377
MAYIS-HAZİRAN 2014
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: 2014 ULUSAL MİMARLIK ÖDÜLLERİ

YAYINLAR



KÜNYE
MİMARLIK TARİHİ

Gerçekle Mit Arasında Mimar Sinan: Sinan Üzerine Bir Yeniden Okuma Denemesi

Ömer İskender Tuluk, Doç. Dr., KTÜ, Mimarlık Bölümü

Popüler “olağanüstü” Sinan tahayyülünün gölgesinde geliştirilmeye çalışılan Mimar Sinan historiyografisi, zengin bir literatür birikimine sahip olsa da hâlâ karanlık alanlarla dolu. Mimar Sinan algısının akademik / popüler kültür ayrımı yapılamayacak kadar karmaşık yapısına rağmen yazar, konu ile ilgili hikâyeleri yeniden yorumlayarak Sinan bağlamında Osmanlı zihniyet dünyasının anlaşılmasına katkıda bulunuyor.

Çağdaş Osmanlı mimarlık tarihi yazın birikiminde, Mimar Sinan metinlerinin diğer alanlara göre açık ara sayısal üstünlüğü aşikârdır. Üzerinde bu kadar kalem oynatılmış bir başka mimarlık tarihi yazım alanı var mıdır bilinmez ama bu inanılmaz birikimin, üzerinde önemle düşünülmesi ve doğru okunması gereken bir anlamı olmalıdır. 1988 yılında, ölümünün 400. yıldönümü çerçevesinde bir dizi etkinliğin parçası olarak hazırlanan Sinan bibliyografyası,(1) o yıllara gelinceye kadar dahi bu alana konu edilmiş bine yakın metnin varlığını açıkça ortaya koyar. Aradan geçen 25 yılda bu furyanın aynı ivmeyle yazmaya devam ettiği kabul edilirse, böylesine bir birikimin (ilk bakışta heyecan verici biçimde) Mimar Sinan bilgimizin kör noktalarının aydınlatılması bağlamında pek çok bilinmeze önemli açılımlar getirmiş olabileceğini düşünmek, ne yazık ki yanıltıcı olur. Onca metne karşın hâlâ Sinan’ın yaşamı, zihin dünyası, yapı üretkenliğinin insani ayrıntıları ve benzeri konularda derinlemesine bilgiye sahip olduğumuz, yaşamsal ve mesleki hikâyesinin insancıl boyutunun netleştiği bir alan ne yazık ki yok gibi. Bu konuda karanlıkta kalmaya mahkûm, ebedî kara deliklerin var olduğu gerçeği bir kenara bırakılsa dahi, büyük resmin hâlâ neredeyse tümüyle gri, hatta karanlık alanlarla dolu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Diğer yandan bu alandaki literatür birikimine bilimsel çevre dışında ilgili ilgisiz pek çok başka kalemin de o veya bu nedenle “kayıt dışı” katkı vermesi bu ciddi sayısal birikimin, kısmen kuru bir ilginin, bir başka deyişle bilimsellik bağlamında kısır bir yazın üretkenliğinin ürünü olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Şaşırtıcı biçimde geniş bir yayın türü zenginliği içerisinde, eski tabirle Sinan “ihtifalleri” vesilesiyle kaleme alınmış pek çok “kutsayıcı” metin, muhafazakâr ya da devrimci hemen her kesim için yegâne uzlaşı alanı olarak kendisini gösterir. Mimarlık alanında Türkiye’ye özgü siyasi manevra alanlarının belki de en önemli ve spekülatif figürlerinden olan çağdaş cami mimarisindeki kutuplaşma,(2) Mimar Sinan söyleminde neredeyse hiç görülmez. Aksine Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren paylaşılamayan, efsaneler ve hikâyelerle her defasında elbirliğiyle tekrar tekrar üretilen, tabiri yerindeyse iki ucundan çekiştirdikçe sünen, sündükçe olduğundan farklı görünen bir Mimar Sinan algısına bürünmüştür. Öyle anlaşılıyor ki, kayıtlı ya da kayıtsız, ancak her halükarda göz kamaştırıcı denebilecek zengin Mimar Sinan literatürünün bir o kadar da sevimsiz ve düş kırıklığı yaratan iki boyutlu bir anlamı var. Gelinen noktada, tabiri yerindeyse dağın fare doğurduğu, dahası ve kötüsünün ise prematüre olduğu iddia edilebilir.

Binli rakamları çoktan aşan bu geniş literatür içerisinde, Sinan’ı olağan düşünce alışkanlıklarının dışına taşıyan göreceli sınırlı sayıda metin ise bu yekun içerisinde eriyip gitmiştir. Bu anlamda Haldun Ertekin’in 1981 yılında Sinan Haftası vesilesiyle dile getirdiği “Büyük Sinan mı, Mimar Sinan mı?” sorusu(3) pozitivist Sinan kurgusunda ilk gediği açmıştır.(4) Ertekin, artık Sinan’ın büyüklüğüne ilişkin yapılan vurguların ötesine geçilmesini, kimliği hakkında gizem dolu şeylerin ötesinde başka şeylerin de söylenmesi gerektiğini cılız bir tonla da olsa seslendirebilmiştir. Ancak bu konuda “Sinan muhafazakârları”nı en fazla rahatsız eden eleştiri metni ve söylemleri Tanyeli’den gelmiştir. Erzen’in 1996 yılında basılan Sinan’la ilgili kitabına(5) yazdığı önsözle başlayan pozitivist Sinan tahayyülüne getirdiği eleştirinin dozajını, 2007 yılında yayımladığı kitabında(6) daha da artırmış; bu kitaba ilişkin bir söyleşiden(7) çekilip başlığa yerleştirilen “Mimar Sinan muhayyel biri!” ifadesi ise Sinan muhafazakârlarını çileden çıkarmıştır.(8)

Bugün gelinen noktada mimarlık tarihçilerinin önünde, bin küsurlarla ifade edilen yığınla Mimar Sinan metni, birkaç ciddi sivri uçlu eleştiri yazısı ve herhangi bir polemiğe girmeden, sessiz sedasız uzaktan izlemeyi tercih eden, ancak bu alandaki tartışmaları da ciddiye alan, henüz üzerinde yeterince konuşulmamış sağlam birkaç önemli çalışma(9) durmaktadır. Hal böyleyken, Sinan’la ilgili bir çerçeve metnin olağan genel içeriği sözkonusu olsa dahi, bir şeyler yazıp çizmek bugün gelinen noktada artık o kadar da kolay değil. Ve tam anlamıyla mayınlı tarlada ya parmak ucunda yürüyerek kısa yoldan karşıya geçmeyi, bir başka deyişle suya sabuna dokunmamayı, ya da sağa sola sekmeden, gerekirse parmaklarından olmayı göze almayı gerektirmektedir. Bu metin, meşru Sinan hikâyeleri üzerinden bir yeniden okuma yapmayı, gerektiği durumlarda ise olası mayınlara kasten dokunarak, her şeye rağmen kendi çapında bir zemin temizliğine girişmeyi hedeflemektedir.

SİNAN’IN HİKÂYESİ

Toplumsal tarihin “sıradan”lardan azade olağanüstü olaylar, kişiler ve mekânlar üzerinden destanlaştırılarak anlatıldığı, örneğin maden sanatı tarihinin, taşradan azade mutlak merkezinin payitaht ve dolayısıyla Osmanlı sarayı olduğu ve her tür sanatsal etkinliğin saray için üretildiği zengin bir koleksiyondan elde edilen bilgiler üzerinden yazıldığı(10) bir ortamda, sokaktaki okumaz / yazmaz sıradan vatandaşa varıncaya kadar hemen herkesin heyecan ve gururla, gözleri dola dola anlatacağı bir “Mimar Sinan menkıbesi” olması şaşırtıcı olmasa gerek. Bu aşırı duygusal davranış biçimi bize özgü müdür bilinmez ama öyle anlaşılıyor ki bu toplumun sıradan ya da olağanüstü herhangi bir olaya ilgisini çekmenin en sağlam yolu popüler motiflerle, yani gerekirse olayı asli durumundan uzaklaştırıcı hikâye ve efsanelerle süsleyip gizemli hale getirmekten geçiyor. Böyle bir toplum, örneğin Sinan’ın kültür tarihimizdeki yerini asla merak etmez, ilgilenmez de. Ama Mihrimah’ın gönlündeki yerini ballandıra ballandıra anlatan egzotik kurmaca hikâyeleri can kulağıyla dinler ve inanır.

Hikâye bu ya, 1990’lı yıllarda İstanbul Şehzade Camisi’nin restorasyonunu yapan inşaat mühendisi bir firma yetkilisi, bir kemerin nasıl onarılacağını kara kara düşünürken söktükleri kilit taşının içinde cam bir şişe bulurlar. Mimar Sinan’dan mesaj (!) vardır:

“Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.”(11)

Mektubun devamında sözüm ona taşların nereden getirildiği ve kemerin nasıl inşa edileceği ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Sorgusuz sualsiz inanmaya dünden hazır kitle, olayın doğruluğunu sorgulamak bir yana mektubun varlığı konusunda şüphe duymaz, hatta olayı televizyonda anlattığı söylenen mühendisin mektubu niçin göstermediğini bile düşünmez. O güne dek duyduğu başka Mimar Sinan menkıbeleri, bu olay konusunda kafasında en ufak bir soru işaretinin oluşmasına dahi izin vermez. Ancak işin daha vahim tarafı meslek disiplininden zevatın da çoğu zaman benzer duruma düşmeleridir. Olağanüstü Mimar Sinan tahayyülü, mimarlık meslek disiplininin olağan durumlarında dahi meslektaşları şüpheye düşürür. Örneğin, basit yığma bir kemerin sökülüp yeniden inşa edilememesinin nasıl bir bilgi ve beceri fukaralığı olduğunu aklına getirmez, durumu olağanlaştırır ve doğrudan Sinan’ın insanüstü beceri ve öngörülerine bağlar. Oysa sözkonusu olayın baş aktörleri inşaat firmasının ve mühendisin ismi ortalarda olmadığı gibi olağanüstü popüler böylesine bir televizyon haberinin izine dahi ulaşılamaz. Gerçek olması durumunda önemli bilimsel açılımları beraberinde getirecek böylesine bir keşfe, ilgili bilimsel çevre de ilgisizdir; mektup hiçbir yerde yayınlanmaz, yorumlanmaz ve kim olduğu dahi bilinmeyen o mühendis dışında kimse de görmemiştir. Son olarak, bu acemice, ancak işe yarar hikâyeye kendisini fazlaca

kaptıran bir kısım zevat da bundan toplum adına bir ders çıkarmayı ihmal etmez.(12) Hikâye, efsaneleşme yolunda artık dolaşıma girmiştir. Kapıdan itilen hikâye bacadan girmeye hazırdır.

Hal böyleyken Mimar Sinan bilgimizin metinsel kaynakları bağlamında hikâyelerin, efsanelerin bir değeri olabilir mi?(13) Olsa olsa sosyal deşifrasyon, toplumsal analiz bağlamında sosyolojik bir veri sağlayabilecek 21. yüzyıl Sinan hikâyeleri bir kenarda tutulursa, Sâî Mustafa Çelebi’nin Tezkiret-ül Bünyân’ında geçen hikâyelerin değeri tartışmasızdır. Her şeyden önce Sinan hayattayken kendi ağzından kaleme alındıkları kabul edilir. Aksi ihtimalde dahi her birinin 16. yüzyıl metni olması, dönemin zihniyet dünyasının aydınlatılması bağlamında onları benzersiz kaynaklar yapar. Öte yandan sözkonusu hikâyeler, dönemin sosyal, siyasal, toplumsal tarihiyle ilişkilendirilebildikleri ölçüde anlamlıdırlar. Örneğin, dönemin bürokratik yapısını, devşirme sisteminin işleyiş biçimini, askeri tarihini bilmeden, dönemin belli başlı diğer aktörleri hakkında bilgi sahibi olmadan Mimar Sinan hikâyelerine anlam yüklemek olanaksızdır. Bu metnin de bu metodolojik çerçevede kurgulandığı söylenebilir.

Tezkiret-ül Bünyân’da, ilk bakışta anlamsız bir bütün oluşturduğu izlenimi veren altı imar faaliyetinin kimi ayrıntılarının “anı” kıvamında anlatıldığı dikkat çekicidir. Bunlardan üçü, olağan düşünce kalıpları bağlamında Sinan’ın meslek disiplinindeki kırılma noktalarını sembolize eden Şehzade, Süleymaniye, Selimiye üçlemesidir. Hemen her modern Mimar Sinan metninde ıskalamadan bahsedilen, sanılanın aksine kendi ağzından hiçbir özgün metinde doğrudan zikredilmeyen “çıraklık, kalfalık, ustalık” metaforunun kaynağı Evliya Çelebi’dir. Seyahatnamesinde verdiği bilgiye göre, babası “ser-i zergerân-ı dergâh-ı âlî” yani sarayın kuyumcubaşısı Dervîş Mehemmed Zıllî bizzat Mimar Sinan’dan duyarak kendisine, o güne kadar pek çok bina inşa ettiğini, ancak Şehzade Camisi’nde “halife”liğini, Süleymaniye Camisi’nde “üstad”lığını tamamladığını, bütün kudretini ise Selimiye Camisi’nde ortaya koyduğunu aktarmıştır.(14) Evliya’nın, zaman zaman efsaneler ve abartılı ifadelerle harmanlanmış metinsel üslubu akıldan çıkarılmamak kaydıyla, babasının konumu itibariyle Sinan’la kurabileceği olası ilişkiyi dikkate alıp, burada anakronik bir durumdan şüphe duymak yersizdir. Babasının hikâyeyi dinleyişi ile Evliya’ya anlatışı arasında olasılıkla yaklaşık 40 yıl geçmiş olsa da, aracısız, doğrudan aktarıldığı kabul edilebilecek bu bilgi dikkate almaya değerdir. Burada, özgün metinde geçen “halife” ve “üstad” ile modern metinlerde geçen “çırak” ve “kalfa” ifadeleri etimolojik olarak eşleştirildikleri kelimelerle eş anlamlar ifade etmemelerine karşın, mesleki deneyim bağlamında hiyerarşik bir pozisyona vurgu yaparlar.(15)

Sözkonusu yapıların Sinan’ın meslek kariyerinin kırılma noktaları olduğuna ilişkin bu durumu destekleyici başka ifadelere risalelerde de rastlamak olasıdır. Örneğin, Tuhfetü’l-Mi‛mārīn’de “Sultan Süleyman Hān tâbe-serâhu Hazretlerinün -‛imāret-i şeriflerine nümūne olan Şehzāde Sultān Mehmed navvera’llāhu markādahūnun cāmi‛-i şerīfin”(16) ifadesi Şehzade’yi Süleymaniye’nin öncülü olarak zikreder. Sinan, ömrünün sonuna doğru inşa ettiği Selimiye’nin tüm mesleki birikiminin ürünü olduğunu ise Dayezâde Mustafa Efendi’nin Selimiye Risâlesi’nde “Mimarnâme”den alıntıladığını söylediği pasajda,(17) “Bunca zamandır gönlümün derinliklerine işlediğim bütün sanatları, bu cami-i şerifte ve ömrümün son demlerinde icra ettim.” sözleriyle belirtmiştir.

Tezkirede bahsi geçen diğer üç imar faaliyetinin ortak niteliği ise su yapısı olmalarıdır. Bunlar arasında, “Kırkçeşme su yolları ve su kemerleri”nin İstanbul’un o yıllarda su sorununa önemli çözümler getirmiş olması, “Büyükçekmece Köprüsü”nün ise, Osmanlı’nın genişleme

stratejisinin önemli güzergâhlarından olan Avrupa’ya ulaşım hattı üzerinde ordunun geçebileceği kritik bir geçiş noktasında konumlanması bu yapıları hem mimari hem de stratejik olarak önemli, dolayısıyla Sinan’ın risalesinde yer almalarını anlaşılabilir kılar.(18) Kanuni’nin kızına ait olması dışında bu bağlamda hiçbir önem atfedilemeyecek “Mihrimah Sultan Bahçesi su kuyusu ve su dolabı” inşasının ise diğerleri yanında eğreti kaldığını belirtmek yanlış olmaz. Öyle anlaşılıyor ki Sinan, meslek kariyeri açısından göreceli olarak pek de önemli olmayan bu işi risalesine, bu vesileyle Kanuni’yle kurduğu ilginç diyalog nedeniyle almıştır. Bir başka deyişle Sinan’ın burada anlatacak hikâyesi vardır. Öte yandan Şehzade ve Selimiye Camileri ile Büyükçekmece Köprüsü dışında diğer üç yapıdan bahseden hikâyeler de benzer diyaloglarla doludur ve Osmanlı zihniyet dünyasının anlaşılması bağlamında önemli ipuçları barındırırlar. Örneğin, “Kırkçeşme su yolları ve su kemerleri”nin inşasına ilişkin hikâye tam anlamıyla Sinan’ın Osmanlı bürokratik hiyerarşideki konumunun anlaşılması bağlamında önemlidir. Bu bürokratik sistem içerisinde resmî belgelere asla yansımayacak, resmî ilişki ağının gerisinde kalan insani derinlik açıkça hissedilir. Sinan’ın, Kanuni’nin tevazu gösterip kendisiyle ilgili konuyu görüşme lütfunda bulunduğunu ima etmesi,(19) Osmanlı kul sistemi(20) içerisinde mimarbaşı-Sultan ilişkisi bağlamında Sinan’ın konumunu ve algılama biçimini ortaya koyar. Sinan’ın sorgulanmasına kadar gidecek, mevcut su yollarının onarımının gereksizliğine, sadece mimarın sözüne inanılıp bu işe hazineden para ayrılmasına ve ayrılan miktarın fazlalığının dedikodu malzemesi yapıldığına ilişkin ifadeler dönemin bürokratik çekişme ve hizip ortamına ışık tutar. Daha ilginci ise, bu durumun Osmanlı sultanı üzerindeki çarpıcı etkisidir. Sinan, neredeyse her asılsız dedikoduda bizzat Kanuni tarafından tekrar tekrar sorgulanır, ancak haklılığı anlaşıldıkça da “akranları arasında yüceltilip” ödüllendirilir. Benzer sahne Süleymaniye Camisi ve Mihrimah Sultan Bahçesi su dolabı inşasında da yaşanır. Daha önce de olasılıkla muhatap olduğu böyle bir durumdan, Kanuni’nin gazabına uğramadan nasıl sıyrılabildiğini Mihrimah Sultan Bahçesi mevzuunda gösterir: Sinan, Kanuni’nin işaret ettiği yerin bir su dolabı için uygun olmadığını anlar. Ancak bunu Kanuni’ye, müthiş bir kıvraklıkla, çok iyi düşündüklerini ancak dolabın iyisinin yüksek yerde olanının makbul(21) olduğunu söyler.

Hâlbuki işaret edilen yerde inşasının “makbul”den öte işe yaramayacağı açıktır. Kanuni bozulmuştur ancak durumu kabullenir. Fakat padişahlık gururunu da yenemez ve Sinan’ı uyarır: “Eger bu mahallde su çıkmaz ise mi‛mār ile söyleşevüz!”(22) Sosyal onur, statü ve mertebelerin mutlak egemen bir hükümdar tarafından belirlendiği Osmanlı patrimonyal sistemi(23) içerisinde “takdir” yanında “tehdit” de bir motivasyon aracı olarak burada devreye sokulmuştur.

Buna ilişkin belki de en ilginç diyalog Süleymaniye’nin inşa sürecinde yaşanır. Kanuni’nin Edirne’ye gidişini fırsat bilen bazı bürokratlar, Sinan üzerinde kendi işlerini yaptırmak için baskı kurarlar. Dedikodu kazanı burada da kaynar. Sinan’ın Süleymaniye’yle değil başka işlerle uğraştığı Kanuni’ye kısa zamanda ulaştırılır. Kanuni soluğu Sinan’ın yanında alır ve şu tehdidi savurur: “Ceddüm Sultān Mehemmed Hān mi‛mārı sana nümūne yitmez mi? […] Bana bu binā ne zamanda tamām olur, tīz haber ver! Yoksa sen bilürsün.”(24) Öyle anlaşılıyor ki Kanuni, atası Fatih’in, kendi camisinin sütunlarını izinsiz kestirmesi üzerine mimarı Atik Sinan’ı cezalandırdığına ilişkin hikâyeden haberdardır. Sadece Kanuni değil, tüm devlet erkânı ve halkla birlikte Sinan’ın da bu efsaneleşmiş hikâyeyi bildiği şüphesizdir. Nitekim Süleymaniye için İstanbul’da Kıztaşı denilen mevkiden getirtilen yekpare sütunun fazlalığını Kanuni’ye danışarak, onun izniyle kestirmesinde doğrudan bu hikâyenin etkili olduğu dahi rahatlıkla söylenebilir. Tarihin bir ders verme ve ders alma aracı, dolayısıyla bir motivasyon unsuru olarak hem “hükmü veren” hem de “hükmü alan” bağlamında son derece etkili olduğu açıktır.

Bürokratik motivasyonun öteki ayağını oluşturan “takdir”, Tezkiret-ül Bünyân hikâyelerinde sık sık yer bulur. Ancak burada dikkat çekici olan, akranları arasında yüceltme ve hediye ile sonuçlanan “takdir” etme halinin çoğu zaman bir “badire”nin ardından gerçekleşmesi durumudur. Meslek kariyerinin önemli köşe taşlarından olmasına ve inşa edildiği yıllarda İstanbul’un kent silueti içerisinde gözardı edilemeyecek bir mimari görkeme sahip olmasına karşın, Sinan’ın birkaç cümleyle geçiştirdiği Şehzade Camisi mevzuunda anlatmaya değer herhangi bir diyalog yaşamadığı gibi, bir ödüllendirmeden de söz edilmez. Kanuni, kaybettiği, çok sevdiği şehzadesinin acısıyla bu camiye ilgisiz kalmış olmalıdır.(25) Süleymaniye’nin inşasına ilişkin hikâyelerde sık sık kendisini hissettiren, kendi ismini taşıyacak olan camisine ilişkin heyecan yüklü müdahaleler ve dolayısıyla mimarbaşı Sinan’la kurduğu diyaloglar Şehzade’de yoktur. Benzer durum II. Selim’in camisinde de hissedilir. Sinan, ilginç bir biçimde tüm mesleki birikiminin ürünü olduğunu söylediği bu camiyle ilgili tezkiresinde neredeyse hiçbir şey anlatmaz. Selim’le kayda değer hiçbir diyaloga girmemiş, ne “tehdit” görmüş, ne de “takdir” edilmiştir. Bahis, neredeyse Ayasofya’nın kubbe boyutlarıyla bir karşılaştırmadan ibarettir. Zaten II. Selim de camisinin son halini görememiş, açılışını yapamadan ölüp gitmiştir. Büyükçekmece Köprüsü’nde durum daha farklıdır. Kanuni’nin fermanıyla projelendirilip yapımına başlanan köprü, henüz bitmeden sultanın takdirini kazanmış, Sinan’a “âferîn” getirmiştir. Seferdeyken ölen Kanuni bitişini görememiş, bu görkemli ve stratejik yapı oğlu Selim’in cülus ve kendisinin cenaze merasimleri arasında kaynayıp gitmiştir. Oysa “Kırkçeşme su yolları ve su kemerleri” inşasında yeterli suyun olup olmadığı, maliyeti ve kalitesi hakkında çıkarılan dedikodulara kulak veren Kanuni, her defasında Sinan’ı önce hışımla sorgulamış, iddiaların asılsız olduğunu anladıktan sonra da başarısını üç kez “elbise” ile ödüllendirmiştir.(26) Süleymaniye’nin inşasında durum çok daha ciddidir. Kanuni, ceddi Fatih’in mimarı Atik Sinan’a yaptıkları üzerinden, yani ölümle tehdit ederek önce Sinan’a gözdağı vermiş, taahhüt ettiği zamanda tamamlayınca da hem caminin açılış onuru hem de “sınırsız iltifat ve armağanlar”(27) ile “takdir” etmiştir. Sinan artık aynı zamanda “pīr-i ‛azīz”dir de. Mihrimah Sultan Bahçesi su dolabı inşasında da dedikoduların aksine “toprağın altındaki suyun varlığını bilmesi” nedeniyle “evliya” olarak nitelendirilmiştir.(28) Sinan öylesine onurlanmıştır ki tezkiresinin Süleymaniye ile ilgili bölümünde şöyle dua eder: “Hakk ta‛ālā anun evlād u etbā‛ınun dünya vü āhiretin ma‛mūr eyleyüp ka’im-makām-ı Süleymān olan Sultān Murād Hānı mu‛ammer eyleye.” (29)

Zengin hikâye içeriğiyle başta Tezkiret-ül Bünyân olmak üzere diğer Mimar Sinan yazmaları, Osmanlı mimarlık tarihinde bir mimarlık aktörüne atfedilmiş yegâne biyografi değildir. Cafer Efendi’nin Sedefkâr Mehmed Ağa için kaleme aldığı Risâle-i Mi’Mâriyye’si Sinan’ınkilere öykündüğü savlanabilecek bir başka önemli yazmadır. Cafer Efendi, bu risalenin yazılma gerekçesinden bahsederken Sinan dışında başkalarını da kastederek, daha önce “ba’zı mi’mâr ağalara birer menâkıbnâme” kaleme alındığından da söz eder.(30)

Gelinen bu noktada, yüzyılı aşkın bir geçmişle artık kendi içerisinde bireysel bir tarihi de yaratan,(31) 19. yüzyıl mirası “olağanüstü Mimar Sinan tahayyülü”nün kodlarının çözümü bağlamında aklı kurcalayan şu soru önemli gibi gözüküyor: Acaba Mimar Sinan yazmaları olmasaydı Sinan’ın bugünkü toplumsal hafızadaki yeri nasıl değişirdi? İçerisindeki kabarık yapılar listesi olmadan da bu yazmalar Sinan’ın olağanüstü algısını inşa etmeye yeter miydi? Sinan haftası vesilesiyle kaleme alınan onlarca kutsayıcı metin yazılıp, bu özel günlerde yine anılır olur muydu? Belkide asıl soru şu: Sinan’ın ardıllarından Mehmed Ağa’nın Risâle-i Mi’Mâriyye’sinin toplumun kolektif belleğinde yer tutmaması, benzer bir yapılar listesinin var olmamasına bağlanabilir mi? Erken Cumhuriyet aktörlerinin “Türk Mikelanj”(32) olarak Sinan’ı değil de, Sedefkâr Mehmed Ağa’yı toplumun önüne koyma olasılığı ne kadar gerçekçi olabilirdi ve hangi şartlara bağlıydı? Doğrusu sorgulamaya değer.

NOTLAR

1. Topaloğlu, Abdullah, Çelik, Kasım, Ören, M. Zeki, 1988, Mimar Sinan ve Yapılarıyla İlgili Eserler Bibliyografyası, (der.) Ekmeleddin İhsanoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara.

2. Bu kutuplaşma o denli derindir ki, 2012 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı ile MSGSÜ’nün birlikte düzenlediği Cami Sempozyumu’nda konu, bazı küçük gruplarca mimari bağlamından çıkartılıp Türkçe ezan meselesine kaydırılmaya çalışılmıştır.

3. Ertekin, Haldun, 1981, “Sinan Haftasının Düşündürdükleri: Büyük Sinan mı, Mimar Sinan mı?”, Mimarlık, sayı:168, ss.8-9.

4. Ertekin, “1980 eşiğinin başka pek çok şeyde olduğu gibi tarihin pozitivist açıklamasında ve kaçınılmaz olarak da pozitivist Sinan kurgusunda gedikler açtığını” söylemektedir; bkz. Ertekin, 1981. Bunun için bkz. Tanyeli, Uğur, 1996, “Bu Kitap için Bir Konum Saptama Denemesi ya da Mitos Kurmaktan Mitos Çözümlemeye Sinan Historiyografisi”, içinde Erzen, Jale Nejdet, 1996, Mimar Sinan Estetik Bir Analiz, Şevki Vanlı Mimarlık Yayınları, İstanbul; Tanyeli, Uğur, 2005, “Klasik Osmanlı Dünyasında Değişim, Yenilik ve Eskilik Üretimi: Bir Grup Sinan Türbesi Üzerinden Okuma”, Afife Batur’a Armağan: Mimarlık ve Sanat Tarihi Yazıları, (Der.) Aygül Ağır, Deniz Mazlum, Gül Cephanecigil, Literatür, İstanbul, ss.25-35 ve Tanyeli, Uğur, 2007, “Türkiye’de Mimar Bireyin Sahte Tarihi ve Sinan”, Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000, Garanti Galeri, İstanbul, ss.35-39. Bu arada Günkut Akın’ın pozitivist tarih kurgusuna Tanyeli’den üç yıl önce, 1993 yılında “Osmanlı mimarlık tarihini okurken niye üşüyoruz?” sorusuyla getirdiği eleştiri metni son derece önemlidir. Bunun için bkz. Akın, Günkut, 1993, “Mimarlık Tarihinde Pozitivizmi Aşma Sorunu ve Osmanlı Merkezi Mekân İkonolojisi Bağlamında Edirne Selimiye Camisi’ndeki Müezzin Mahfili”, Türk Kültüründe Sanat ve Mimari ,(Der.) Mehmet Saçlıoğlu, Gülsün Tanyeli, 21. Yüzyıl Eğitim ve Kültür Vakfı, İstanbul, ss.1-39.

5. Erzen, 1996.

6. Tanyeli, 2007.

7. Yasemin Bay’ın Uğur Tanyeli’yle gerçekleştirdiği, 1 Ağustos 2007 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan söyleşi.

8. Buna ilişkin birkaç hararetli tartışma metni: Emre, Akif, 2007, “Bir Mitoloji Olarak Mimar Sinan”, Yeni Şafak, 2 Ağustos 2007; Morkoç, Selen, 2007, “Muhafazakârlık Sorunu ve Sinan Meselesi”, www.arkitera.com [Erişim: 16.04.2014]; Tanyeli, Uğur, 2007, “Sinan Üzerine Saçmasapan”, www.arkitera.com [Erişim: 16.04.2014]; Ayvazoğlu, Beşir, 2007, “Sanat Tarihçileri ‘Osmanlıca’ Bilmeli mi?”, Zaman, 11 Ekim 2007.

9. Bu çalışmalar: Necipoğlu, Gülru, 2005, The Age of Sinan: Architectural Culture in the Ottoman Empire, Reaktion Books, Londra; Mülayim, Selçuk, 2001, Ters Lâle-Osmanlı Mimarisinde Sinan Çağı ve Süleymaniye, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul; Mülayim, Selçuk, 2010, Sinan bin Abdülmennan, İsam Yayınları, İstanbul; Yerasimos, Stefanos, 2002, Süleymaniye, YKY, İstanbul; Kuban, Doğan, 1997, “Sinan’ın Sanatı ve Selimiye”; Kuban, Doğan, 2007, Osmanlı Mimarisi, YEM Yayınları, İstanbul (Kitabının Sinan ve dönemine ilişkin bölümü). Ancak üzerinde bolca konuşulan ve pozitivist tahayyül eleştirisi bağlamında kışkırtıcı sağlam metinler olarak değerlendirilen Kuban ile Sinan üzerine genelgeçer kabulleri sorgulayan Necipoğlu’nun çalışmalarını ayrıca zikretmek gerekir.

10. Tuluk, Hasan, 2008, “Çorum’da Bakırcılık Sanatının Gizli Kalmış Tarihi Üzerine Birkaç Not”, Uluslararası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Çorum Sempozyumu Bildiri Kitabı, cilt: III, Çorum Belediyesi Kültür Yayınları, Çorum, s.1807.

11. URL1. “Mimar Sinan'dan 400 yıl Sonrasına Mektup”, www.restoraturk.com [Erişim: 16.04.2014]

12. “Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur. Yapıtlarıyla birlikte, kişiliğine de hayran kalmamak elde değil. Umarım birçoğumuza örnek olur.” Kaynak: URL1

13. Yerasimos, tarih araştırmalarının bugüne kadar önemsemediği “efsane” türüne önem verilmesi gerektiğini söylüyor. Bunun, hem mimarlık tarihi hem de “fikirler tarihi” bağlamında özellikle önemli olduğunun altını çiziyor. Bunun için bkz. Yerasimos, Stefanos, 1995, Türk Metinlerinde Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, (çev.) Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul, ss.263-265.

14. Özgün metin: “Kırk yedi câmi‘-i selâtîn yapdım ve yüz kırk mesâcid ve otuz aded hân-ı sultân ve yüz kırk sarây-ı a‘yan ve yüz yigirmi cesûr ve yedi aded su kemerleri ve niçe bin hânedân-ı şûrefâ-yı kibâr-ı a‘yan inşâ edüp ulûm-ı hendesede çok san‘at icrâ edüp ferîd-i asr oldum. Ammâ halifeliğim İslâmbol’da Şehzâde câmi‘inde icrâ etdim. Üstâdlığım Süleymâniyye câmi‘inde tekmîl etdim. Ammâ cümle makdûrum bu Selîm Hân câmi‘inde sarf edüp yed-i tûlâmı ayân u beyân etdim.” Bunun için bkz. 1999, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, cilt: 3, YKY, İstanbul, s.248.

15. Buna ilişkin bir değerlendirme için bkz. Sönmez, Zeki, 1999, Osmanlı Mimarisinin Gelişiminde Hassa Mimarlar Ocağı’nın Yeri, Örgütlenme Biçimi ve Faaliyetleri, cilt:10, (Der.) Güler Eren, Osmanlı-Kültür ve Sanat, Ankara, s.186.

16. Crane, Howard, Akın, Esra, 2006, Sinan’s Autobiographies: Five Sixteenth-Century Texts, (Der.) Gülru Necipoğlu, Brill Publishers, Boston, s.85.

17. Bu, Dayezâde Mustafa Efendi’nin Selimiye Risâlesi’nde belirttiği “Mimarnâme”dir. Dayezâde Mustafa Efendi Solakzâde Tarihi’ni okurken, Edirne Selimiye Camisi ile Ayasofya’nın kubbe genişliğine ilişkin bir karşılaştırmanın kaynağı olarak verilen sözkonusu bu risaleye kendisinin de göz attığını belirtir ve daha geniş bir alıntıyı Selimiye Risâlesi’ne koyar. Zeki Sönmez, “Mimar Sinan merhum”a ait olduğu belirtilen “Mimarnâme”nin, bu eserden alıntılandığı söylenen pasajların tümüyle “Tezkiret-ül Bünyân”dan aktarıldığını gerekçe göstererek, yazarın “Mimarnâme” olarak tanımladığı eserin aslında “Tezkiret-ül Bünyân” olduğunu belirtir. Bunun için bkz. Sönmez, Zeki, 1988, Mimar Sinan ile İlgili Tarihi Yazmalar-Belgeler, Mimar Sinan Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s.17, ss.102-103. Ancak, kendisinin çok daha geniş biçimde alıntıladığı bölüm “Tezkiret-ül Bünyân” ve nüshalarında olmadığı gibi, bilinen diğer Mimar Sinan risalelerinde de böyle bir pasaj bulunmamaktadır. Morkoç, bunun Dayezâde Mustafa Efendi’nin eserini kaleme aldığı yıllarda halk arasında anlatılagelen hikâyeleri de metninde kullanmış olmasından kaynaklandığını düşünmektedir. Bunun için bkz. Morkoç, Selen B., 2010, A Study of Ottoman Narratives on Architecture, Academica Press, Palo Alto, ss.80-82. Öte yandan bu pasajda Sinan’ın ağzından aktarılan olayın niteliği, diyaloglar ve Sinan’ın kendisini ifade ediş biçimi, Sinan sonrası geç bir dönem metni olduğu izlenimini de açıkça göstermektedir.

18. Büyükçekmece Köprüsü’nün inşasına ilişkin önemli ayrıntıları buradan öğreniyoruz. Sözkonusu yazmada hiçbir yapı için anlatılmayan ayrıntıda bir yapısal uygulamadan burada bahsedilmiştir. Riskli bir zeminde inşa edilme zorunluluğu doğan bir köprünün özel yöntemlerle ayaklarının inşasının anlatılmış olması dikkat çekici. Diğer yapılar ise, dönemin olağan yapım teknolojisinin rutinleridir. Burada özel bir durum var. Hikâyenin anlatılma nedeni de şüphesiz ki bu özel durum.

19. Özgün metin: “Ol Süleymān-ı ins ü cān bu mūr-ı nā-tüvānla meşveret idüp sa‛ādetle buyurdılar ki…” Bunun için bkz. Crane, Akın, 2006, s.146.

20. İnalcık, Halil, 2003, “Osmanlı Tarihinde Dönemler: Devlet-Toplum-Ekonomi”, Osmanlı Uygarlığı, cilt: 1, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, ss.137-149.

21. Özgün metinde geçen ifade “a’lâ”dır.

22. Crane, Akın, 2006, s.153.

23. İnalcık, 2003, s.18.

24. Crane, Akın, 2006, s.151.

25. İnşaatın başlamasıyla birlikte peş peşe birkaç yıl kışlarını Edirne’de geçirmesinin de bu ilgisizliğin bir başka nedeni olduğu düşünülebilir. Bunun için bkz. Sakaoğlu, Necdet, 2005, Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, İstanbul, s.153.

26. “…bu hakīri hıl‛at ü in‛ām-ı kāmkārile ser-firāz idüp…” Bunun için bkz. Crane, Akın, 2006, s.147.

27. “Muhassal ol pādişāhun in‛ām u ihsanına hadd u gāye yokdur.” Bunun için bkz. Crane, Akın, 2006, s.152.

28. “Sa‛ādetlü Pādişāhum bu mi‛mār aga bendenüz hālī ādem degil. Velāyeti var gibi. Ne ‛aceb hâlet vāqi‛ oldı.” Bunun için bkz. Crane, Akın, 2006, s.153.

29. Bunun için bkz. Crane, Akın, 2006, s.152. Günümüz Türkçesi: “Yüce Allah onun evladının ve tabi olanların dünya ve ahiretlerini mamur edip, Süleyman’ın makamında bulunan Sultan Murad Han’ın ömrünü uzun kılsın.” (Not: Metni sadeleştiren KTÜ Edebiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kenan İnan’a teşekkür ediyorum.)

30. Öz, Tahsin, 1943, “Mimar Mehmet Ağa ve Risale-i Mimariye”, Arkitekt, sayı:7-8, s.181. Bahsi geçen bu menâkıbnâmelere araştırma dünyası henüz ulaşamamıştır.

31. Morkoç, Selen Bahriye, 2009, “Sinan Historiyografisine Global Bir Bakış”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, sayı:13, ss.81-92.

32. Necipoğlu, Gülru, 2007, “Creation of a National Genius: Sinan and the Historiography of ‘Classical’ Ottoman Architecture”, Muqarnas, cilt:24, Brill Publishers, Boston, s.158.

Bu icerik 16181 defa görüntülenmiştir.