün olarak çağdaşlaştırmanın başlangıcı olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla, ilk bakışta biçimsel çabalar olmaktan ötede bir anlamı yokmuş gibi görünen kimi çabaları, gerçekleştirmek istedikleri devrimin özüyle dorudan ilgiliydi.[7]  

Cumhuriyet’i kuranların çağdaşlaştırma çabalarını yurt dışından gözlemleyen kimi mimarlar (Ernesto Rogers), İtalya’da ve başka Avrupa ülkelerinde 1930’lardaki “faşist” uygulamalarla, Türkiye’deki tek parti dönemi uygulamaları arasında benzerlik arayışları içine girmişlerdir. Kimi mimarlarımız da, ne yazık ki, bu tür benzetmelerden etkilenmişlerdir.[8] Oysa, o tarihlerde, henüz demokrasin bilinmediği bir dönemde bile, Cumhuriyet’i kuranlar, uzmanlığa ve danışmaya büyük önem vermişlerdir. Ankara’nın başkent yapılmasına ilişkin yasa TBMM’den geçtikten sonra, olası başkentler Genelkurmay Başkanlığı’nın gözetiminde bir bilimsel danışma kuruluna incelettirilmiş, “ben yaptım, oldu” yöntemi izlenmemiştir. Atatürk’ün manevi kızı Rukiye için Yenişehir’de altında dükkan bulunan bir ev yapılmasına danışman Mimar Robert Oerley’ in izin vermesine karşın, gerçek devlet adamı Atatürk inşaatın durdurulması buyruğunu vermiş ve ev Mithatpaşa caddesinde inşa edilmiştir. Tam tersine, günümüzde, Atatürk Orman Çiftliği’nin beton yığına çevrilmesi sürecinde, meslek odalarımızın tüm uyarılarına karşın, yargı kararlarında bile dalgalanmalar yaşanabilmiştir. Kent planlaması ve mimarlık gibi özü itibariyle siyasal süreçlerle çok yakından ilgili olan uygulama alanlarında, bilime, uzmanlığa ve danışmaya önem verilmesi yaşamsal önemdedir.[9] Hiç kuşku yok ki, niteliği itibariyle “tek adamlığa” ve “bildiğini okumaya” çok elverişli olan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi her alanda olduğu gibi mimarlık açısından da Cumhuriyet mimarlığımızın geleceği açısından büyük riskler taşımaktadır. Cumhuriyet dönemi mimarlığının, yabancı mimarların da çabalarıyla ülkemize kazandırdığı çok önemli yapıtlar olmuştur. Ancak, kabul etmek gerekir ki, ne eskiden devir almış olduklarımıza, ne de yeni değerlere gereği gibi sahip çıkmakta başarılı olamadık. Bunda, her düzeydeki yöneticilerde ve halkın kendisinde koruma bilincinin yeterince gelişmemiş olmasının büyük payı olsa gerektir. Erken Cumhuriyet dönemi yapılarından olan Ankara’daki İller Bankası binasının

yıkılıp, yerine kullanıcı bulmakta zorlanan bir cami yerleştirilmiş  olması atılan yanlış adımlara bir örnektir.

Korunması gereken mimarlık ve kültür varlıkları karşısında uygulamalara yön verenlerin, en hafif anlatımla, “yansız” olarak nitelendirilebilecek bir kayıtsızlık içinde kaldıkları rahatlıkla söylenebilir. Tek tek kimi mimarlarımızın “yanlış uygulamaların mimarı” olmaları istisnai olmakla birlikte, hiç yok da değildir. Meslek odaları arasında koruma konularındaki duyarlılığını her zaman takdirle izlediğim odaların başında, odamız  Mimarlar Odası gelmektedir. Çok da yeni olmayan bu tutum ve davranışın, Mimarlar Odası’nın Cumhuriyet’e ve onun temel ilkelerine sımsıkı bağlı oluşuyla çok yakından ilgisi vardır. Odamızın Cumhuriyet’i ve onun dayandığı değerleri bir türlü hazmedememiş olanlardan aldığı tepkinin asıl nedeni de kanımca budur. Yazımızın başlığındaki Cumhuriyet mimarlığının geleceğine güvenle bakmakta bu nedenle haklıyız. Sözlerimi, kendisini saygıyla andığım, Mimarlar Odası Başkanı Maruf Önal’ın 1968 yılında Oda Genel Kurulu Toplantısı’nda yaptığı bir konuşmasıyla bitirmek istiyorum. Maruf Önal oda mensuplarının duyarlılık ve uyanışları konusunda diyor ki: “Mimarlık mesleğinin  ve meslek mensuplarının sorunlarının, Türk toplumunun ve ülkemizin sorunlarına kökten bağlı olduğu görüşü odamızda egemendir. Türkiye son yıllarında halk kitlelerinin uyanma ve haklarına sahip çıkma çabasının yarattığı bir kaynaşma ortamı içindedir. Odamız bu uyanışı hızlandırmakla görevlidir.”[10]

Odamızın bu duyarlılığın aradan yarım yüz yıldan daha uzun bir süre geçtikten sonra bugün bile korumakta olduğunu görmek gerçekten sevindiricidir.

Türkiye’de Mimarlık

Aykut Köksal

Türkiye’de mimarlık, yüzyıllık Cumhuriyet serüveninin ardından geldiği noktada, iki ayrı görüntü sunuyor: İlki, mimarlık medyasına, mimarlık yayınlarına, meslek örgütlerinin etkinliklerine yansıyan görüntü: dergilerde yayımlanan mimar profilleri, mimar monografileri, antolojiler, televizyonlardaki mimarlık söyleşileri, dağıtılan ödüller, “büyük ödül” onurlandırmaları…, vb. Ama bir de yapılanmış çevredeki görüntü var. Artık “mimarlık” sözcüğünü kullanmakta epey zorlanacağımız bir görüntü bu. “Formel” öznelere sahip (yani kâğıt üzerinde “mimar” özneler taşıyan) yapılanmış çevreyle, “informel” çevrenin de bir farkı yok; her ikisi de mimarlığın bilgi üretimini aynı kertede dışarıda bırakıyor. Hiç kuşkusuz modernleşme sürecini tamamlamamış bir toplum için anlaşılmayacak bir durum değil, çünkü mimari bilginin gündelik olana eklemlenmesi ancak modernleşmeyle olası. Bu anonim bağlamın sunduğu görüntüyle ilk görüntü arasında en ufak bir akışkanlık yok. Sanki birbirinden tümüyle farklı iki üretim bağlamı gibi. Bu manzaraya son yirmi yıl içinde kendini gösteren, kısa sürede ikinci görüntüdeki anonim bağlamın bir parçasına dönüşen iki katman daha eklendi: İşyeri ya da konut kulelerinden sitelere, alışveriş merkezlerine uzanan yok-yer mimarlığı ile resmi siyasetin dayattığı, özellikle kamusal yapılarda ortaya çıkan “sözde yeni-Osmanlı” mimarlığı.

İlk bakışta bu iki görüntünün birbiriyle çeliştiği saptanacak ve ülkenin tüm kentlerini birbirine benzer “anonim” yapı yığınlarına dönüştüren süreç bir yana konularak, Türkiye mimarlığı, varlığı yalnızca belirli mecralardaki görünürlüğe indirgenmiş “mimari üretim” üzerinden anlatılmaya çalışılacaktır. Ne var ki aslında birbirini bütünleyen, birlikte bir resim oluşturan iki görüntüyle karşı karşıyayız.

Türkiye’de ilk görüntünün daha belirgin hale gelişinin yaklaşık otuz / kırk yıllık bir tarihi var. Neo-liberal politikaların getirdiği tüketim ekonomisi önce dekorasyon dergilerini ortaya çıkardı. Kısa bir sürede bu dergiler ya mimarlığa da yer veren yayınlar oldu ya da doğrudan mimarlık dergisine dönüştü; dahası, pazarlama iletişiminin aracı haline gelen bu periyodikler, tüm mesleki yayınlar için de model oluşturdu. Modern sonrası dünyanın var olmayı “görünür” olmaya dönüştürdüğü yeni iklim bu yeni mecradaki “mimarlık” bağlamını belirlemede de gecikmeyecekti. Böylece yapılarıyla, yazılarıyla meşruiyetini görünür olmaktan alan bir mimarlık çevresi ortama egemenliğini kurdu. Kapalı bir çevrede kendi idollerini yaratan, ama düşünsel arka planı son derece yoksul bir mimarlık, hiç kimsenin sorgulamaya yanaşmadığı, üreteniyle izleyeni neredeyse aynı kişilerden oluşan bir ortamı belirliyordu. Bu ortam içinde üretilen metinlere baktığımızda, yapılacak ilk saptama “eleştiri”nin yokluğu olacaktır. Tanıtım ve övgü yazılarından oluşan metinlere, mimari yapıyı ele almaya kalkışmayan, yalnızca sosyolojik bir çerçeve çizmeye çalışan metinlerin eşlik ettiği görülür. Buna bir de, yine nesneyi görmek istemeyen ve ithal kavramlarla sürdürülmeye çalışılan felsefi okuma çabasını ekleyebiliriz. İkinci bir yaklaşım ise, mimari nesneye bakmaya çalışan “aşırı yorum” örneklerinde karşımıza çıkıyor. Mimari üretimin düşünsel zayıflığının her iki durumda da belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yayımlanan mimari seçkilerdeki örnekler ise ortamın yoksulluğunu daha da belirgin hale getiriyor.

Peki bu görüntü, ilk başta söylediğim yapılanmış çevrenin sunduğu görüntüyle nerede birleşiyor? Bunu görmek için Türkiye’den uzaklaşmak, Hollanda, İsviçre ya da Belçika gibi, yapılanmış çevreyi mimarlık bilgisine teslim eden ülkelere bakmak gerek. Bu ülkelerdeki mimari üretimin özneleri starlık savında değil, ortalıkta mimarlık idolleri olarak dolaşmıyorlar, işlerini yapıyorlar. Ne haklarında soyut felsefi metinler üretiliyor, ne de mimarlık dergilerinde özel profiller düzenleniyor. Bir düşünsel üretimin nesnesi olan ise yapılanmış çevrenin bütünü. Ama mimarlık dünyasının bir de öne çıkan figürleri var. Dünya mimarlığında tekil bir üretimle kendini gösteren bu adlar ancak böylesi bir anonim zemin var olduğu için ortaya çıkabiliyor. Mimari üretimi düşünsel katkıya dönüştüren, üretimleri üzerine sayfalarca yazı yazılan auteur mimarlar anonim bağlamın bir parçası değil, ama anonim bağlamla paylaştıkları ortak bir zemin var ve mimari bilgiyi içselleştirmiş bir zemin bu.

İşte Türkiye’deki temel sorun -giderek resmi bütünlüklü kılan- bu ortak zeminin yokluğu. Bu yüzden sınırlı mimarlık ortamı “gibi yapmak” üzerine kurulu. “Star gibi” mimarlar, “felsefe gibi” metinler ve kaçınılmaz olarak “mimarlık okulu gibi” okullar.

Not: Yaklaşık yirmi yıl önce Türkiye mimarlığı üzerine yazdığım bir yazı benzer saptamalarla yine bu resmi aktarıyordu. Yirmi yıl içinde durum daha da vahim hale geldi; mimarlık okullarının sayısının astronomik artışı ise vahameti geri dönüşü zor bir noktaya sürükledi.

Cumhuriyet’in Kuruluş Aşamasında Arkeoloji ve Kültürel Mirasa Bakış

Mehmet Özdoğan

Erken Cumhuriyet Dönemi - En Zor Günlerde Bile “Kültürel Mirasın Sırası mı” Dememek

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, bugün tam ve de doğru olarak algılamayacağımız kadar yokluk ve zorluklarla yoğrulmuştur. Uzun yıllar boyunca süren savaş ortamı, İstanbul hükümeti ve onun destekçileri ile olan gerilimler, isyanlar, milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilerek yer değiştirmesi, ekonomik zorluklar ve bunun çok daha ötesindeki olumsuzlukların ardından kurulan Cumhuriyet, devlet olmanın sorumluluğunu daha Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren her alanda olduğu gibi arkeoloji ve kültür varlıkları bağlamında da göstermiştir. Savaş sürerken, Sakarya Savaşı sürecinde 1921 yılında Ankara’da müze kurulması kararı alınmış, 1922 yılında da Antalya Müzesi kurulmuş; bunları 1923 yılında Sivas, 1924 yılında Adana, Bergama ve Topkapı, 1925 yılında İzmir, Edirne, Ankara Etnografya, 1926 yılında Tokat, Konya, Amasya Müzeleri izlemiştir. 9 Mayıs 1920’de Kurtuluş Savaşı sürecinde müzeler ve eski eserlerden sorumlu olarak Asar-ı Atika Müdürlüğü Maarif Vekaleti’nin içinde bir birim olarak kurulmuş; 5 Kasım 1922’de arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin toplanması, envanterlenmesi ve yeni müzelerin kurulması için genelge çıkarılmış; 14 Ağustos 1923 tarihli hükümet programında da müzelere geniş bir yer ayrılmıştı. Eski eserlerin toplanması için çıkartılan genelgeler, yeni müzelerin, müze depolarının kurulması için yapılan girişimler, zorlu koşullar altında kültür varlıklarının “vazgeçilmez değerler” olarak görüldüğünün en açık kanıtıdır. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında kültür varlıklarına, müzelere verilen önem birçok araştırıcı tarafından farklı yönleriyle ele alındığı için,[11] burada ayrıntılara girmeden anımsatmakla yetineceğiz.

Kurtuluş Savaşı sonlanırken, Ankara Hükümeti savaş ortamında işgal kuvvetlerinin kendi bölgelerinde gerçekleştirdikleri bilimsel kazılarda buldukları eserlerin geri getirilmesi için de çok özgün bir çaba göstermiştir. Bu bağlamda yabancı ülkeler ile olan ilişkisini “bilimsel dürüstlük” ilkesine bağlı olarak sürdürmüş, kazı izinlerinin verilmesi de bu ilke doğrultusunda olmuştur. Örneğin, daha Cumhuriyet’in ilanından hemen önce, 1923 Ağustos ayında Fransa’ya verilen kazı izni ile M. Laumonier ve M. Béquignon Eylül ayında İzmir Teos’ta kazı çalışmalarına başlayabilmiş;[12] buna karşılık Amerikalılara Sardes ve Aphrodisias kazı izinlerini vermek için, Yunan işgali sırasında Sardes’de sürdürülen kazıda ortaya çıkan ve Yunan ordusu geri çekilirken Türkiye sınırı dışına çıkarılmış olan eserlerin geri getirilmesi koşulu getirilmiştir.[13] Ankara’nın bu konuda kararlılığının en güzel örneklerinden biri Gelibolu yarımadasında Karaağaçtepe Höyüğü’nde, Fransız işgal kuvvetlerinde subay olarak bulunan arkeolog R. Demangel’in kazısında bulunup Yunanistan’a, Semadirek adasına götürülen tarihöncesi buluntuların geri getirilmesinin barış antlaşmasının koşulları arasına konmuş olmasıdır; böylelikle eserlerin İstanbul’a iadesi sağlanmıştır.[14] Devletin duruşunu sergileyen ilginç bir örnek de, 1924-1930 yılları arasında arkeolojik kazı izni bakımından İtalya ile olan ilişkilerde görülür; bilindiği gibi İtalya, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti’ni desteklemiş ve dağlık bölgelerdeki çete kuvvetlerine yaptığı yardımın kamuflajı olarak Antalya’da bir arkeoloji projesi sürdürmüştür. Ancak savaşın sonunda Antalya’daki İtalyan Konsolosluğu’nun toplamış olduğu arkeolojik eserleri elinde tutması nedeniyle İtalya o yıllarda en yakın müttefik olarak görülmesine karşın İtalyan araştırmacılara kazı izni verilmemiştir.[15] İtalyanlar ilk kazı iznini ancak 1930 yılında alabilmiş, buna karşılık kurallara uydukları için barış antlaşması sonrası İngilizlere İstanbul’da kazı izni verilmişti.[16] Yukarıda değindiğimiz örnekler, Kurtuluş Savaşı içinde bile, “şimdi eski eserleri düşünmenin zamanı ve yeri mi” demeden devletin, devlet olma sorumluluğunu taşıdığını göstermektedir. Bu bağlamda Atatürk’ün, ekonomik çıkarlar ile bilimi birbirinden ayıran yaklaşımı her anlamda örnek alınacak bir kararlılık sergiler. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde stratejik önemi ve ekonomik değeri olan her değere sahip çıkmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun elden çıkardığı ya da yabancılara kurdurduğu tüm işletmeler ödün verilmeksizin uluslaştırılmıştır. Buna karşın, devlet, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren bilimi ulusal olarak değil evrensel olarak ele almış, yabancılar ile olan ilişkisini de ona göre düzenlemiştir. Yukarda örneklendiği gibi, Kurtuluş Savaşı sırasında karşı karşıya gelinen Batılı ülkelerin bilim insanları ve bilimsel kurumları ile sıcak bir ilişki kurulmuş; daha Cumhuriyet’in kurulduğu günden itibaren Türkiye Cumhuriyeti toprakları yabancı bilim insanlarına açılmış; 1925 yılında Avusturyalı J. Keil’in Korikos kazısına, Alman M. Schede ve W. Dörpfeld’in Beşiktepe ve Didyma kazılarına ve Çek F. Hrozny’nin Kültepe kazısına, 1926 yılında Efes’te Avusturyalı Prof. J. Keil’in kazısına, 1927 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden Prof. T. Wiegand’ın Bergama ile İstanbul Hipodromu’nun yakınında Bizans dönemi kazlarına ve İngilizler’in İstanbul Hipodrom kazısına izin verilmiş ve bu ülkelere eğitim için öğrenciler gönderilmiştir.[17] 1929 yılında Almanya’ya İstanbul’da bir arkeoloji enstitüsü kurma izni verilmiş ve enstitünün başına 1924 yılından bu yana Türkiye’de çalışmakta olan M. Schede getirilmiştir. Atatürk’ün Schede’yle yakın bir ilişki içinde olduğu ve Ankara Hükümeti’nin kazı yapacağı yerlerin seçiminde Schede’nin görüşlerinden yararlanıldığı ve bu bağlamda Alaca Höyük’ün kazı yeri olarak seçilmesinde de Schede’nin etkili olduğu bilinmektedir. Burada erken Cumhuriyet dönemi için sıraladıklarımız, kuruluş süreci içinde olmasına karşın bilimden korkmayan, bilime değer vererek destekleyen devlet anlayışının yansımalarıdır.

Kurtarma Kazısı Kavramından Önce Ankara’da Yapılan Kurtarma Kazıları

Sıradan bir Anadolu kenti olan Ankara’nın başkent olarak seçilmesi, kentin hızla büyümesini bir gereklilik durumuna getirmiş; büyümenin düzenli olması için de özel bir çaba gösterilerek 1928 yılında Hermann Jansen’den yeni başkentin çağdaş anlayışa göre planlanarak düzenlenmesi istenmişti. Ancak daha Kurtuluş Savaşı yılları içinde Ankara’nın geleneksel dokusunun yetersiz kalması kamusal yapılar için yeni alanların ve bunları birbirine bağlayan yolların açılmasını ister istemez gerektirmişti. O yıllarda dünyanın hiçbir yerinde bayındırlık uygulamaları ile bağlantılı “kurtarma kazısı” kavramı olmadığı gibi Ankara’da da arkeolog bir yana, kazı deneyimli hiç kimse yoktu. 1911 yılında Selanik’te Makridi Bey’in Langaza Tümülüsü’nde yaptığı kazıyı izlemesi ile, ‘tümülüs’lerin ayırdına varabilen tek kişi Ankara’da belki de Mustafa Kemal Atatürk’tü. Kamu yapıları için tasarlanan alanlarda tümülüsler olduğunu gören Atatürk, inşaatlar başlamadan Türkiye Cumhuriyeti’nde kazı yapmasını bilen tek insan olan İstanbul Müzesi’nden Makridi Bey’i Ankara’ya çağırmış; böylece, yeni kent alanı içinde kalan Frig Tümülüsleri’nin kazılması sağlanmıştır.[18] İlk Tümülüsler 1924 yılında kazılmış ve ülkemiz topraklarında Frig kültürüne ait izler ilk kez ortaya çıkmıştı. 1924 yılında Ankara İstasyon tümülüslerinde, 1925 yılında da Ankara Demirliköprü’de kazılar yapılmıştır; bu dönemde yapılan bir önemli çalışma da 1926 yılında Alman bilim insanlarıyla birlikte Augustus Tapınağı kazısının gerçekleştirilmesi olmuştur. Atatürk’ün ölümüne kadar Ankara ve çevresinde çok sayıda kurtarma kazısı yapılmış ve büyük ölçekli kamu yapılarının yapımı, kültür varlıklarına zarar vermek bir yana, o bölgenin geçmişinin öğrenilmesini sağlamıştı.[19] Dönem boyunca, Ankara’nın tüm imarı sürecinde kurtarma kazıları sürmüş; bu bağlamda örneğin 1933 yılında Etimesgut Höyüğü, Ankara Kalesi ve İsmet Paşa Mahallesi’nde, 1938 yılında Tayyare Meydanı’nda ve 1940 yılında Orman Çiftliği’nde kurtarma kazıları yapılmıştır.[20]

Ankara’nın yapılandırılması sürecinde yalnızca kurtarma kazılarının yapılmadığı, çok önemli bir kalıntıya rastlandığında kent planında değişiklik yapıldığı da anlaşılmaktadır. Bunun en güzel örneği Ulus’ta Roma hamam kalıntılarına rastlanınca, kalıntıların yerinde korunup, Çankırı Caddesi’nin planının hamam kalıntılarına zarar vermeyecek şekilde değiştirilmiş olmasıdır.

Sonuç olarak, erken Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşma sürecinde, ekonomi ve kültür boyutlarının birbirlerinin karşıtları olarak değil, biri diğerini zenginleştirecek çözümlerle geliştirildiğini söyleyebiliriz. Bu sürecin en kapsamlı yansıması da herhalde İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda 1937 yılında gerçekleştirilen uluslararası nitelikteki II. Türk Tarih Kongresi olmuştur.[21] O dönemde dünyanın en önde gelen bilim insanlarının davet edildiği kongre ve onunla bütünleşen sergi, Türkiye’nin prehistoryadan Cumhuriyet devrimlerine Anadolu topraklarına nasıl sahip çıktığını tanımlayan ve uluslararası katılımla da bunu dünyaya duyuran vizyonuyla çağının çok ötesinde bir bilimsel-kültürel etkinlik olmuştur.

Yayınlarla Yüzyılın Mimarlığı

Suha Özkan

1923’te ilan edilen Cumhuriyet sonrasını kapsamak üzere yapılan yayınlar arasında Metin Sözen ve Mete Tapan’ın hazırlayıp Türkiye İş Bankası’nın Cumhuriyet’in Ellinci Yılı Kutlamaları arasında 1973’de yayınlanan 50 Yılın Türk Mimarisi kitabı ile 1981’de Pennsylvania Üniversitesi ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin ortak çalışmalarının sunulduğu Modern Türk Mimarlığı 1900-1980 (Modern Turkish Architecture) ve ona yeni cilt olarak 2005’de eklenen Tansel Korkmaz’ın derlediği 2000 Yılı Civarında Türkiye’de Mimarlık (Architecture in Turkey Around 2000) kitapları dışında kronolojik olarak geniş kapsamlı yayın azdır. Bu son iki kitabın da 2005 UIA İstanbul Kongresi kapsamında Mimarlar Odası tarafından yayınlanmış olması büyük bir kazançtır. Elbette yayın ortamımız bu yapıtlarla kısıtlı değil. Türkiye’de gelişen nitelikli akademik ortam sayesinde onlarca monograf ve tematik çalışmalarla çağdaş mimarimiz derinlemesine incelenmiş ve yeni nesillere iletilecek saygın bir birikim oluşmuştur.

Türkiye’de mimarlık denince en başarılı olduğumuz konu mimarlık yayıncılığıdır. Süregelen ortamda yer alan dergiler uzun yaşamları ötesinde içerik olarak değme “gelişmiş” ülkelerin ötesindedir, Kendini bilgi aktarımına adamış, derleyen araştırmacılar ve yayınevleri sayesinde bu ortam hep çok canlı kalmış, zenginliğini sürdürmüştür.

Dergiler konusunda öncelikle Arkitekt, Türkiye'de ilk çıkan mimarlık dergisidir. 1931 yılında Zeki Sayar, Abidin Mortaş ve Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun birlikte çıkardığı bu mimarlık dergisi Mimar adıyla yayınlanmış, sonra bu başlığı yeterince çağdaş bulmayan siyaset tarafından isminin değiştirilmesi istenmiş ve önerilen Arkitekt adıyla 1935’ten 1980’e değin Zeki Sayar’ın özverili çabaları ile sürekli yayınlanmıştır. 1980 sonrası Aga Khan destekli Concept Media Yayınevi Sayar’ın izni ile Mimar başlığını “Gelişim Sürecinde Mimarlık” (Architecture in Development) altbaşlığıyla 1981’den başlayarak, mevsimlik olarak 43 sayı olarak sürdürmüştür. Arkitekt dergisi ise Ahmet Turhan Altıner’in yönetiminde “Yaşama Sanatı” temalarında mimarlıkla biçimlenen nitelikli bir yaşam tarzı dergisi olarak 1992’den itibaren Nokta Yayın grubu içinde varlığını yıllarca sürdürmüş, mimarlıkla halk arasında canlı bir bağ kurmuştur.

Türkiye’nin mimarlık konusunda en uzun soluklu dergisi kuşkusuz Mimarlık’tır. 1963’ten bu yana sürekliliğini yitirmeyen Mimarlar Odası’nın kurum dergisi elbette çağının tüm oluşumlarını belgeleyip sunmakta ve uluslararası ortamda yer almaktadır.

Mimarlıkta meslek politikası ve yayın ortamında büyük katkılar vermiş olan Arif Şentek şöyle tanımlamaktadır[22] : “Mimarlık dergisi ‘doğurgan’ olmuştur. Bugün özellikle Mimarlar Odası şubelerinin çıkardığı dergiler bir anlamda Mimarlık dergisinin türevleridir. Örneğin İzmir’in Ege Mimarlık’ı, Bursa’nın Güney Marmara Mimarlık’ı, Antalya’nın Batı Akdeniz Mimarlık’ı, Adana’nın Güney Mimarlık’ı Oda’nın dergicilik birikimini bölgelerinde sürdürmektedir.”

Başında uzun yıllar boyunca Yapı Endüstri Merkezi’nin yayın organı olan Yapı dergisi de kurucusu Doğan Hasol ile 1973’den başlayarak uzun yıllar yayın hayatını sürdürmüş ve halen bağımsız olarak sürdürmektedir. Dergi sürekli olarak Türkiye’nin en derin mimarlık kuramcısı Bülent Özer’in görüşlerine yer verip hem çağcıl mimarlığın nabzını tutmuş hem de Hasol’un öncülüğünde ülkenin “politika-mimarlık” gündemine yapıcı eleştirel bir bakış geliştirmiştir. Dergi bir bakıma Özer’in kısa bir süre yayınlayabildiği Mimarlık ve Sanat dergisi özlemini gidermiştir.

Ankara’dan bir mimarlık tutkunu olan Cemil Gerçek, eşi Lale Gerçek ile, mimarlık sevgisini yaygınlaştırmak amacıyla hem Şevki Vanlı ve Cengiz Bektaş üzerine “Proje ve Uygulamalar” kitaplarını hem de doğrudan mimarlara kaynak sağlayacak “Etüt Proje” dizisinde Kongre Merkezleri, Oteller, Yapıda Taşıyıcı Sistemler, Bahçelievler konularında yönlendirici kitapları yayınlamış; bir de yine Mimar başlıklı dergi yayınlamıştır. Gerçekler’in çok yönlü işleriyle mimarlık yayıncılığı Mimarlık dergisinin de orada var olmasıyla Ankara’ya kaymıştı.

Mimarlık’a yoğun emek veren Selçuk Batur, zamanla ve zorunlu olarak mimarlık ve yapı ortamından uzaklaşan Mimarlık dergisinden boşalan ortama 1979’da yayımlamaya başladığı Çevre dergisi ile girmişti. Çevre hem içerik hem de yayın kimliği olarak çok nitelikliydi ama ne yazık ki gerekli maddi desteği bulamamış ve uzun ömürlü olamamıştır. Yine de üstün nitelikli grafik tasarımı ile mimarlık yayıncılığına eşsiz bir yaratıcı olarak Bülent Erkmen’i kazandırdı. Erkmen katkısını zaman içinde mimarlık süreli yayıncılığının “Amiral Gemisi” olacak Arredamento Dekorasyon sonra Arredamento Mimarlık ile sürdürdü. Ömer Madra ile başlayan derleyenlik görevi Uğur Tanyeli ile onlarca yıl süregeldi. Arkitera’nın kurucularından Banu Binat mimarlık ortamının en önemli yayıncısı olarak etkinlik kazandı ve son yıllarda zorluk çeken dergiye destek oldu. “Mimarlık fikir inşa etmektir” özdeyişi ile kendini tanıtan Binat İletişim, “Yapı sektöründe profesyoneller arasında iletişim danışmanlığı vermek ve bu iletişimi destekleyen yaratıcı çözümler üretmek için kurulduk. Mimarlık ortamındayız, tasarım dünyasındayız, yapı sektörünün tam merkezindeyiz” demektedir ve Arredamento Mimarlık yanında Betonart, Natura dergilerini ve tematik mimarlık seçkileri de yayımlamaktadır.

50’ye yakın sayısı ile son tasarımcı mimarlık dergisi olan Serbest Mimar, Serbest Mimarlar Derneği’nin yayın organı olarak mimarlığın temel uğraşı alanını sahiplenmek için yayınlanmaktadır ve çok ilgi çekmektedir. Dergi yerli yabancı demeden mimarlık tasarımında olumlu gelişmeleri kapsayan kendi üyelerinin ötesinde bir ortam oluşturmuştur. Derginin ana amacı tasarımcı mimarlara destek olmak, esin kaynağı sağlamak ve nitelikli yapıtları paylaşmaktır.

Son iki yıldır Milliyet gazetesinin her ayın son Pazar günü verdiği Milliyet Mimarlık eki mimarlık mesleğinin bilinirliğini ve sevilirliğini toplumsal bir görev olarak yüceltmeyi amaçlamaktadır. Yapı, Serbest Mimar ve Milliyet Mimarlık’ın derleyeni olan Yasemin Şener son yılların mimarlık ortamında tarihi bir sorumluluk yüklenmiştir ve ortama çok nitelikli bir katkı sağlamaktadır.

Raşit Tibet’in tek başına büyük bir özveri içinde yayınladığı Tasarım dergisi yerli ve yabancı birçok mimarın yapıtlarına yer vermektedir. Tasarım’ın 40 yıla yaklaşan sürekliliği ve yaygınlaşan mimarlık eğitimi içinde erişilebilir bir dergi olması, nitelikli basım ürünü olması onu çok popüler yapmıştır.

Tüm bu süreli ve onlarca yılı bulan sürekli mimarlık yayıncılığına, hemen her yayın grubunun, Marie Claire v.b. gibi yurt dışından emanet (franchise)olsun ya da özgün Türkiye yapımı olsun, bir dizi çok popüler dekorasyon dergilerini eklemedik. Ayrıca Bülent Özer’in kısa ömürlü Mimarlık ve Sanat gibi Design Unlimited, Konsept Projeler, Doxa ve XXI gibi düşünce yoğun dergiler de bu ortamda yer aldı.

Üniversitelerin akademik ürünlerini paylaştıkları dergiler kısa ömürlü olsa da hep var oldu. 1975’de yayın hayatına giren ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi varlığını kesintisiz sürdürmesinin yanı sıra Türkiye’den uluslararası saygınlığı olan Arts and Humanities Citation Index’e kabul edilen tek dergidir. Dolayısı ile bu dergide hakemlik süreci ile yayınlanan yazılar koşulsuz akademik terfilerde göz önüne alınmaktadır.

Görüldüğü gibi, bizde Türkiye Türkçesi konuşan ve yazan ve dünya nüfusunun yalnız % 1’ini oluşturan bir dil için çok yoğun ve gurur verici bir süreli yayın canlılığı var. Bu biraz tirajların azlığı ile törpülenebilir ama yine de çokluk ve çoğulluğun değeri reddedilemez. 

Her ortamda olduğu gibi mimarlık ve mimarlık tarihi üzerine yayınlar çoktur. Ama çağcıl mimarlığımızın değerlendirildiği yayınlar, Cengiz Bektaş ve Şevki Vanlı için Cemil ve Lale Gerçek’in tekil mimar kitapları ile kutlanmaya başlamıştır.

Boyut Yayın Grubu’nun 2001’de yayınladığı Projeler, Yapılar, Doğan Tekeli-Sami Sisa bir bakıma bu ikilinin bir ömür boyu saygıdeğer çabalarını mimarlık ortamına mal etmek düşüncesidir. Tekeli- Sisa daha önce eserlerinin ilk yirmi yıllık bölümünü içeren, Projeler, Uygulamalar, 1954-1974 (Architectural Works, 1954-1974)" başlıklı İngilizce - Türkçe kitabı, (1975) ve son yıllarda değerli mimarlık önderi Doğan Tekeli’nin öz yaşam öyküsü olan Mimarlık Zor Sanat adlı kitabı Yapı Kredi Tarafından yayınlandı.

Behruz Çinici, Mimarlıkta Doğaçlama (Improvisations) (2001) kitabında, temelinde uzun yılların çabasını mimarlık ortamı ile paylaşmaktır. Çiniciler 1971 yılında da öncül bir kitap olan Altuğ – Behruz Çinici Mimarlık Çalışmaları Architectural Works 1961-1970’i yayınlamışlardı.

Metin Hepgüler’in Projects & Realizations 1953-2004 Projelerinden Seçmeler (2004) kişisel yayınına Nevzat Sayın’ın Düşünceler, İşler (Thoughts, Works 2004—2018) (Yapı Kredi Yayınları) eklenebilir. Literatür Yayıncılık’ın Emre Arolat Projects and Buildings 1998 2005 (Projeler Yapılar) ve Doruk Pamir’in Yapılar / Projeler 1963-2005 kitapları gittikçe güçlenen tekil çabalar dizisine katıldı. Işığın Peşinde Bir Mimar: Erkut Şahinbaş (2013) ve Yere Ait: Ersen Gürsel Mimarlığı (2017) Mimarlar Odası’nın Sinan Ödülü’nü sahiplenip paylaşılması açısından önemli kaynaklar oluşturdu.

Mimarlığımız üzerine Uluslararası ortamda çıkan ilk kitap Concept Media tarafından 1987’de yayınlanan Sedad Eldem Architect in Turkey (Türkiye’de bir Mimar) oldu. Eldem’in kuramsal düşüncelerini açıkça paylaşmaması nedeni ile bu kitabın bilgilerini temellendiren Sedad Eldem’le Söyleşiler de yine Literatür tarafından 2014’te mimarlık topluluğuna sunuldu.

Türkiye mimarlığının uluslararası ortama çıkması World Architecture Community’nin düzenlediği Zorlu Center yarışması ile oldu. Arquitectonica, Mario Botta, Coop Himmelb(l)au - Dilekci, Vittorio Gregotti, ERA - Ali Hızıroğlu, Selim Velioğlu, Odile Decq - Gökhan Avcıoğlu, Han Tümertekin – Hashim Sarkis, Has Mimarlık – Ken Yeang, Cafer Bozkurt, Umut İnan’ın yarıştığı proje için  Tabanlıoğlu ve  Emre Arolat birlikteliği seçildi. New York’lu ünlü mimarlık yayınevi Rizzoli’nin ilgilenmesi ile yarışmanın A Vision in Architecture (Mimarlığa Yeni bir Bakış) (2013) başlıklı kitabının yayınlaması Türkiye’deki çağcıl mimarlığa uluslararası ortamda ilginin artmasına neden oldu.

Bu ortamda Rizzoli, EAA Emre Arolat Architects: Context and Plurality (Bağlam ve Çoğulluk) (2013) ve yedi yıl sonra Emre Arolat Global and Local New Projects (Küresel ve Yerel Yeni Projeler) kitabında Arolat’ın yoğun çalışmalarını yeniden ele aldı.

Rizzoli, Türkiye’ye olan ilgisini 2014 yılında Transparency & Modernity Tabanlıoğlu Architects (Şeffaflık ve Çağdaşlık) ile sürdürdü. Aynı yıl, İmages Yayınevi Ali Osman Öztürk’ün Mimarlığı (Architecture of Ali Osman Öztürk) kitabını yayınladı.

Böylece nitelikli kitaplar ve en üst düzey yayınevleri ile çağcıl mimarimiz uluslararası gündeme ve mimarlık dünyasının ilgi alanına girmiş oldu.


Türkiye’de mimarlık alanındaki bilgi birikimi ve iletişim konusunda çeviri yapıtlar da önem kazandı. (Şevki) Vanlı Mimarlık Vakfı (VMV) Haluk Pamir yönetiminde iz bırakmış önemli mimarlık kitaplarını MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan M. P. Vitruvius’un  Mimarlığın 10 Kitabı temel yapıtından bu yana Robert Venturi’nin Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki gibi önemli yapıtları dilimize kazandırırken, Alan Colquhoun’nun Mimarlıkta Eleştiri Yazıları’na da yer verdi. İlhan Tekeli’nin, Mimar Kemalettin’in Yazdıkları, Adnan Aksu’nun Tenekeden Mimarlık, Jale Erzen’in Mimar Sinan: Estetik bir Analiz kitaplarının yanı sıra Şevki Vanlı’nın üç ciltlik 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı kitabı ile beklenen tarihsel bir değerlendirmeyi öznel açıdan sundu.

Çeviri yapıtlar ortamında en büyük ve anlamlı katkı Aykut Köksal’ın önderliğinde süregelen Arketon dizisi, bir yandan modern mimarlığın etkin olmuş yapıtlarının 19’unu dilimize kazandırırken kendisinin Anlamın Sınırı (2009) ve Bu Mekân Artık Bu Yer Değil ve Zorunlu Çoğulluk – Mimarlık ve Sanatta Dilin Süreksizliği (1994) kitaplarını da yeni bir okur grubu ile buluşturdu.

Mimarlar Odası’nın yüze yakın doğrudan mimarlar ve yapı sanatı üzerine yayınladığı kitaplar ile son birkaç yıldır Bülend Tuna’nın sürdürdüğü Oda Tarihinden Portreler dizisi mimarlığımızın yakın tarihinin yaratıcıları ve katlayıcılarını belgeleyen bir kadirbilirlik olarak anılacaktır. 

Türkiye’de Mimarlık: Yüzyıllık Bir Psikososyal Serüven

Uğur Tanyeli

“Çağımızda tüm kültürler için sağlıklı tek bir temel vardır: Bugüne ve buradaya karşı coşkulu bir aşk duymak.” 20. yüzyıl başlarının çok önemli bir tasarımcı - mimar - düşünürü olan August Endell Almanya için kısaca böyle yazmıştı[23] : Anlatmaya çalıştığı şey içinde yaşadığı toplumun ve çağın güncel gerçekleri ve sorunları üzerinde yoğunlaşmak, onları sevmek, hiç varolmamış bir yok-zamanı özlemekle vakit yitirmemekti. Bu sözleri çok da uygun bir ortamda söylüyordu, çünkü Almanya’da o sıralarda güçlü bir “yitik güzel kentlerimiz” endişesi yaşanmaktaydı. Ne var ki, aynı sözleri Türkiye’de ve Türkiye bağlamında okuyunca bugüne ve buraya “coşkulu bir aşk” duymanın hiç kolay olmadığının farkındayım. Aksini hissetmek içinse uçsuz bucaksız bir imkanlar dizisiyle kuşatılmış olduğumuzdan kuşkum yok. Hele hele siyasal iktidar söz konusuysa, benim de içinde olduğum çok geniş bir toplumsal grup için böyle bir sempati duymanın mümkün olmadığının farkındayım. Yine de Endell argümanını ciddiye alarak ülkenin mimari serüveninin son yüzyılına kısa bir bakış yöneltmeye çalışacağım. Bu bakış, siyasal iktidarları bir an için unutarak, toplumsal psikolojimizin yüzyılı aşkın süredir “bugün ve burada”dan çok dünü sevmeye odaklı olması meselesi üzerinde yoğunlaşacak. Böyle bir psikososyal halin sağlıklı olmadığı kanısındayım. Mimarlık bağlamındaysa bu galiba çok açık görülen bir mesele. Çok kısaca özetleyebilirim, fakat konu ancak kapsamlı bir analizle irdelenebilir. Daha önce defalarca yazdım da. Türkiye tarihinin en önemli kırılma noktalarından biri Balkan Savaşı’dır (1912-1913). Tüm Balkanlar’ın elden çıktığı, milyonlarca kişinin ülkenin kalan parçasına sığınmak durumunda kaldığı, derin bir askeri ve siyasal aşağılanma yaşandığı bu dönemin ülkenin özgüvenini altüst ettiği bugün iyi bilinen bir gerçek. Onu, I. Dünya Savaşı (1914-18) yıkımları daha da pekiştirir. Kültürel alanda da aynı aşağılanmanın yaşandığıysa daha az bildiğimiz bir konu. Bunun da yine 18. yüzyıldan başlayan bir süreç olduğu aşikar. Erken 20. yüzyılsa toplumsal psikolojimize radikal bir darbe indirmiş gözüküyor. O noktadan başlayarak Türkiye’de daha iyi bir geçmişten kötü bir bugüne gelindiği inancı başat düşünme biçimi olacaktır. 1910 ve 1920’lerin mimarlık metinlerinden bu tarihsel kavrayış adeta fışkırır: Eski güzeldir ve yitirilmiştir. Dolayısıyla, 1910’ların sonlarından bugüne kadar “yerli ve milli” bir mimarlık aranacak, bunun kaynağı da Osmanlı klasik çağında ve hatta öncesinde bulunacaktır. Aynı kavrayışın, örneğin, Sinan mitolojisinin de bugüne dek sürekli işlenip parlatılacak altyapısını kurduğu rahatça iddia edilebilir. Sadece “resmi” değil, sivil mimarlık alanında da 1910’lardan başlayan yitirilmiş cennet olarak geleneksel evimiz anlatıları hala geçerliliklerini kaybetmiş değillerdir. Sürekli olarak geçmişteki yüce başarıların aşılmazlığı ve örnek alınması gereği üzerinde konuşulacaktır; hala da konuşulur.

Böyle bir estetize edilmiş geçmiş kavrayışının hala egemen olmayı sürdürmesiyse, dünya genelinde benzersiz bir mimari ruh hali üretmeyi sağlamış olmalıdır. Yeryüzünde yüzyılı aşkın süredir “cennet geçmişimiz” düşleriyle avunmayı sürdüren başka bir toplum arayanlar bulamazlar. Yanılmamakta yarar var: Bu ruh hali sadece sağ imgelemde yeşermiş değil. Toplum geneline ve hatta tüm siyasal görüş sahiplerine yaygın. Hangi sorunla karşılaşılırsa karşılaşılsın, onun geçmişin bir döneminde varolmadığı bir aralık aranıp bulunur. Deprem yaşanır, depremde yıkılmayan eski evlerimiz, camilerimiz efsaneleri gündemdedir. Toplumsal dokumuz bozuldu savının devası olarak, eski insancıl ve dayanışmacı mahallemiz ne güzeldi iddiaları piyasadadır. Herkes AVM’lerde alışveriş yapar, ama daha 18. yüzyıldan başlayarak tasfiye edilmiş o eski muhayyel mahalleyi özler. Eski mahalleyle eski çarşının ve eski ekonomik yapının içsel bağlantısı üzerinde düşünmek akla gelmez. Yine bu garabetle ilişkili olarak, eski Türk ailesi kavramının eşdeğerlerinin eski İtalyan, Japon, Hint, İngiliz, Fransız, İsveç ailesi gibi formlarda bu denli yaygın biçimde gündemde olduğu bir ülke bilmiyorum. Her yerde aile yapıları değişmekte, çekirdek aile çözülmekte, tek ebeveynli çocuklar çoğalmakta, ama Türkiye’deki paranoyalar üretilmemektedir. Buradaysa benzer her paranoyanın altında dünün daha başarılı, güzel, insancıl vb. olduğu efsanesi yatar. Kaybetmişlik psikozu toplumsal kimliğin temelini tanımlar bu ülkede ve bir türlü aşınmaz.

Olsa olsa kısa denebilecek özgüven aralıkları yaşandığı söylenebilir. Atatürk çağı böyle bir özgüven aralığıdır. O günün koşullarında da başarılı mimarlık yapma imkanları bulunduğu, en azından böyle bir potansiyelin varolduğu 1930’lar metinlerinde ve mimarisinde dışavurulur. Ama daha 30’lar kapanmadan mimarlıkta bir arıza yaşandığı kuşkusu duyulmaya başlanmıştır bile. 1940’larda yine kaybetmişlik psikozuna geri dönülür. 1950’ler bir ferahlama aralığı oluşturur. Soğuk Savaş yılları başka Avrupa ülkelerinde korku dönemidir, ama Türkiye’de benzer bir korku atmosferi oluşmaz. Aksine, mutlu ve müreffeh bir bugün yaşanabileceğine, Avrupa ve ABD’deki gibi mimarlıklar yapılabileceğine ilişkin iyimser bir ruh hali doğar. Dünya genelinde yaygın iyimserlik ve Amerikanizm kervanına Türkiye de katılır. Ne var ki, onunla çelişik olarak Osmanlı klasik çağının aşılmazlığı mitolojisinde bir aşınma yaşanmayacaktır. Onyıllar boyunca hep çok dar hacimli kalan mimarlık yazını onun sayısız güzellemeleriyle doludur. Kırsal Türkiye için bile Amerikan banliyö evleri düşleyenler Osmanlı güzellemeleriyle avunurlar. Kendilerine karşı ikiyüzlülük yaparlar, yalan söylerler: Reel talepleri olağan modern mimarlık ve konfor görüntüleriyken, Osmanlı mimarlığı övgüleriyle onu kompanse etmeye çabalarlar.

1960’lar ve 1970’ler yeni bir gerçekçilik dönemidir. Ülkenin azgelişmişliğinin bilinci üretilir. Mimari uzanımı olan sayısız kentsel ve kırsal sorun keşfedilir. Bunların giderilmesinin gerekliliği görülür. Ancak, önceki onyılların naif iyimserliği yavaş yükselen bir kötümserliğe doğru evrilir. Katastrofik geç 1970’ler ve erken 1980’ler bir anlamda mimari mutsuzluk / umutsuzluk psikolojisiyle karakterize olur. Yaklaşık 1985-2010 aralığıysa, yavaş yavaş aşınsa da, yeniden özgüvenli ve iyimser bir mimari üretim dönemidir. Bir tür mimari çoğulluk ortamı belirir. Farklı mimari yaklaşımlar, tercihler, beklentiler ortaya konmaya başlar. Ortamda çok mimarlık işi vardır; mimarlığa ve mimarlık mesleğine yönelik talep çok yüksektir. Sonuçta mimarlık okulu sayısı geometrik dizi olarak artar. Ancak tüm bu onyıllar boyunca “cennet geçmişimiz” efsaneleri mimarlık alanında canlı kalır. Olsa olsa günün temelsiz ekonomik ve mimari iyimserlik ortamında bir paralel damar tanımlayacaklardır.

Kabaca 2010’dan başlayan aralık Türkiye’nin mimari özgüvenini yeniden aşındırır. Barış ve demokratikleşme illüzyonu yıkılır. Metaforik bir ifadeyle anlatılırsa, kapasitesine, imkanlarına ve özellikle demokratik bilinç düzeyine oranla hızlı gittiği anlaşılan ülke fren yapar ve her alanda olduğu gibi mimarlıkta da ön camdan dışarı fırlar. İşte o zaman sayısız alanda olduğu gibi mimarlıkla da kavga vermeye başlar. Bugün ve burada olmaktan kaçmak için geçmişe sığınmak yine olağan düşünsel güzergah haline gelir. Daha açık bir ifadeyle, gerçeklerle başetme imkanı yitirildikçe “cennet geçmişimiz”e kaçılır. Yeni Osmanlıcı dış ve iç siyaset düşleri ile ittifak halinde bir mimarlık beklentisi tırmanır. Gülünç tarihselci mimarlıklar konutlardan adliye saraylarına ve camilere kadar her alanda ortamdaki reel gerçekleri ve herşeyden çok da spekülatif basınç gerçeğini gözden saklamak için bir araç haline gelir. Özetle, hayallerin gerçeklerden hızlı işlemesi umulur. Sorun şu ki, Türkiye’deki psikososyal zeminde Tanzimat’tan beri -kısa aralıklar hariç- hep hayallerin gerçeklerden hızlı çalışacağına inanılmıştır.      

Tabii ki, Türkiye’de bugün de dahil her dönemde yeni mimari yollar arayan, yeni yanıtlar ve çözümler öneren bir küçük azınlık var. Onların çok önemli bir iş yaptıkları kanısındayım. Tüm psikososyal ve ekonomik engellemelere rağmen geleceğe onlar işaret ediyor. Ancak, çok geniş bir toplum ve hatta mimar kesimi hala 20. yüzyıl başlarında yapılmış içi boş teşhisleri yineliyor; aynı yerli, milli ve “öz” değerlerimize sahip çıkmayı öneriyor. Geçmişi estetize ediyor. Aynı devalardan hala medet umuyor. Mimarlıkta dert diye tanımladıklarını, ortaya çıkan farklı sorunları hep aynı ilaçlarla tedavi etmeyi deneyen, sonuç alamayan, ama her seferinde aynı ilaçla farklı soruna deva bulmayı umut eden bir toplum daha varsa çok şaşacağım. Muhtemelen yok; ancak dünyada geçmişi estetize etmeye çalışan çok toplumsal grup ve dönem var. Walter Benjamin’e referansla, geçmişi estetize etmenin faşizmin altlığını oluşturduğunu hatırlatmakla yetineceğim. Yüzyıllık bir ideolojik antrenmanın ve psikososyal halin olağan sonucu bu.

Cumhuriyet Kurulduğunda Nasıl Bir Mimarlık Sorunsalı Devraldı?

İlhan Tekeli

Normal olarak bir ülkenin gelişme süreci içinde, yaşam kalitesini ve üretim kapasitesini geliştirecek yapılar ve alt yapılar üretilirken, mimarlık kültürü de gelişecektir. Kısacası, mimarlık yaşamın akışı içinde oluşan bir etkinliktir.

Türk mimarlığı kavramı ilk kez 1906 yılında Celal Esad Arseven ve Mimar Kemalettin tarafından, birbirinden bağımsız olarak kullanılmıştır. Bu kavram, İstanbul’da mimarlık eğitimi veren iki yüksek okulda mimarlık tarihi anlatan iki hocanın, dersi anlatabilmek için ihtiyaç duydukları için üretilmiştir. O yıllarda Avrupa’da okutulan mimarlık tarihleri içinde Osmanlı mimarlığı İslam Mimarlığı kategorisi içinde veriliyordu. Oysa bu iki hoca derslerini anlatırken, Osmanlı Mimarlığını İslam Mimarlığı kategorisi içine sokamıyorlardı. Türkiye’deki yapılar, İslam Mimarlığı kategorisindeki anlatılara benzemiyordu. Osmanlı mimarlığı bezemeci kaygılarla değil yapısal çözüm arayışlarıyla üretiliyordu. Bu hocalar, Türkiye’de oluşanı anlatabilmek için, gerçeğin temsiline olanak vermek için “Türk Mimarlığı” kavramını üretmek durumunda kalmışlardı.

Ama Balkan Savaşı yenilgisi sonrasında, siyasette Türkçülük akımı güç kazanırken, “Türk Mimarlığı” kavramı da yeni bir anlam kazandı. Türkçülükle kimlik siyaseti ön plana çıkınca, mimarlığa da kültür oluşturmakta bir araç olarak bakılmaya başlandı. Bu durumda “Türk Mimarlığı” kavramı da oluşmakta olanın temsili olmaktan çıkarak, olması gerekeni tanımlamayı içerir hale geldi. Cumhuriyet kurulduğunda Türk Mimarlığı kavramından anlaşılan nasıl olması gerekeni söylemek haline gelmişti. Cumhuriyet’in, o yıllardaki, mimarlık düşüncesinin ele aldığı pek çok sorunun, gerisinde işte bu bakış açısının etkileri kolayca görülebilir.

Tabii böyle bir bakış açısının güç kazanmasının gerisinde de Cumhuriyet’in bir ulus devlet inşa olgusu olması ve bu inşanın bir kültür sorunu olarak görülmesi bulunmaktadır. İlginçtir, Cumhuriyet kurulduğunda Türkiye’de devletin uygulamalarında ve okullardaki mimarlık eğitiminde ulusal mimarlık akımı hakim bulunmaktadır. Bu durumda yeni Cumhuriyet’in Türkiye topraklarında gelişmiş bu akımı sürdürmesi ve güçlendirmesi beklenebilir. Oysa bu ilk üç, dört yıl dışında gerçekleşmemiştir.

Ankara’nın imarının dördüncü yılında Ulusal Mimari akımının temsilcilerinin Ankara’daki işlerine son verilmiş, bu mimarlar yükseköğretim kurumlarındaki görevlerinden uzaklaştırılmış ve 1927 yılında Türkiye’ye Ernst Egli çağrılmış ve Ankara’nın imarı modern mimarlık anlayışıyla yapılan yapılarla sürdürülmüştür. Bu yaklaşım bir ülkedeki mimarlığın oluşan bir şey değil, siyasal olarak belirlenen bir şey olarak görülmesinin bir sonucuydu. Mustafa Kemal, kurulmakta olan Cumhuriyet’in kültür sorununa artık Ziya Gökalp’in sentezci anlayışı içinde bakmıyordu. 1926 yılında İsviçre’nin Medeni Kanunu’nun aynen kabulüyle, Cumhuriyet’in artık, Köktenci Modernist bir çizgiyi izleyeceğinin ilk işaretini vermişti. Bu işaretin mimarlık alanına yansıması ise Ernst Egli’nin çağrılması olmuştu. 

Türk mimarlığının siyasal olarak temellendirilmesini kabul ettiğinizde, bir ulus devlet kuruyorsanız, milliyetçilik referanslarını reddeden bir çizgide kalabilmeniz kolay değildir. Nitekim Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, çok uzun sürmeyen bir İkinci Ulusal Mimarlık akımı gelişmiştir. Ulusal mimarlık akımı ikinci kez canlandırılırken, değişen ulusaldan ne anlaşıldığı olmuştur. Bu kez ulusal olması niyetiyle yapılan tarihsel canlandırmacılıklar, referanslarını Anadolu coğrafyasında yaşamış olan kültürlerin tümünden almaya başlamıştır. Kültürel referansın Türk ve İslam’la sınırlandırılmasının ötesine geçilerek bu coğrafyanın tüm kültürlerini kapsar hale gelmiştir.

II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye çok partili bir rejime geçerek popülist bir modernite süreci içine girince, mimarlık pratiğinde de II. Ulusal Mimarlık akımı bırakılarak uluslararası mimarlık uygulamalarının gelişmeye başlaması, bir anlamda mimarlığa yol gösterilen bir şey olarak bakıştan uzaklaşma arayışı olarak görülebilir.  Bu aynı zamanda Türkiye’nin dünyada oluşana razı olması diye de okunabilir. Türkiye mimarlığı, 2002’de, AKP’nin tek başına iktidar oluşuna kadar yaklaşık olarak elli yıl böyle bir gelişme göstermiştir. Türkiye mimarlığının böyle bir gelişme kulvarına girmesi, dünya mimarlık camiasında daha yüksek bir profil arayışını da beraberinde getirmiştir. Dünya mimarlık macerasının bir parçası olmak, Türkiye’de mimarlar arasında da dünyada iddia sahibi olmayı önemli hale getirmiştir. Bu yöndeki iddiaların temelsiz kalmayışına bir kanıt Aga Khan ödüllerinde Türkiye’nin aldığı dereceler üzerinden verilebilir.


AKP’nin iktidar olmasından sonra Türkiye’de iktidar Türk mimarlığını yeniden iktidar tarafından belirlenme kulvarına geri çekmek istemiş, özellikle devlet yapılarının Selçuklu - Osmanlı kamusal yapılarından referans alan bir tarihsel canlandırmacı bir çizgide yapılmasını sağlamaya çalışmıştır. İktidarın böyle bir arayışa girişi tarihin akışı içinde anakronik bir durumdur. Beklenilebileceği üzere, küreselleşen dünyada böyle bir çaba Türkiye’nin tüm mimarlık pratiği üzerinde etkili olmamış, hibrit bir durum ortaya çıkmıştır. Devlet yapılarında iktidarın belirlediği bir çizgi etkili olurken, piyasasının egemenliğini sürdürdüğü alanda, yani dünya mimarlık düşünce macerasının egemen olduğu olan bölümünde ise Türk Mimarlığı iddialarını koruyarak oluşmaya devam etmektedir.

Küresel bir dünyada insan onuruna yakışan bir yaşam geliştirmek arayışında olan demokratik bir ülkedeki  mimarlığın en önemli sorunu, iktidarların onun oluşan bir şey değil, denetlenen bir şey olduğu saplantısından vazgeçememeleri olmaktadır.

NOTLAR

[1] Geertz, Clifford, 1983, “Art as A Cultural System”, The Renaissance in Europe – A Reader, (ed.) Keith Whitlock, Yale University Press, s.143.

[2] Hasol, D., 2021, 20. Yüzyıl Türkiye Mimarlığı, YEM Yayın, İstanbul.

[3] Türkiye Bilimler Akademisi, 2021, Türkçe Bilim Terim Terimleri Sözlüğü (Sosyal Bilimler), Ankara.

[4] İncedayı, Deniz, 2007, “Çevre Politikasında Mimarın ve Mimarlığın Rolü”, Çevre ve Politika: Başka Bir Dünya Özlemi, Ruşen Keleş’e Armağan, (ed.) Ayşegül Mengi, cilt:5, İmge Yayınevi, Ankara, ss. 27-40.

[5] Alsaç, Üstün, 1976, “Türkiye’deki Mimarlık Düşüncesinin Cumhuriyet Dönemindeki Evrimi”, yayımlanmamış doktora tezi, Trabzon, ss.27-40.

[6] Sözen, Metin, 1984, Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarlığı, Türkiye İş Bankası, Ankara. Sözen, Metin; Tapan, Mete, 1973, 50. Yılın Türk Mimarisi, Türkiye İş Bankası, Ankara, sayı:122.

[7] Keleş, Ruşen, 1993, “Atatürk Orman Çiftliği”, Kent ve Siyaset Üzerine Yazlar: 1975-1992, IULA-EMME, İstanbul, s.287.

[8] Bozdoğan, Sibel, Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiye’sinde Mimari Kültür, Metis Yayınları, İstanbul, s.322.

[9] Keleş, Ruşen, 1998, “Siyaset Dışı Planlamadan Planlamasız Siyasete (Kentbilim Tartışmalarına katkı), Prof. Dr. Cemal Mıhçıoğlu’na Armağan”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, ss.435-445.

[10] Maruf Önal

[11] Başgelen, N., 1998, "Atatürk ile Eski Eserler, Arkeoloji, Kazılar ve Müzeler", Arkeoloji ve Sanat,

sayı:87, ss.2-5.

Karaduman, H., 2016, Ulus-Devlet Bağlamında Belgelerle Ankara Etnografya Müzesi'nin Kuruluşu ve Milli Müze, Bilgin Kültür Sanat Yayınları, Ankara.

Özdoğan, M., 2012, “Cumhuriyet’in Düşünsel Temellerinin Oluşumda Arkeolojinin Yeri”, (yay. haz.) B. Özükan, Bugünün Bilgileriyle Kemal’in Türkiye’si. La Turquie Kamâliste, Boyut Yayıncılık A.Ş., İstanbul, ss.182-195.

Tanyeri Erdemir, T., 2006, “Archaeology as a Source of National Pride: Changing Discourses of Archaeological Knowledge Production in the Early Years of the Turkish Republic (1923-1938)”, Journal of Field Archaeology, cilt:31, sayı:4, ss.381-393.

Yıldızturan, M. 2007. "Atatürk ve Müze." Anadolu Medeniyetleri Müzesi 2006 Yıllığı; 309-324.

[12] Ogan, A., 1938, “Âsariatika Nizamnamesi ve 1984'den İtibaren Resmi Ruhsat ile Yapılan Hafriyat 5”, Yeni Türk, cilt:6, sayı:68, s.289.

[13] Yegül, F. K., 2010, “Akademik Dünyanın Ulvi Salonlarından Anadolu'nun Tozlu Tepelerine: Barış ve Savaş Döneminde Birinci Sardis Ekspedisyonu (1909-1926) ve Howard Corby Butler”, (ed.) S. Redford and N. Ergin, Cumhuriyet Döneminde Geçmişe Bakış Açıları: Klasik ve Bizans Dönemleri, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul, ss.75-125.

[14] İstanbul Arkeoloji Müzeleri Arşivi. Shaw, 2004, ss.301-302.

[15] Elliot, 2004.

[16] Tümer Erdem, Y., 2005, "Atatürk Dönemi Arkeoloji Çalışmalarından Biri: Sultanahmet Kazısı", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, cilt:21, sayı:62, ss.747-774.

[17] Özdoğan, M., 1999, Türkiye Cumhuriyeti ve Arkeoloji: Siyasi Yönlendirmeler - Çelişkiler ve Gelişim Süreci, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul.

Özdoğan, M., 2004, “Heritage and Nationalism in the Balkans and Anatolia: What Has Happened Since Hasluck?”, Archaeology, Antropology and Heritage in the Balkans and Anatolia:The Life and Times of F.W.Hasluck 1878-1920, (yay. haz.) D. Shankland, Isis Press, İstanbul, ss.389-405.

Özdoğan, M., 2013, "To Contemplate the Changing Role of Foreign Academicians in Turkish Archaeology. A Simple Narrative from Scientific Concerns to Political Scuffles." Der Anschnitt. Anatolian Metal, cilt:6, ss.35-40.

[18] Başgelen, N., 2001, “Cumhuriyetin İlk Arkeolojik Kazısı Ankara Tümülüsleri”, Arkeoloji ve Sanat, sayı:100, ss.34-44.

[19] Makridi, T.; Kanar, M., 2001, "Ankara Höyüklerindeki Hafriyata Dair Rapor / Ankara Tümülüslerindeki Kazılar." Arkeoloji ve Sanat, sayı:100, ss.35-44. Morçöl, Ç., 2007. "Cumhuriyetin İlk Otuz Yılında, Arşiv Belgelerinde, Ankara'da Yapılan Arkeolojik Kazı Çalışmaları", Anadolu Medeniyetleri Müzesi 2006 Yıllığı, ss.459-498.

[20] Yıllığı, ss.459-498.

Morçöl, 2007, s.461.

[21] Özdoğan, 2012.

Özkılıç, M., 2016, 1937 İkinci Türk Tarih Kongresi Sergisinde Arkeoloji, Sanat ve Mimarlık Tarihinin Temsili, İstanbul Teknik Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

[22] Şentek, Arif, 2013, “Mimarlık 50 Yaşında, Mimarlık Bizim Tercüme-i Halimizdir”, Mimarlık, s.370.

Akay, Zafer, “Mimarlık Yayıncılığı, Nereden Nereye, Kişisel Çabalardan Profesyonelliğe: Türkiye’de Mimarlık Dergilerine Kısa bir Bakış”, Mimarlık, 2018, s. 400.

[23] Endell, August, 1908, Schönheit der grossen Stadt, Strecker & Schröder, Stuttgart, s.13.

Bu icerik 1755 defa görüntülenmiştir.