433
EYLÜL-EKİM 2023
 
MİMARLIK'tan

DOSYA: CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILINA DOĞRU

YAYINLAR



KÜNYE
DOSYA: CUMHURİYETİN İKİNCİ YÜZYILINA DOĞRU

ULUSAL MİMARLIK ÖDÜLLERİ MİMAR SİNAN BÜYÜK ÖDÜLÜ ALAN MİMARLARDAN 100. YIL DEĞERLENDİRMELERİ

Doğan Tekeli, Sevinç Hadi


Cumhuriyetin Yüzüncü Yılında Mimarlığımız

Doğan Tekeli

Cumhuriyet dönemi mimarlığımızın geçmiş yüzyılı ve geleceği hakkında görüş isteyen kapsamlı bir soruşturmaya, günümüzün mimarlığını gözden geçirerek cevaplamanın gerekli ve yeterli olacağını düşünüyorum. Ancak bundan evvel, toplumumuzun günümüzdeki gelişmişlik düzeyine bir iki satırla değinmenin yararlı olacağını sanıyorum.

Türk toplumu yüz yıldan beri Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyini yakalama hedefine ulaşmaya çalışıyor. Yüz yılda inanılmaz büyük başarılara imza atmış olsak da hâlâ hedefe ulaşabilmiş değiliz. Toplumumuz aydınlanma düşüncesini büyük oranda içselleştiremediği için, öyle görünüyor ki bu çabalar önümüzdeki yıllarda sürecek. Mimarlığımız ile toplumumuzun gelişmişlik düzeyleri arasında bir paralellik kurmak da mümkün görünüyor.

Mimarlığımızın günümüzdeki durumunu anlamak için Türkiye coğrafyasını boydan boya kaplayan yapı stoğumuzun mimarlık hizmetiyle ilgisi açısından durumunu gözden geçirmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Bence, yapı stoğumuzu üç grupta toplamak mümkün.

Birinci gruba hiç mimarlık hizmeti almayan gecekondu bölgeleri ve kırsal kesimin bir bölümü giriyor. Bu grup içinde, örneğin Nail Çakırhan’ın Ağa Han Mimarlık Ödülü almış evi gibi birkaç mimarsız seçkin yapı bulunabilir. Ancak bu istisnalar gruplamanın genel niteliğini değiştirmiyor. Bu gruptaki yapıların, yapı stoğumuzun yaklaşık % 15’i kadar olduğu da söylenebilir.

İkinci grubu, teorik olarak mimar imzası taşıyan ama minimum düzeyde mimarlık hizmeti alan, bir bakıma yap-sat düzeni mimarlığı diyebileceğimiz yapılar oluşturuyor. Özellikle, 1950-2000 yılları arasında, doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm yurdu kaplayan bu yapıların yapı stoğumuzun yaklaşık % 70’ini içerdiğini düşünüyorum. Bandırma’dan Trabzon’a, Edirne’den Gaziantep’e kentlerimizin genel görünüşünde neredeyse aynı elden çıkmış gibi bir nitelik izleniyordu. Bu yapılar için belki bir tür anonim halk mimarlığı deyimi de kullanılabilir. 1950 - 2000 yılları arasında Türk mimarlığı denince kaçınılmaz olarak bu tür yapıların oluşturduğu kent parçaları akla geliyordu. Ne var ki, bu grup içinde son yirmi yılda kentlerimizin yeni gelişen bölgelerinde daha çağdaş bir yaklaşım görüldüğü, 1950 - 2000 arası sokak görüntülerinin değişmekte olduğu da söylenebilir.

Üçüncü grup ise, en iyimser tahminle yapı stoğumuzun % 10’unu içeren, uluslararası çağdaş mimarlık diliyle gerçekleştirilerek mimarlık eseri sayılabilen yapılardan oluşuyor. Mimarlık yayınlarımızın gündemini oluşturan da çoğunlukla bu yapılardır. Kuramlar, ideolojiler, iyi mimarlığa ulaştıracak koşullar genellikle bu %10’luk yapı stoğu için söz konusu.

Mimarlık eseri, tek başına gerçekleştirilebilen bir ürün olmadığına göre, eseri oluşturan bileşenlerin niteliği önem kazanıyor. Bilinçli bir işveren, yeterli mali olanaklar, mimara iyi bir çalışma yapabilmesi için sağlanacak imkanlar, yasal kurallar hep bu bileşenler içindedir. Üzülerek görüyoruz ki, günümüzde mimarlık acımasız bir fiyat rekabetiyle karşı karşıyadır.

1980’li yıllara kadar kamu, mimarlığımızın en büyük işvereni durumunda iken yavaş yavaş bu niteliğini kaybetmiş, özel sektör başlıca işveren haline gelmiştir. Bu sektör içinde iyi mimarlığı isteyen küçük bir grup başarılı yapılar elde edilmesine katkı sağlarken, büyük grup iyi mimarlığın aleyhine, en ucuz fiyatlı hizmet ve büyük getiri peşindedirler.

Yaklaşık olarak 2000 yılından günümüze durum, mimarlığımızın daha da aleyhine olarak değişmiştir. O yıllarda oluşan yeni iktidar, ideolojik bir yaklaşımla mimarlığı etkilemeye, mimarlık yoluyla toplumu dönüştürmeye gayret etmiştir. Ama herhalde bunun gerçekleşmeyeceği görülmüş olmalı ki, örneğin Osmanlı-Selçuklu mimarlığı talebi gündemden düşmüş görünüyor. Büyük kamu yapılarının mimarlarının kimler olduğu açıklanmıyor. Kamu iş vermekte adaletli davranmıyor. Sonuç olarak, son grubu oluşturan maksimum % 10 oranındaki yapıların, mimarlarımızın büyük özverisi ile gerçekleştirildiğini düşünüyorum.

Tüm bu koşullara karşın, yine de kişisel gayretlerle uluslararası alanda başarı gösteren mimarlarımızın, orta veya büyük bürolarını yönetebilen mimarlarımızın ve yarışmalarda gördüğümüz genç mimarların gayretleri mimarlığımız adına hepimize ümit veriyor.

İkinci Yüzyıla Girerken Bir Değerlendirme

Sevinç Hadi

Mimar

Bir devrim olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile modernizmin bir devrim olarak dünyada yayılışı aynı döneme denk düşer. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu fırtınalı günlerde bir yandan hem bir ulus hem de yeni bir yaşam çevresi, yeni bir başkent inşa ediliyordu; diğer yandan modernizmin oluşumu, heyecanları, çalkantıları Türkiye’de de yaşanmaktaydı. Cumhuriyet’in ilk yüzyılında gerçekleşen devrimlerle modernleşme büyük bir ivme kazanmıştı. Ancak en başta akıl ve bilim demek olan modernizm düşüncesi, devlet kurumları ve gündelik yaşamda mimarlık üzerinde yarattığı kadar güçlü bir etki yaratamadı ve olumsuz neticesi mimarlığa da yansıdı.

Ortaya çıktığı ve yayılmaya başladığı andan itibaren, modernizm yalnız bina dili üzerine kurulu değildi. Çağdaş düşüncenin lokomotifiydi. Türkiye’ye Batı’dan gelen uzmanlar, bilim insanları, mimarlar aracılığıyla modernizmin getirdiği zihinsel dönüşümler, eğitsel, teknik güç ve buluşlar, yaygınlaşıyordu.

Modernizm ile birlikte bilim, eğitim gittikçe önem kazanıyor, usta - çırak ilişkileri yerini hoca - öğrenci ilişkilerine bırakıyordu. İmparatorluk döneminde kurulmuş olan iki önemli eğitim kurumu 1773’de kurulmuş olan Mühendishane-i Bahr-i Hümayun ve 1882’de güzel sanatlar eğitimi vermek üzere kurulmuş olan Sanayi-i Nefise Mektebi, Cumhuriyet döneminde Batılı uzmanlar tarafından yönetilerek mimarlık ve mühendislik eğitimi ile özdeşleştiler. Daha sonra bu okulların sayısı arttı ve batılı mimarlar, mühendisler bu okullarda etkili olmayı sürdürdüler. İTÜ Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü sonradan kurulan okullar arasındaydı. Ben bu bölüme 1953 yılında girdim. Koridorlarda karşılaştığım Paul Bonatz son sınıfların hocası idi. Rolf Gutbrodt’un öğrencisi oldum. Mimarlığa dair düşünceleri etkileyiciydi. “Binanın dışı ne olursa olsun, kestiğiniz zaman içinden cevher çıkmalıdır” demişti. Bugün, 104’ü devlet olmak üzere 166 üniversitede 122 mimarlık bölümü var. Arkitekt dergisi Türkiye’de ilk mimarlık yayını oldu, ardından yayınlar arttı. Bu dergilerin de her biri birer okul işlevi gördü.

Modernizmin hakimiyeti, rasyonalizmi ve yalınlaşmayı öne çıkaran anlayışına rağmen üslup, ifade biçimlerine dair araştırmalar, geleneksel olanın yeniden yaratılıp yaratılamayacağına dair arayışlar sürdü, bugün de devam ediyor. Ben ve benim kuşağımdaki mimarların aktif mimarlık yaptığı dönemlerde kompozisyonu kare veya dikdörtgen gibi saf bir forma tamamlamak, konunun ölçeğine bağlı olarak çok parçalılık, tekil veya çoğul olsa da yapılara sakin ve duru ifadeler katmak birçok projenin çabasıydı. Geleneksel mimaride de her zaman hoşumuza giden ara mekanları yaratmak çok parçalılık içinde mümkün olabiliyordu. Geçmişe ait formları yeni yorumlarla aktarmak yerine yaşama alışkanlıklarını yorumlamak her zaman daha iyi sonuç veriyordu. İşlevsellik daima ön plandaydı. Başlangıçta en büyük işveren devlet idi. Endüstri yapıları, fabrikalar, okullar, kamu yapıları, sağlık yapıları hep inşa edilmek zorundaydı ve bütün bu işler devlet tarafından veriliyordu. O günlerden bugüne geçen zamanda mimarların az çok birbirine benzeyen ifadeleri arasında farklı sezgiler, farklı duruşlar belirmeye başladı. Sedad Hakkı Eldem’in geleneksel değerlerle modernizmi bir araya getirdiği Zeyrek Sosyal Sigortalar binası, Turgut Cansever’in mimarlık yoluyla dünyayı güzelleştiren Bodrum Demir Tatil Köyü, aynı yerde Emine ve Mehmet Öğün’ün geleneksel ve varsıl detayları bir arada sunan Aman Rüya Oteli, Ersen Gürsel’in yerel mimariden hareket ederek gerçekleştirdiği birçok yeni yapı ve restorasyon projesi, şehirsel yerleşmeler, Teğet Mimarlık’ın büyük bir şeffaflığın ardından İstiklal Caddesi ve çevresini yaşatan Yapı Kredi Kültür Merkezi, Tülin Hadi ve Cem İlhan’ın çevre insanına doğa içinde incelik ve sıcaklık sunan VKV Ford Otosan Yaşam Merkezi, Sevinç Hadi ve Şandor Hadi’nin sezgi yoluyla başlayıp fiziksel, sosyal, kültürel, bağlamsal ilişkilerle yörenin dilini kullanıp, binayı şehirsel eyvan olarak gerçekleştiren ve iki cadde arasında akışkanlıklar, geçirgenlikler sağlayan Milli Reasürans Kompleksi hemen aklıma gelenler. Elbette ki sayabileceklerimiz bunlarla da sınırlı değil, daha birçok mimarın nice eseri var.  Bu farklı duruşların ortaya çıkışında kişisel faktörler, ekonomik koşullar kadar yarışmaların da etkili olduğunu düşünüyorum.

Mimarlık dünyası kendi içinde üsluba, inşaya dair tartışmalarını sürdürürken diğer yanda hayat bu tartışmalardan habersizce, neredeyse hiç faydalanamadan aktı. Çok sayıda mimarlık okulunun, ulaşabildiğimiz çok sayıda yayının, mimarların ortak ya da ayrışan tutumları, yeni ifade arayışları, araştırmalar ve sahip olduğumuz teknolojik olanakların ülkenin yapı stoğunda ve genel çehresinde çok olumlu bir etki yarattığını söyleyemiyoruz. 1927 yılında Türkiye’de nüfusun % 76’sı kırsal alanda yaşıyordu, bu oran 1950 yılına kadar fazla değişmedi. Bu tarihten sonra kırdan kente doğru yoğun göç kırda yaşayan nüfusun toplam içindeki oranının sürekli aşağı düşmesine sebep oldu. Tarım topraklarının bölünmesi, maliyetler nedeniyle tarımın zorlaşması, işsizlik, sosyal problemler, eğitim, sağlık hizmetlerindeki yetersizlik kentlerin çekiciliğini arttırdı. Bu oran 2022 yılında belirlenen rakamlara göre % 5,878 düzeyinde. Yüksek sayıdaki nüfusun kentlere gelişi ile beraber büyük kısmını konut alanlarının oluşturacağı yaşam çevreleri için ne zaman ne de para ayrılmadı. Üzerinde düşünülmüş, kentlerin dokusunu oluşturacak üzerinde uzlaşılmış imar planlarını, normları ve mekanları üretilemedi. Şehre gelenler devletin bir kentin kurulmasında en önemli kaynak olan hazine arsalarına konut yapılmasına göz yumarak sağladığı destek ile ve kendi olanaklarıyla kırsal alandaki alışkanlıklarını sürdürerek yaşam çevrelerini, gecekonduları oluşturdular. Böylece cumhuriyetin ideallerinden biri olarak kabul ettiğimiz modernizm, onun en belirgin unsurları olan akıl, bilim, iyilik ve güzellik hali biz var olduğunu zannetsek de önemini kaybetmiş oldu. Ne yazık ki planlı ve çağdaş yaşam alanları üretmekte son derece sınırlı bir deneyimimiz oldu. Ataköy ilk etapları veya Levent yerleşkeleri gibi başarılı uygulamaların devamı getirilemedi. Bu sınırlı modern mirası bile korumakta zorlandığımızı görüyoruz. Son yıllarda afetler yani orman yangınları, seller, depremler sebebiyle yaşadığımız ve iklim değişikliği sebebiyle de yaşayacağımız felaketler modernizmin yolundan çoktan ayrıldığımızın kanıtlarıdır. Yaşam çevrelerinin mimarlık ve mühendislik eliyle tasarlanması gerekirken, Cumhuriyet’in ilk yüzyılına hakim olan manzarayı kendi dinamiklerine bırakılmış ekonomik ve sosyal koşullar yarattı. Eskisiyle yenisiyle kaybedilen kültürel miras da eklenince, özellikle Cumhuriyet dönemi mimarlığına ait belli başlı yapıların da yıkımı ile, sanki hiç yaşanmamış ya da yarım yamalak var olmuş bir dönem ortaya çıktı. Yıkılan İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi ve yıkılma kararı alınan Boğaziçi Üniversitesi Abdullah Kuran Merkez Kütüphanesi hemen sayabileceğim örnekler maalesef.

Bu icerik 1707 defa görüntülenmiştir.