DOSYA: CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILINA DOĞRU
ULUSAL MİMARLIK ÖDÜLLERİ YAPI DALI BAŞARI ÖDÜLÜ ALAN MİMARLARDAN 100. YIL DEĞERLENDİRMELERİ
Kerem Erginoğlu, Mehmet Kütükçüoğlu, Nurbin Paker, Hüseyin Kahvecioğlu, Dürrin Süer, Hasan Şener, Vedat Tokyay, Sedef Tunçağ, Ertuğ Uçar, Semra Uygur
Kaçırılan Fırsatlar Yılları
Kerem Erginoglu
Tarihler, rakamlar bizim dünyamızı daha somut hale getiriyor. 100 yıl evvelki mimarlığa buradan bakınca, Osmanlı İmparatorluğu için “Tanzimat” - batılılaşma çabaları, I. Dünya Savaşı, milliyetçilik ve yeni kurulan, Kurtuluş Savaşı’ndan galip çıkan bir ulusun kendine olan inancını tazelemesi, ulusal heyecanın yükselmesiyle kendini gösteren bir mimarlıktan söz etmek mümkün. Cumhuriyet’in ilanını takip eden ilk 20 yılın Türkiye’de farklı alanlarda ve tabii mimaride de modernleşme sürecini anlatan zamanlar olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet’in verdiği ivmeyle yapılan yeni şehir planlamaları, yurt dışından gelen mimarlar ve plancılar, eğitimde bazı dönemler başarılı sonuçlar veren çalışmalar mevcut. Özellikle Atatürk’ün Ankara’nın planlanması ve ulusal mimarinin yerleşmesi için gösterdiği çabalar, bugün baktığımızda bile son derece kimlikli yapıların ortaya çıkmasına olanak sağlamış.
II. Dünya Savaşı ile tekrar milliyetçilik akımlarının ön plana çıktığını ve 1950’li yıllara kadar II. Ulusal Mimarlık Dönemi diye adlandırılan, biraz da totaliter bir mimariyi izlemek mümkün. Daha sonra Demokrat Parti döneminde sermayenin özel sektöre doğru kayması, buna paralel olarak daha zengin yapıların ortaya çıkması, buna zıt olarak eskiyi (tarihî olanı) korumama ve yok etme yılları, 6-7 Eylül 1955’le ülkedeki kültürel zenginliğin yok edilmesi. Türkiye için darbeler dönemi, 1960’lı 1970’li yılların modernist yaklaşımları, ekonomik zorluklar, ambargolar enerji krizi.
80’ler sonrası Özal dönemi ortaya çıkan serbest ticaret ve malzeme çeşitliliği; 1999 depremi sonra kırılma; 2000’ler sonrası sözde tarihçilik, sivil mimariye bakıldığında vasat kültürün egemen olması. Ucuz birtakım malzemelerle kaplanmış betonarme yapıların, “kaporta mimarisi”nin her ile ve ilçeye hâkim olması. Biraz “görgüsüzlük” yılları diyebileceğimiz bir dönem.
Geriye dönüp baktığımızda küreselleşme ve teknolojinin getirdiği fırsatların mimariyi çok daha yoğun bir şekilde etkilediğini söyleyebiliriz.
Geleneksel bir mimari anlayışından daha modern mimariye geçişin gerçekleştiği bu yıllarda sadece siyasal değişiklikler yaşanmadı. Yeni malzemeler, teknolojilerin farklılaşması, yapım sistemleri, yerel malzeme kullanımının öneminin artması ve çevresel faktörler dışında, kentleşme, göç ve coğrafi etkenler de mimarideki değişimin nedenlerinden olarak öne çıkan faktörlerdi. Geleneksel ahşap karkas ve taş, tuğla yığma tekniği ile yapılmış yapılar yerine betonarme yapım sistemleri gelmesi başlı başına tüm mimari dili değiştirmiştir.
Yurt dışından bir şekilde devşirilmeye çalışılan akımlar ve farklı eğitim ekolleri maalesef özgün bir dil oluşturmamız için yeterli olamamış ve iyi niyetli çabaların büyük bir kısmı sonuca ulaşmamıştır. Genç bir cumhuriyetin kısıtlı imkanları, savaşlar ve doğal afetler de bu konuda net adımlar atılması ve yeterli kaynak ayrılmasını imkansız hale getirmiştir.
Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık tarihinde, biz de ofisimizin 30’uncu yılını kutluyoruz. Mesleğe atıldığımız yıllardan bu yana, mimarlık ve yapı alanındaki birçok gelişmeye tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. Şahsi tanıklığım ülkede yapı sektöründe büyük atılımların yapıldığı, dev projelerin gerçekleştiği, yüzlerce mimarlık fakültesinin kurulduğu, yapılarda estetiğin ön plana çıktığı yılları kapsıyor. Maalesef plansızlık ve kısa vadeli kazanç hırsının insan hayatına mal olduğunu, yaşadığımız felaketlerle defalarca sınandığımız zamanları da birden çok defa yaşamak zorunda kaldık. Sadece mimari ve yapı alanında değil her alanda plansızlık, kültürsüzlük ve vizyonsuzluğun kötü etkilerini yaşadığımızı düşünüyorum.
Tasarım ve mimarinin toplumu dönüştürme ve iyileştirme gücünün daha fazla benimsenmesi gerektiği şüphesiz. Bunun yanında mimariyi besleyecek disiplinlere de yeterli yatırımların yapılması lazım. Sanat, kültürel varlıklar, çevresel faktörler, malzeme teknolojisi konusunda çalışmaların ve yatırımların artması yanında bunların günlük hayata ve pratiğe aktarılmasının da yolları aranmalı. Özellikle eğitim kurumlarının geleceğe dair hedeflerini, misyon ve vizyonlarını yeniden kurgulamaları şart. Nicelik değil niteliğin öne çıktığı bir eğitim anlayışı ile hareket edilmesi gerekiyor.
Bu yıllar kaçırılan fırsatlar yılları olarak hatırlanacak.
Geleceğe dair umudum her zaman var ama bunun için öncelikle karar vericilerin, sermayenin ve eğitim kurumlarının yepyeni bir anlayışa sahip olmaları gerektiğine inanıyorum. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kolektif ruhu yeniden canlandırmak belki mümkün olamayabilir ama 100 yıllık bir tecrübeye sahip olduğumuzu bilmek ve sadece hatalarımızı tekrar etmemek bile bize çok farklı kazanımlar sağlayacaktır.
Sonuçta yaşadığımız çağda fiziki sınırlar yok olmaya başladı. Dünyada mimarlık nereye gidecek? Bunun sorgulandığı bir dönemde yapım sistemleri değişecek ve farklı bir mimarlıktan söz edecek miyiz? Enerji ve iklim krizi bizi nerelere doğru itecek? Bunları hep beraber göreceğiz…
Kahramandan Müzakereciye
Mehmet Kütükçüoğlu
Mimarlık çok eski bir meslek olarak kabul edilir. Hatta kimilerine göre ilk meslektir. Ancak bugün bildiğimiz şekliyle mimarlık bürolarının tarihi 20. yüzyıl başlarının çok öncesine uzanmaz. Palladio gibi istisnalar bir yana bağımsız, seküler ve burjuva mimar figürü de öyle. Mimarın daha dar bir alana sıkıştırılması da aynı döneme rastlar. Artık müteahhit ve mühendisler ayrı kişilerdir. Modernite ile başlayan ve bugüne kadar hız kesmeyen branşlaşma, meslek yapılanmasına da sirayet etmiş; mensuplarını adeta ana objesinden uzaklaştırmıştır. Mimar artık kıyafetleriyle, temsil teknikleriyle, retorikle kendi üzerine katlanan bir şahsiyet haline gelmiştir. Bu durum, yükselen milliyetçilik ve milli kahramanlara paralel olarak gelişmiştir. Bu anlamda modernist heroism / kahramanlık, romantik birey kültünün adeta bir uzantısıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ilerleyişi de aynı tarih aralığına isabet eder. Mimar, bürosu ve Cumhuriyet bir nevi akrandır.
Yaşadığımız zaman ve coğrafyada içinde bulunduğumuz durumu dünyadan yalıtarak anlama taraftarı hiç olamadım. Tarumar olmuş kentler, kasabalar, hoyrat rejimler, sürekli aksayan bir demokrasi, kriz üstüne krizler, popülist ve yolsuz yönetimlerle şirazesinden çıkmış bir inşaat kültürü, bozuk iş ahlakı ve insan ilişkileri derken mimarlık mesleği de elbette ki ortamdan etkileniyor, nasibini alıyor. Burada işler nazaran daha fazla sarpa sarmış olabilir; ama bütün bunlar sadece bizim başımıza gelmiyor. Belli marjlar içerisinde dünya kültürünün de bir parçasıyız biz. Farkları benzerliklerle aynı polarite skalasında görebilmek, olan biteni anlamak açısından daha kullanışlı geliyor bana. Dolayısıyla özgün bir milli mimarlık iddiası, ya da bunun temsil aciliyeti beyhude bir çaba gibi görünüyor. Bağlamın yükledikleriyle sözü geçen farkların ve benzerliklerin içinden kendine çıkış arayan mimarın ürünü otomatik olarak “Milli Külliyat”ın içine yerleşiveriyor. Ek bir çabaya gerek yok. Bu hislerle bize has olanı dünyadan ayırmadan devam etmek üzere bu parantezi kapatıyorum.
Milli bir mimarlık anlatısına girmek değil hedefim. Zaten kısa ve yüzeysel bir yazı olacak. Daha çok mimar ve organizasyonunu ele almak istediğim için anonim inşa kültürüne de girmeyeceğim. Geç İmparatorluk döneminde, bir kaç istisnai isim dışında sivil mimarlık hizmetleri daha çok Müslüman/Türk olmayan tebaanın işiydi. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun hemen akabinde, kozmopolit yapısı kırılmış, bir kısım tebaalarından arındırılarak “millileştirilmiş” ülkede iddialı bir modernist projeyi göğüsleyebilecek meslek erbabı bulunamadı haliyle. İhtiyaç duyulan “jump start” için bir takım Alman, İtalyan ve Fransız yıldız / yarı yıldız mimar davet edildi. Bunların bir kısmı disipliner eğitim işine de dahil oldular. Cumhuriyetin “mimari heroism” ile tanışması oldu bu. Eğitim kurumları aracılığıyla hızla yayıldı ve çok gecikmeden ilk ‘milli kahramanlar’ belirmeye başladı. Bu jenerasyon, mimarlık bürosundan ziyade kürsü sistemine daha yakındı. Hoca ile öğrencileri arasında bir usta-çırak ilişkisi kurulur, eğitim ile üretim iç içe yapılırdı. Oldukça sınırlı bir elitin, sınırlı ilişkiler ağı içerisindeki faaliyetinden ibaretti. Topu topu birkaç yıldız mimar, birkaç idare, birkaç aile, bir devlet, iki şehir, iki okul. Yüzyılın ortasını geçince çıraklar arasından, bu sefer biraz daha kalabalık bir ikinci jenerasyon sahneye çıktı. Bugünkü anlamda mimarlık bürolarının ilk örneklerinin, Batı’dan az çok bir faz farkıyla bu dönemde kurulduğunu söyleyebiliriz. Müteahhitlik ve mühendislik yapılanmaları da paralel olarak belirmeye başladı. İdeal şartlarda projenin bir işvereni, bir idaresi, bir mimarı ve üç mühendisi; mimarlık bürosunun da bir şef ve elemanlarından oluşan sade bir yapısı vardı. Bugünküyle karşılaştırıldığında alabildiğine naif görünen mekanizmanın daha kalitesiz sonuçlar ürettiğini hiç iddia edecek değilim. Sistem basit ve ekonomikti.
Şimdi de kendi halimize bakalım. Aradan geçen sürede Cumhuriyet bir yığın badire atlattı. Dünya da öyle. Hatta buna atlattı demeyelim; saf modernist projenin, ve bunun bir ürünü olan Cumhuriyet’in façası derince çizildi. Sivri tepesini elitin işgal ettiği kum yığını sarsıldıkça şekilsizleşti, yayıldı. Ütopyalar yıkıldı, kurgular dağıldı, kimlikler karıştı. Bir yandan da para sirkülasyonu, nüfus hareketleri ve teknolojinin sunduğu imkanlar alabildiğine çoğaldı. Anlamlı bir yere doğru gittiğimiz çok şüpheli ama hayıflanmanın da faydası yok. Bizim tarafa odaklandığımızda orada da işlerin çığırından çıkmış durumda olduğunu görüyoruz. 50-60 yıl önce belki on kişi arasında geçen hikaye, bugün yüzlerce kişi, sınırsız dijital teknolojiler ve sonsuz toplantılarla zar zor yazılıyor. İşverenler, yönetmelikler, onay mercileri, danışmanlıklar dallanıp budaklandı. Ama burada mimarı takdir etmek lazım. Sonu gelmez branşlaşmanın ufalayıp sınırlara hapsettiği disiplinleri büyük şef ve koordinatör olarak bir araya getirme iddiasında hala. Kabul edelim ki bu gürültüden bütünleşmiş bir yapı çıkarmak için ortada bir kamikaze olması da şart.
Kamikazenin şimdilik yakıtı unutulamamış “kahraman mimar” kültü. Geçmişteki bir fırtınanın bize ancak ulaşan ölü dalgaları gibi. Oysa “Tanrı detaylarda gizlidir” benzeri kimin söylediğini hatırlamadığımız lafları sayıklayarak “yarı-tanrı”lığa soyunmanın vadesi dolmak üzere.
Yukarıda saydığımız sayısız karşılaşmaların kaçından hasar almadan sıyrılarak geçebilir bu tepeden tırnağa, siluetten detaya ilahi sanat eseri? Büyük koordinatör devreleri yanmadan daha ne kadar idare edebilir? Büronun başı yetmiyor artık, kolu, bacağı, ciğeri ve dalağı da sahnede olmalı. Kamikazenin yakıtı tükendi tükenecek, yere çakılmak üzere.
Ben bu dönüşümün derinden gelen titreşimlerini hissediyorum. Mimarlık hizmetine talep toplum sathına biraz daha yayıldı. Coğrafyası genişliyor. İki şehrin dışına çoktan çıktık. Okullarda başlayan mesleki cinsiyet dönüşümü yavaş yavaş bürolara sirayet ediyor. İki senede bir düzenlenen Mimarlar Odası sergilerinde bu değişimi izliyorum. Müelliflerin yaş aralığı gittikçe artıyor; her seferinde biraz daha fazla genç görüyorum. Sergiler, burada spekülasyonunu yaptığım meselenin gerçek ölçümlerini yapmak için bulunmaz bir fırsat sunuyor. Ben bunu ‘kahraman’dan, kolektife, müzakereciye; biricikliğin ve anonimitenin aynı gövdede buluştuğu yapıların giderek artacağı yeni bir üretim ortamına doğru bir hareketlenme olarak görüyorum. Mesleki faaliyetin hapsolduğu milli sınırları içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye delmenin bir sonraki adım olmasını diliyorum.
Ulus İnşasından Hizmet Üreten Sektöre: Cumhuriyet Mimarlığında Ortalama Niteliğin Yolculuğu
Nurbin Paker ve Hüseyin Kahvecioğlu
Cumhuriyet Mimarlığı, Türkiye'nin modern kimliğinin ve dönüşümünün bir yansıması olarak büyük bir öneme sahip. 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, modernleşme, sekülerleşme ve çağdaşlaşma hedefleri doğrultusunda bilindiği üzere bir dizi reformu da hayata geçirdi ve bu dönemde Cumhuriyet Mimarlığı olarak adlandırılan bir tasarım yaklaşımı, Türkiye'nin sosyal ve fiziksel çehresini büyük ölçüde etkiledi. Bu bağlamda, 100 yıllık sürece hızlıca baktığımızda, ilk dilimde yeni bir başkent inşasından modern şehir planlama çalışmalarına, Türk ulusal kimliğini yansıtma amacı gibi radikal yapılardan bahsetmek mümkün. Bu süreçte, Türk mimarların yurtdışında eğitim alması, yabancı mimarların Türkiye’deki uygulamaları aracılığıyla ulusal, Art deco gibi motiflerin modern tasarımla birleşmesine evrilen “modernist” icraları görmek de mümkün.
İkinci dilimde ise bu yaklaşımların yerini, ekonomik kısıtlarla ortaya çıkan alternatif çözümlerden, küresel yabancı sermayenin ülkeye girişinin de etkisiyle yeni bina tipolojilerinin sayılarının artmasına dek salınan büyük bir sarkaca bıraktığını görebiliriz. Günümüze geldiğimizde ve bulunduğumuz küresel ortamda, sosyal, kültürel, fiziksel, doğal, iklimsel, ekonomik yapılarda yaşanan değişimler; endüstriden eğitime, pozitif bilimlerden sosyal bilimlere kadar, farklı ölçeklerdeki yönetimsel (kamusal, özel ve sivil içerikli oluşumların: ülke, kent, üniversite, özel işletme, STK vb.) organizasyonlara ilişkin yeni ve yaratıcı açılımlarının yapılması gerektiğini gündeme getirmekte. Bu durum, doğal olarak, mimarlık alanını ve eğitimini de etkilemekte; mimarlık alanının bütünü veya alt bileşenlerinde kurgulanabilecek yeni, yaratıcı yaklaşımları ve potansiyel açılımları araştırmaya yönlendirmekte.
Tasarım ve konumuz gereği mimarlık, her bireyin aynı asgariye sahip olduğu sınıfsız bir toplum fikrinden yola çıkabilir mi? Cumhuriyet mimarlığının ilk yıllarının temel değerleri arasında işlevselliğin ön plana çıkması, çağdaş formların benimsenmesi ve ulusal kimliğin yaratılması bu öngörü ile şekilleniyordu denebilir. Dolayısıyla, Cumhuriyet mimarisinin ilk örnekleri üzerinden mevcut mirasın korunması ve gelecek nesillere aktarılması bu anlamda da önemli bir görev üstlenmekte. Ancak, bununla birlikte, geriye dönüp geçen yüz yıllık zamana baktığımızda, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde mimarlığın üstlendiği rol ve önemin zaman içinde toplumsal, ekonomik ve politik değişimlerle birlikte farklı hallere evrildiğini söylemek mümkün. Başlangıçtaki kuruluş sürecinden, zamanla değişip dönüşen ekonomik ve politik iklimin farklı eşiklerine ve günümüze kadar, “mimarlığın” üretildiği coğrafyanın ve dönemin olumlu/olumsuz tüm girdileriyle şekillendiğini görebiliriz. Geniş bir spektrumda değerlendirilebilecek bu yolculuk boyunca, sadece mekânı değil, ulusu inşa etmenin bir aracı olmak gibi yüksek iddialardan, koşullarını küresel ekonomik dinamiklerin çizdiği bir çerçevede hizmet üreten bir sektöre evrilme gibi uçlar arasında değişen mimarlık, yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin toplumsal belleğinin somut unsurlarını üretmiştir.
Sözü toparlayacak olursak, dönemleri, kritik eşikleri, dünya mimarlığındaki gelişmelerin yerel yansımalarını yorumlamak ve Türkiye’deki mimarlık üretimini değerlendirmek, Cumhuriyet Mimarlığı’na dair bir tür tarih yazımı denemesi olurdu. Böyle bir iddiaya düşmeden farklı bir bakış açısı nasıl kurulabilir diye baktığımızda, mimarlık tarihi yazımının genelde mimarlık üretimi içindeki çok küçük bir dilim üzerinden kurgulandığını dikkate alarak, “diğer” alana bakmak iyi olabilir. Yani kentlerin çok büyük bir kısmını oluşturan yaygın dokularına bakmak, mimarlığın toplumsal, kültürel, sosyal veya ekonomik olarak üstlendiği rolü, yaptırım gücünü, gelişimini, niteliğini anlamak için farklı bir olanak yaratabilir. Böyle baktığımızda, hemen hemen 50’li yılların sonuna kadar, mimarlığın tasarım ve uygulama kalitesinin, sıradan ve yaygın yapı üretiminin büyük bir kısmına yansıyabildiğini söyleyebiliriz. Sonrasında ise, “mimarlık tarihi”ne geçecek “elit” bir mimarlık ayrışırken, kentlerin ana gövdelerini oluşturan yaygın üretimin kalitesinin belirgin bir şekilde düştüğü bir gerçek. Bunun sadece bir plansız ve çarpık kentleşme meselesi olarak kentsel planlamaya ait bir konu olmadığı, belki daha fazlasıyla hem sivil, hem resmi iradenin nezdinde mimarlığın giderek zayıflayan rolünün, itibarının ve de niteliğe olan talepteki erozyonun yansıması olduğunu söyleyebiliriz. Nitelikli mimari tasarım ve uygulamanın yaygın bir şekilde gerçekleşememe nedeninin ise, kurumsallaşamamaya, gereken yasal çerçevelerin eksikliğine, önünde durulamayan ekono-politik nedenlere bağlı olduğu kadar, toplumsal özelliklere ve kültüre de bağlı olduğunu söylemek mümkün.
Sonuç olarak, Cumhuriyet’in 100. Yılında Türk Mimarlığı’nın, pek çok alandaki ilerlemeye karşın, gerçek potansiyelini gerçekleştirebildiğini söylemek zor. Özellikle “sıradan ve yaygın” olanın ortalama niteliği, yolculuğun başına kıyasla gerilemiş durumda ve bu konudaki ilerleme için kat edecek yol uzun.
Umudu Kaybetmeden
Dürrin Süer
Dosya editörlerinden, Cumhuriyet mimarlığının 100 yıllık geçmişi ve geleceği konusunda görüş isteği geldiğinde, mesleğini yarı yarıya mimarlığın farklı ortamlarında sürdürmüş bir mimar olarak, birbirini tamamlaması ve desteklemesi gereken ama birbirinden kopuk, hatta neredeyse temas etmeden, kendi kurguladıkları gerçeklikler içinde mimarlığın varoluşunu sağlayan eğitim ve pratik ortamları üzerinden iletmeyi düşündüm.
Mimarlık eğitimine başladığım 1982 yılından günümüze mimarlık okulları sayısı 9’dan 122’ye ulaşmış. Mimarlık eğitimini artarak ivmelenen bir hızla kurulan ve bu hız karşısında akademik yetkinlik ve yeterlilik beklentisinin yüksek olamayacağı kurumlar veriyor. Bunun yanı sıra mimarlık okullarının programlarında meslek pratiğine yönelik bilgiler az yer alıyor, eğitim mimarlığın yapım eylemi ile bağının oldukça uzak tutulduğu bir içerikle oluşturuluyor. Deneysel model uygulayan birkaç okul dışında tasarım stüdyolarında yapım bilgisi deneyimlenmiyor. Tasarım stüdyoları kavramsal temalar üzerine kurgulanarak sürdürülüyor. Bu koşullardaki mimarlık okullarından mimarlık hizmetlerinin tümünü yapmaya yetkili olarak her yıl yaklaşık 8.000 mimar mezun ediliyor. “Yeni” mimarlar “eski” mimarlarla birlikte aslında mimara gereksinim duymayan bir topluma mimarlık hizmetini vermeye çabalıyor. Küresel ölçekte gündemde olan sürdürülebilirlik, dayanıklılık, yeniden kullanım gibi kavramlarla yoğrulmuş bilinciyle mimarlık yapmaya çalışan mimarlardan işverenin esas talep ettiği ise maksimum kapalı alanı sağlaması, resmi işlemlerin yürütülmesi ve mümkünse bazı imar ayrıcalıklarını elde etme becerisini gösterebilmesi oluyor. İşverenin özel sektör veya kamu kurumu olması çok şeyi değiştirmiyor. Kamu kurumları projelerini genellikle ihale yöntemiyle, en düşük bedele yaptırarak elde ediyor. Biraz daha öngörüsü olan kurumlar ya kurum içindeki ya da kurumla irtibatı olan mimarların yoğun çabalarıyla katılımcı-müzakereci bir yöntem ve şeffaf - tarafsız bir ortam olan yarışmalar yoluyla proje elde edebiliyor. Bu projeler de çok düşük oranla gerçekleşebiliyor. Kurumsal bir sürekliliğin olmaması nedeniyle, örneğin bir yönetici değişikliği, uygulama projeleri çizilmiş, belki ödemeleri de yapılmış projelerin rafa kaldırılmasına neden olabiliyor.. Elde kalan boşa harcanan kamu kaynakları ile uygulanmamış projeler ve mimarları oluyor. Uygulama şansını yakalamış projeler de yapım ihalesini alan yüklenici firmanın, bilgi, donanım ve etik değerlerine bağlı olarak farklı bir süreç yaşayabiliyor. Müellif olarak mimara şantiyede yer verilmediği için müdahale etme şansı genelde bulunmuyor. Ortaya çıkan yapı ise uzayan yapım süreçleri veya delinmiş projelerle bazen mimarına bile yabancı oluyor.
Yazarken düşünüyorum mimarlık bu yazının neresinde olacak diye ama mimarlık tam da burada galiba. Mimarlık ortak bir tavrın ürünü. Toplumun kültürel yapısı mimarlığı şekillendiriyor. Nitelikli mimarlık ürünü yaşadığımız ortamın niteliğini ne yazık ki belirleyemiyor. Kentlerimizin yollarında yürüyemiyor, nefes almak için oturacak park bulamıyor, kırk sene önce yaşadığımız mekanların izlerini göremiyoruz.
Yazımı olumsuz düşünce ve duygularla sonlandırmak istemiyorum. Bir süre önce Mimarlık ve Pişmanlık konusundaki bir söyleşide, “Kariyeriniz boyunca mesleki seçiminizden dolayı pişmanlık hissettiğiniz zamanlar oldu mu? Bugün olsa yine mimar olmak ister miydiniz?” sorusuna “pişmanlık duymadığım gibi, iyi ki mimar olmuşum, diyorum. İnsanın yaşamı kavrayışını, algısını geliştiren, dönüştüren, çoğaltan, zenginleştiren bir eğitim ve uğraş alanı mimarlık… Meslek sahibi olmanın ötesinde. Bir meslek, iş olarak değerlendirildiğinde ise her iş gibi zorlukları var tabii, özellikle yaşadığımız beşeri coğrafyada. Ama işimizi umutlu, geleceğe dair hayalleri olan insanlara yapıyoruz. Belki de pek çok olumsuz koşula, memnuniyetsizliğe, hayal kırıklığına rağmen her yeni işe büyük bir heyecanla yaklaşmanın nedeni umudun her işte motive edilmesidir” şeklinde cevaplamıştım. Umudumu kaybetmeden mimarlığı yapmaya devam ediyorum. Geleceğin nitelikli bir yaşam kuracak toplumu var edebilmesi dileğiyle, nice 100 yıllara diyorum.
İkinci Yüzyıla Doğru
Hasan Şener
1923 sonrası I. ve II. milli mimari dönemine damga vuran eserleri ortaya koyan yabancı ve yerli mimarların çoğu aynı zamanda mimarlık eğitiminde görev alan mimarlardı. Günümüze kadar mimarlık alanında yaşanan gelişmeleri mimarlık eğitimindeki gelişmelerden soyutlamak mümkün değildir. Ülkemizdeki sosyal, ekonomik, teknolojik ve kültürel gelişmeler bir yandan mimarlık eğitimini, diğer yandan mimarlık ürünlerini etkilemektedir.
Yere Ait Olma
Mimarlık eğitiminde uygulanan uluslararası ilkeler, mimarlık uygulamalarının genel niteliklerine yansımaktadır. Ancak “yere özgü” ve “yere ait olma” ilkesi, çeşitlilik oluşumunda önemli bir yer tutmaktadır. Bu bağlamda “mimarlıkta tipoloji” konusu önem kazanmaktadır. Yere ve kültüre bağlı olarak tarihsel süreçte yüzyıllar içinde oluşmuş “bina-mekan” tipolojileri, özü itibariyle değerlendirildiğinde, evrensel tekrarların yanında “özgünlüğü” ve çeşitliliği yaratmada mimarlara yardımcı olmaktadır.
Kentsel Ölçek - Bina Ölçeği
Özellikle 1970’li yıllarda “koruma” alanında “anıt - bina” ölçeği yanında “sit - kent” ölçeği önem kazandı. Aynı dönem ve devamında, “kentsel tasarım” kavramı sıklıkla gündeme geldi. Hem mimarlık-şehircilik eğitim programlarında hem de kamu kurumlarının ve belediyelerin stratejik planlarında yer aldı. 1980’li yılların sonunda yapılan İstanbul’da Taksim Meydanı, Tarlabaşı Bölgesi, Yenikapı Bölgesi kentsel tasarım yarışmaları bu yaklaşımlara örnek verilebilir.
Bu yaklaşımda, bina tasarımının kentsel tasarımdan bağımsız olamayacağı esastır. Dolayısıyla, bina ölçeğinde tasarıma “yere ait olma” niteliği de kazandırılmış olmaktadır. Bu yaklaşımlarda, “kamu yararı” kavramı daha güçlü bir şekilde değerlendirilebilmektedir. “Kentsel mekan sürekliliği” ve zenginliğini yaratmak, peyzaj değerlerini çoğaltmak daha olanaklı olmaktadır.
Bina Endüstrisinin Gelecekteki Durumu, Deprem Gerçeği, Mekân Geometrilerine Etkisi
Geleneksel yapımdan endüstrileşmiş yapıma hızla geçen bir gelişme, tüm gelişmiş ülkelerde yayılmaktadır. Bina endüstrisindeki gelişme, bina bünyesindeki önceden üretilmiş yapı bileşenlerinin artması, binaların mimarisini de kaçınılmaz olarak etkilemektedir. Geleceğin bina endüstrisi “açık sistem” yaklaşımını öngörmektedir. Açık sistem; bir bölgede, bir ülkede veya tüm dünyada önceden tanımlanmış uyumluluk kurallarına göre yapı bileşenlerinin üretilmesini, stoktan yararlanılabilir olmasını, şantiyede uyumlu bir şekilde bir araya getirilmesini ifade etmektedir. Mimarlığı ilgilendiren yanı, herkesin yararlanacağı “açık sistem katalogları”nın oluşturulması ve bu kataloglardan seçilen bileşenleri kullanarak mimarların tasarımlarını yapmalarıdır.
Teknolojik ve uygulama gereklilikleri, mimari mekânların geometrilerinde daha net ve tanımlanabilir yaklaşımları da beraberinde getirmektedir. Özellikle ülkemizde yaşanan depremlerden sonra, binaların “taşıyıcı sistemlerinin düzenli olması” kavramı ön plana çıkmıştır. Deprem sonrası gelişmeleri takip eden bu yaklaşım, mimari mekanların geometrik netliği, bina kütlelerinin yalınlığı, taşıyıcı sistem kurgularının düzenliliği gibi mimari tercihleri etkileyen sonuçlar doğurabilmektedir.
Sonuç olarak; Cumhuriyetimizin 100. yılında mimarlık alanında gelinen noktayı, mimarlık eğitimi ve tarih bağlamı, çevre ölçeğindeki büyüme ve değişim, yapı teknolojilerindeki gelişmeler, bina endüstrisinin gelecekteki durumu, ülkemizin deprem bölgesinde olması nedeniyle mimariye yansımaları olarak ele almak ve değerlendirmek uygun olacaktır.
Türkiye Mimarlığının İkinci Yüzyılı Nasıl Olmalı?
Vedat Tokyay
Bu soruya bir yanıt verebilmek için bugünün bir röntgenini çekmemiz gerekiyor. 1950 - 1960 doğumlu mimarlar, kendilerini, metropoliten planlama bürolarının kapatıldığı, kamu yapılarının yarışmalarla elde etme alışkanlığının zayıfladığı, 12 Eylül rejimi etkilerinin halen güçlü olduğu, büyük sermayenin yapı sektörüne egemen olduğu bir dönemde buldular. Dolayısıyla, bu döneme damgasını vuran yapı tipleri büyük ölçüde ofis gökdelenleri ve alışveriş merkezleri oldu. Yapı endüstrisinin gelişmesi ve ithal yapı malzemelerinin yapı pazarına yayılması ile bu tür yapıların inşası olanaklı oldu.
Bu dönem, AKP iktidarıyla birlikte siyasetin mimarlığı etkilemeye çalıştığı bir döneme evrildi. Selçuklu tarzının tüm kamu yapılarına egemen hale getirilme çabası, kamu yapılarının mimarisinin yarışmayla ve yaratıcılıkla değil din formasyonlu partizanlıkla yapılması ilk işaretlerdi. Böylesi bir siyasetin en özgün biçimde kurumsallaştığı yapı olan TOKİ’ler, tüm bir ülkenin konut politikasını tayin ederken herhangi bir planlama bürosuna veya bir mimarlık yarışmasına gereksinim duymuyorlardı.
Mimarlığın, siyasetin yanı sıra büyük sermaye ile kuşatılmasıyla, özellikle üç büyük kentte yapılan gökdelenlerin formlarında ve ihtiyaç programında, büyük ölçüde, büyük sermayenin fiziksel mekân ve form isteklerinin egemen olduğunu görüyoruz. Artık, formun arzu nesnesi, mal sahibinin pazarlamada gereksinim duyduğu, mimarların da büyük bir iştahla ürettikleri sarmal gökdelenlerdir.
Mimarlık, Türkiye’nin ikinci yüzyılında bunlarla oyalanmamalıdır. Bu yüzyılda mimarın çok daha önemli görevleri vardır. Bunlar, öncelik sırasına konmadan, kentsel dönüşüm, afet bölgelerinde yapı tasarımı ve beton dışı alternatif yapı malzemeleri pratiği gibi konulardır.
Kentsel dönüşümden kastımız, apartmanların yıkılıp daha farklılarının yapılmasından çok, ülkenin artık işlev görmeyen limanlarının ve sanayi tesislerinin kamu yararına yeni sosyal mekanlara dönüşme sürecinin mimari anlamda tasarlanmasıdır. Amaç, Galataport türü sermaye yararına rant tesisleri üretmek değil, deniz veya nehir kıyısında veya karasal bir bölgede kamunun kendini var edeceği sosyal mekânları tasarlamak ve bu şekilde hem endüstriyel kültürel mirası korumak hem de kentten kopmuş olan bu kentsel alanları kentle bütünleştirmektir.
Afet bölgeleri tasarımından kastımız, deprem gibi bir afete uğrayan insanların barınabilecekleri, çocuklarının eğitim gereksinimlerini karşılayabilecek mekânların, klasik tasarım ve yapı malzemesi formasyonu dışında yöntemlerle tasarlanmasıdır. 1999 Marmara Depremi’nin hemen ardından yapılan “Taşınabilir Ahşap Deprem Okulları” projesi gibi…
Diğer bir afet konusu olan iklim değişikliğinden dolayı, 2100 yılında deniz suyu düzeyinin 110 cm yükselmesi olasılığına karşı, üç bir yanı denizlerle sınırlanmış, büyük kentleri kıyılarda yer alan ülkemizde bu konuda herhangi bir mimari öneriyle karşılaştık mı? Halbuki hem ABD’de hem de Avrupa ülkelerinde, suyun yükselmesine karşı duracak yüzer ev ve ofis tasarımları ile rıhtımları sudan koruyacak tür mimari tasarım çalışmaları çoktandır sürdürülüyor.
Beton dışı alternatif yapı malzemeleri pratiğinden kastımız ise, modern
ahşap ve çelik gibi yapı teknolojileri tüm dünyada yaygın biçimde kullanılırken, depremin en önemli afet olduğu ülkemizde büyük çoğunlukla betonarme yapı sistemi kullanılmaktadır. Mimarlara düşen görev, ahşap ve çelik yapı pratiğini tasarımlarıyla geliştirmeleri, uygunluğu konusunda toplumu inandırmalarıdır.
Bu yüzyılda, devletin de önemli görevleri vardır. O da, yukarıda sözünü ettiğimiz “mimarın görevleri”ni yapabilmesi için önünün açılmasıdır.
- Metropoliten planlama büroları ivedilikle çalışmaya başlamalıdır.
- Kamu yapılarının tasarımı, mimari yarışmalarla yapılmalıdır.
- Devlet, siyaset ile mimarlığı birbirinden ayırmalıdır.
- Ülkenin, yazımızdaki anlamda kentsel dönüşüm alanları saptanmalı ve mimari planlanma süreci başlatılmalıdır.
- Deprem için tasarım depremden sonra olmaz. Tüm deprem alanlarında deprem anında kullanılacak barınma ve eğitim gibi yapı stoklarının, mimarlar aracılığıyla tasarlanması sağlanmalıdır.
Hafıza Kaybı
Sedef Tunçağ
Kentlerimize değer katmış, nicesi kent simgesi olmuş birçok bina direnmelere karşın yıkılıp yok edildi, hâlâ da yok ediliyor. Binalar, onların bulunduğu mahalleler, kent hafızasından bir daha geri gelmemek üzere silinip gidiyor. Kurumların yeterince sürekliliğinin sağlanamadığı ülkemiz koşullarında özellikle yerel yönetimler “iyiyi ayırt etmek, korumak, sürdürmek, sürdürülebilirlik” gibi kavramları sözde çok kullanıyor ama uygulamada hiçe sayıyorlar. Bizler de yöneticilerin iki dudağı arasından çıkacak sözlere mahkûm oluyoruz.
Yıkarak yenilemek! Geçmişe gösterilen bu saygısız yaklaşım, çıkara dayalı planlama anlayışı, kentlerimizin hoyratça kullanımı, yeni kuşakların Cumhuriyet sonrası mimarlığımızı gözlemlemesini, giderek değerlendirmesini güçleştiriyor; hatta olanaksızlaştırıyor.
Mimarlar Odası’nın düzenlediği Ulusal Mimarlık Ödülleri ve Sergisi etkinliğinin Yapı Dalı “Gri Sanat” ödülünü İzmir Austro-Türk Tütün İşleme ve Depo Binaları projesiyle kazandığımızda yıl 1988 idi. Prefabrik cephe elemanlarıyla proje gerçekleştiğinde, arkasında barındırdığı ilginç serüveni ile İzmir-Karşıyaka arasında kentin yeniliklere açık simge binalarından biri olarak yükseldi. Kent insanı bu binayı sevdi, benimsedi. Şu anda ise bu binadan eser yok!
İzmir’de bunun gibi birçok binayı göremiyoruz artık. Son bir yıl içinde projesi yarışma kazanmış Büyükşehir Belediyesi Binası deprem gerekçe gösterilerek yıkıldı. Bunu gören valilik yine yarışma sonucu inşa edilen iki binasını yerle bir etti. İzmirli mimar Rahmetli Fahri Nişli, Alsancak’ta 1960’larda inşa ettiği binaların, 30-40 yıl gibi kısa bir dönem içinde, bir öncekini yıkıp aynı arsaya ardışık zamanlarda üç farklı projesini uyguladığını aktarmıştı. O da kendi yaptığı binayı yıkıp bir yenisini yaparken değiştirilen kent planı baskılarına karşı koyamamıştı.
Oysa günümüzde gelişen teknolojik olanaklar binaları yaşlarından ötürü yıkmak yerine güçlendirerek, böylece kent hafızasının sürdürülebilirliğini sağlayarak elimizi rahatlatıyor. İzmir’in dönem mimarlığına örnek olarak korunan Çankaya’daki Atlas Oteli güçlendirilerek kullanmanın iyi bir uygulaması oldu.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Hele Ankara, İstanbul, Bursa gibi illerimizde yok olan 100 yıllık Cumhuriyet eserlerinin başına gelenler saymakla bitmez. Cumhuriyet döneminin önemli bir planlama anlayışını ve hafızasını barındıran Ankara’daki Saraçoğlu Mahallesi’ni kurtarmak için mimarlarımız, Mimarlar Odamız az mı çaba gösterdi?
Geçmişimizi neden yıkıyoruz, parçalıyoruz? Geçmişimiz ne uğruna unutturuluyor? 1923 sonrası yeni kurulan Ankara kentinin Cumhuriyetimiz’in değerlerini temsil eden bir aks üzerinde başarılı simge mimari eserlerle donatıldığını, bu yapıların içini dolduran kurumların Cumhuriyetimiz’in 100. yılına kadar yaşamımıza eşlik ettiğini biz yaştakiler gururla izledik. Genç nesillerin de Cumhuriyet eserlerini her yönüyle sonuna kadar deneyimlemelerini isteriz.
“Devletin Mimariyle İlişkisi”
Ertuğ Uçar
100 yıllık Cumhuriyet mimarlığı hakkında, canımı acıtan, sıkan tarafından gözlemlerimi paylaşayım. Devletin mimariyle ilişkisi, ona bakışı, onu araçsallaştırışı açısından. Mimarlık, her zaman, her yerde inşaat sektörüyle bağı sebebiyle politikaya alet olmuş. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yüzüncü yılında da bu böyle. Fark, Atatürk döneminde ve onu 2000’lere dek izleyen yıllarda devletin, yüzü Batı’ya dönük bir mimarlık ve planlama anlayışını ithal ve kabul etmesinde. Bu dönemlerde üretilen kamu yapıları, toplu konutlar, eksik de olsa uygulanan şehir planları, maruz kaldıkları tüm tahribata rağmen eğer günümüze ulaşabilmişse belirli bir eğitim, zevk ve görgü seviyesini, tasarım ve inşai alanda özen, kalite ve beceriyi gözler önüne seriyor. Özellikle 2000’lerden sonra kamuya hakim olan anlayış da aslında tıpkı bir önceki anlayışın yaptığı gibi kendisine ait bir alan tarif etmek istiyor. Ama bu alanı kendi icat etme peşinde. Halbuki bir önceki anlayış, ki buna Cumhuriyet dönemi mimarisi diyelim, özgünlük iddiasında değildi, Batı’da kabul görmüş tasarım düşüncesini kendisine örnek almış, en fazla onu bazı noktalarda yerelleştirmişti. Bugünkü dönemse, ki ona da AKP dönemi diyelim, kamu binalarının, toplu konutların, yeni şehirlerin, kentsel alanların tasarımında özgün ve en önemlisi de tarihsel bir yaklaşım iddiasında. Söylemi, iki net önerme içeriyor. İlki, Cumhuriyet’in mimari alanındaki önceki yetmiş yılını reddediyor. İkincisini Uğur Tanyeli’den ödünç olarak yazıyorum: “yüceltip parlattığı bir tarih döneminin ardılı olduğuna inanıyor” ve mimariyi insanları buna inandırmak için araçsallaştırıyor. Sonuç ortada. Türkiye’nin her yanı “kitsch”in en parlak örnekleri olan bakanlık, müdürlük ve belediye binalarıyla, okul ve kampüslerle, misafirhaneler ve yurtlarla, camiler ve külliyelerle dolup taşıyor. Ne Osmanlı’ya ne Selçuklu’ya, ne Karamanoğulları’na ne Tekelioğulları’na benzeyen, ne modern ne postmodern mimarlıklar bunlar. Kaba cumbalar, ölçeksiz saçaklar ve oransız taçkapıların ele geçirdiği kes-yapıştır renkli cepheler ardında simetrik, anıtsal planlar, doğru düzgün işlemeyen binalar bugün kamu standardımız haline geldi. Bir avuç iyi örnek yok mu? Var. Yarışmalarla elde edilmiş; akıllı görgülü, işi erbabına bırakan işverenlerin kamuda ve özelde önünü açtıkları iyi örnekler de var. Korunan bir avuç Cumhuriyet dönemi mirası var. Ama artık bunlar, elli sene önce olduğu gibi bir Türkiye panoraması oluşturacak çoğunlukta değil. Canımızı daha acıtansa iki üç asırlık bir ahşap konak için gösterilen koruma yaşatma çabasının Cumhuriyet dönemi binalarından esirgenmesi. 2000 sonrası devlet, bu dönemin binalarını ortadan kaldırmayı ajandasından düşürmüyor. İller Bankası gibi göz önündeki örneklerin onlarca kat fazlası Anadolu’da yıkıldı gitti. İşhanları, okullar, doğumevleri, spor salonları, kamu dinlenme tesisleri, kamu teşekküllerinin kampüsleri içinde yer alan irili ufaklı sayısız yapı, ihtiyaçlara cevap vermiyor, dayanıksız, çirkin bahaneleriyle yok oldular; yerlerine hiçbir zaman daha iyisi gelemedi. Şehirlerdeki bu yapıların yıkılması aynı zamanda kentsel hafızanın da yok olması anlamına geliyor. Bir ülkenin mimarlık anlayışı ne olursa olsun, o ülkeye egemen yönetim anlayışından ileride olamaz. Türkiye’de de durum böyle. Bu yüzden kamunun mimarlığı anlaması gerekir. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılından beklentim, kamunun, mimarlığın, rant ve oy üretmek, inşaat sektörünü canlı tutmak için bir araç değil de, sağlıklı binalar ve mutlu şehirler üreten bir disiplin olduğunu anlaması.
Çöküş
Semra Uygur
Cumhuriyet ile birlikte çağdaşlaşma kültür devrimleri, eğitim konusunda atılan büyük adımlar ile birlikte mimarlık alanında da radikal modernizm hareketi başladı. Yabancı mimarlar ve o dönemde yetişen yerli mimarlar tarafından çağdaş yapılar inşa edilmeye başlandı ve hala ayakta kalanlar değerlerini korumakta. Ancak kültürel değişim ve sosyal yapının değişmesi, eğitim reformlarının yeterince devam ettirilmemesi nedeniyle mimarlık alanındaki ilerlemenin başarılı bir şekilde gerçekleştirilemediğini bugün çok açık bir şekilde görmekteyiz. Değişen siyasi iradeler, ve bu siyasi iradelerin sosyal yapının değişmesine ve çağdaşlaşmaya yeteri kadar gönüllü olmamaları, günümüzdeki sorunların en önemli nedenlerinden biridir.
Mimarlık okulları, modernleşme hareketi ile birlikte yüzünü Batı’ya çevirip yaşadığımız toprakların zenginliğini fark ettirmeye yönelik eğitimi yeterince veremedi. Kültürel ve sosyal yapı ile örtüşmeyen, yaşantı ile paralellik kuramayan mimari anlayış içselleştirilemedi. Değişen siyasi iradeler de, bu durumu, dünya görüşlerini fiziksel ortamda pekiştirmek için etkili bir ortam olarak kullandılar.
Mimarlık bir meslek olarak değil, daha çok siyasi bir diyalog aracı olarak karşımıza çıkmaya başladı. Sanayileşme ve sanayinin belirli bölgelerde yoğunlaşması, kent bilincine sahip olmayan vatandaşın kırsal kesimden kentlere kontrolsüz göçünü tetikledi. Siyasi iradelerin sorumluluklarını yerine getirmeme eğilimine ardışık olarak da kentlerde artık önüne geçmesi zor bir kaos oluştu. Tüm bunlar çevre bilincinin ve mimarinin gelişimini engelleyici önemli etkilere yol açarken toplum olarak da aksak bir görsel görgü ile yetişen nesillerimiz oldu.
Mimarlık ve çevre bilincinin tüm ülkeye yayılmadığı durumda, yaşam alanlarıyla ilgili bilincin oluşmasını beklemek de günümüzde artık nafile bir bekleyiş. Mimarlığın, toplumsal bir hizmet olduğu; sağlık, adalet, eğitim gibi herkesin bu hizmetten yararlanması gerektiği bilincinin oluşması hala sağlanamadı. Bir hizmetin toplumsal olarak sağlanabilmesi için bu hizmeti sunanların ülke sathında eşit oranda hizmet vermesi gerekirken, günümüzde mimarsız belediyeler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hizmetin toplumsallaşması, anlaşılması, talep edilebilmesi için hizmet sunanların, mesleği öğretenlerin de bu sorumluluk bilinci ile davranıyor olması gerekirken, mimarlık kentlerde hizmet sunan, çoğunlukla da sermayeye hizmet eden bir meslek olarak algılanır hale geldi.
Kamu eli ile uygulanan mimarlığın zaman içinde giderek değersizleşmesi ise çok acı verici bir durum. Bu sorunun ana nedenlerinden birinin de mesleği icra eden mimarlar olduğunu açık açık tartışmalıyız. Mimarlık eğitimi özellikle son yıllarda yapının teknik bilgisini yeterince öğretmeden, hizmet verilen coğrafyanın ve kullanıcıların ihtiyaçlarını yeterince analiz etmeden ve barınma gereksinimlerini yeterince anlamadan, yalnızca görsellik üzerine odaklanarak ilerlemeye çalışan bir yöntem izliyor gibi görünmektedir. Ayrıca, yeterli (nicelik ve nitelik olarak) öğretim elemanı ve fiziksel mekan eksikliği, mimarlık eğitiminin niteliğinin yitirilmesini ivmelendirmektedir.
Sorunların aşılması için mimarların coğrafyayı ve kullanıcıları tanıma ve anlama yeteneklerini geliştirmeleri, kullanıcıların mimarlık hizmetini hak olarak talep etmelerini teşvik etmeleri önemlidir. Ayrıca, mimarların doktorlar, öğretmenler, hukukçular gibi mecburi hizmet yapmaları, sorunların çözümü için bir yol olabilir.
Bu icerik 1734 defa görüntülenmiştir.