336
TEMMUZ-AĞUSTOS 2007
 

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA: MİMARLIK TURİZMİ: Turizmin Nesnesi Olarak “Mimarlık”

YARIŞMA

ÖDÜL

KORUMA-YAŞATMA

MİMARLIK’tan 336



KÜNYE
DOSYA: MİMARLIK TURİZMİ: Turizmin Nesnesi Olarak “Mimarlık”

Turizmin Nesnesi Olan Mimarlığın Ekonomi Politiği

Hakkı Yırtıcı

Yrd. Doç. Dr., İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

Son on yıldır mimarlığın sadece meslek içinde değil toplum genelinde de giderek önem kazandığı, konuşulur-tartışılır olduğu bir gerçek. Mimarlık artık gündelik basının konularından biri haline geldi. Sadece mimarlar değil toplumun her kesiminden insan bu konuda bir şeyler söylüyor, mimarlık artan bir ivmeyle, deyim yerindeyse, sokaktaki insan tarafından da konuşuluyor, ilgi çekiyor. Güncel mimarlık eserleri alıştığımız üzere sadece olumsuzlukları ile değil (Gökkafes gibi) barındırdıkları yenilikler, sundukları imkânlar ve kent yaşantısını dönüştürmeleri ile gündem oluşturabiliyorlar. Örneğin, bundan iki yıl önce İstanbul’da “dünyanın ikinci, Avrupa’nın en büyük alışveriş merkezi” sloganıyla açılan Cevahir Alışveriş Merkezi ile ilgili tartışmalar sadece meslek içinde değil toplumun her kesimi tarafından uzun uzun konuşuldu, tartışıldı. Çağdaş mimarlarımızın başarıları, yurt içinde ya da dışında yaptıkları çalışmalar, artık gazetelerin sanat sayfalarında kolaylıkla yer bulabiliyor. Bu sadece yurt içinden dışarıya doğru bir etkinlik değil. Dünya çapındaki kimi mimarların da burada eserler vermesi yönünde toplumsal talepler ortaya çıkıyor; kendilerinden kentsel dönüşüm projeleri ve yeni mimari ürünleri ile burada yer almaları isteniyor. Bu hem dünyada hem de burada paralel yaşanan bir gelişme. Tanınmış, çağdaş bir mimarın ürününe sahip olmak her yerde prim yapar hale geldi. Kısacası mimarlık hiç olmadığı kadar, uluslararası düzeyde ilgi çeken bir hal almış durumda. Güncel mimarlık ürünleri sadece bulundukları yerlerde değil bütün dünyada ilgi çekebiliyor, buna bağlı olarak, alışık olduğumuz üzere sadece tarihsel büyük mimari başyapıtlar değil bu güncel gelişmeler de kültürel bir değer olarak önem kazanabiliyorlar.

Peki ama bu yeni olguya nasıl bakmalı, nasıl anlamlandırmalı? Bu durum ilk bakışta sevindirici, mimarlığın toplumsal gerçeklik içinde hak ettiği yeri bulduğunu gösteren bir gelişme gibi algılanabilir. Ancak modern dünyada her şeyin ikircikli olduğunu, her görünenin arkasında aynı zamanda onun zeminin altını kazan bir yan olduğunu unutmamalı. Burada, yukarıda tarif ettiğim bu yeni gelişmenin arkasında yatan motivasyonları, toplumsal ve iktisadi mantığı göstermeye; başka bir deyişle günümüzde bir turizm nesnesi olan mimarlık ürününün geldiği bu yeni durumunun ekonomi politiğini yapmaya çalışacağım.

Güncel mimarlığa toplumun her kesiminden gelen bu ilgi aynı zamanda yeni bir endüstri yaratmış durumda. Artık dünya turizmi içinde mimarlık ürünlerine dayalı bir hareketlilikten kolayca söz edilebilir. Turizmin paket programları içinde güncel mimarlık ürünlerinin gezilmesi rahatlıkla önemli bir yer edinebiliyor. İnsanlar ellerinde fotoğraf makineleri bu ürünleri büyük bir heves ve ilgi ile geziyorlar. Bu durumun farkında olan yerel-ulusal siyasi irade ve sermaye, kentlerini birer dünya markası haline getirmek, küresel ilgiyi çekebilmek ve sürekli gündemde kalabilmek için tanınmış mimarları kentlerine davet ediyor, onlardan mimari taleplerde bulunuyorlar.

Aslında mimari eserler, özellikle başyapıtlar, her zaman ilgi çekici olmuşlardır. Bu özellikleriyle bulundukları bölgelerin, ülkelerin turizm gelirlerinde önemli bir paya sahiptirler. Örneğin, Eiffel Kulesi ve Louvre Sarayı Paris’in ya da Ayasofya Müzesi, Süleymaniye Cami ve Topkapı Sarayı İstanbul’un turizm potansiyeli açısından önemlidirler. Ancak bunların hiçbiri tek başlarına değil, bulundukları şehrin kültürel değerlerinden oluşan örüntüsünün bir parçası olarak öne çıkarlar. Sadece tarihsel mirasın bir parçası olan mimarlık başyapıtlardan bahsetmeyelim; bugün modern mimarlığın temel taşlarından sayılan Le Corbusier’nin Villa Savoy’u, Frank Lloyd Wrigth’ın Şelale Evi ya da daha yakın tarihli bir örnek olarak Piano ve Rogers’ın Pompidou Kültür Merkezi de benzer bir ilginin odağında bulunuyorlar. Ama bugün olan ile bahsettiğim örnekler arasında büyük bir fark var. Daha önce hiçbir mimarlık ürünü üretildiği andan itibaren, hatta planlama ve üretim aşamasında küresel bir ilginin odağı olamamışlar, eskimeye fırsat bulamadan bu kadar ilgi çekmemişlerdi.

Bunun belki de en dikkat çekici örneği, 1997 yılında İspanya’nın Bask Bölgesi’nin merkezi olan Bilbao kentinde Frank Gehry tarafından yapılan Guggenheim Müzesi. Müzenin inşaatından önce görece çok da önemli bir kent olmayan Bilbao, müzenin açılışından itibaren çok kısa bir sürede sosyal, kültürel ve tabi ki turizm değeri anlamında önemli bir değişim geçirdi. Herkes tarafından konuşulmaya başlandı. İnsanlar sadece Frank Gehry’nin bu yeni eserini görmek için bile gezi planlarına Bilbao’yu dahil etmeye başladılar. Hatta bu yeni olgu, mimarlık kuramcıları tarafından tereddütsüz bir şekilde bir milat olarak görülüp, mimarlık tarihine şimdiden “Bilbao etkisi” (Bilbao effect) olarak geçmiş durumda. Aslında bu gelişmeler normal karşılanmalı. Küreselleşen, iletişim araçlarının geliştiği bir dünyada mimarlığın da küresel bir değer haline gelmesine şaşmamalı.

KÜRESEL EKONOMİNİN TÜKETİM MANTIĞI

Klasik iktisat, talebin arzı yarattığını söylese de, kapitalist ekonomik sistemde talebin yapay olarak yaratıldığı ve uyarıldığı, bu yönde güçlü bir güdülenim olduğu artık herkesçe biliniyor. Sermaye kârlılığını maksimize etmek için sürekli olarak öncelikle talebi yaratmak ve harekete geçirmek zorundadır. Bu nedenle sürekli yeni alanlar arayışı içindedir. Bu anlamda mimarlık ürününün bir turizm nesnesi olarak değer kazanması, klasik deniz, güneş ya da tarihî eserleri gezmekten oluşan turizm hareketinin dışında safari turizmi, ekolojik turizm, kongre turizmi, sağlık turizmi vb. gibi talep yaratmak amacıyla icat edilmiş ve turizmi uyaran mekanizmaya eklenmiş yeni bir halkadan başka bir şey değildir.

Bu noktada ikinci bir soru sormak lazım: Peki nasıl oldu da güncel mimarlık ürünleri sürekli yeni talepler yaratan bu mekanizma tarafından yeniden üretilebildi? Mimarlık 1970’lerin başından beri hızla medyatize olmuştur. Reel yapı üretiminin küçük bir kısmını oluşturmalarına rağmen bir grup mimar gündemin merkezine yerleştirilmiş, her biri star mimarlar olarak lanse edilmiş, her yaptıkları biraz magazin kokan sansasyonel bir tavır içinde sunulmuş, sürekli konferanstan konferansa koşarak kendi pazarlamalarını yapmış ve sonuçta birer marka haline gelmişlerdir. Bir kere, kendileri, tarzları, yaptıkları birer marka haline geldikten sonra bu yeni ürünün küresel ekonominin mantığı içinde dolaşıma çıkmasından daha doğal bir şey olamazdı. “Bilbao etkisi”, aslında doğrudan mekân ve zaman kavramlarına bağlı olan “yer”in küresel sermaye tarafından soyutlanıp, homojenleştirildiği bir dünyada artık bir sentetik nesne haline gelen mimarlık ürününün dünya ölçeğinde, sınırlar ötesi dolaşımını tarif etmektedir.

Sentetik olarak üretilmiş mekânı anlamak için küreselleşmenin mekân ve zaman üzerinde nasıl işlediğine bakılmalı. Küreselleşme sürekli tüketilebilecek yeni değerler yaratmak; bunu mekân ve zaman sınırlaması olmadan tekrar ve tekrar dolaşıma sokmak zorundadır. Mekân ve zaman, küresel sermayenin dolaşımı önünde iki temel engeldir. Geleneksel anlamıyla mekânı ve zamanı yerel bağlamda düşünürüz. Her yerin o coğrafyada bulunmaktan gelen kendine özgü mekânsal değerleri ve zamansal ritmi vardır. Küresel sermaye ise her yerde sürekli yerel koşullara tabi kalamayacağı, homojen bir yapı içinde çalışması akışkanlığını arttıracağı için, bu yerel direnci kırmak, mekân ve zaman yere ait özelliklerinden koparmak ve soyut bir düzlemde yeniden kurmak zorundadır. İletişim teknolojilerindeki muazzam gelişme, tüketime dayalı taleplerin siyasi iradelerin sınırlarını küresel sermayeye açmak yönündeki ısrarcı baskısı mekânsal sınırları muğlaklaştırır, her tür mekânsal değeri bulunduğu yerden koparıp dolaşıma sokar. Bu esnada zaman da homojenleştirilip sadece mekanik bir 24 saat üstünden yeniden kurulur. Buna bağlı olarak her şey her yerde aynı zamanda olabilir ve küresel bir tüketim ağı içinde dolaşıma çıkabilir. Böylelikle mekân sentetik olarak üretilebilmekte ve bu soyutlama içinde diğer her ürün gibi markalaşıp dolaşıma çıkabilmektedir.

Bu gelişme beraberinde mimarlığın temel kavramlarında büyük bir değişime neden olur. Mimarlığın temel nesnesi olan bina, esas olarak kullanım üzerine kuruludur. Binanın kullanımı, programı ile bir bütündür. Sentetik olarak üretilmiş mimarlık turizmi ise mimarlık ürününü kullanılan değil seyredilen bir nesne haline getirmektedir. Mimarlığın temel kavramlarından olan kullanımı paranteze alır ve onu görsel olarak tüketilen bir nesne düzeyine indirger. Binanın ne için üretildiği ve içinde ne olduğundan önce nasıl göründüğü önem kazanır. Mimarlık ürünü, turizmin paketlenmiş zevk ve eğlence servisinin bir parçasıdır bu şekliyle. Paranteze alınan bir diğer kavram ise mimarlığın yer ile olan temel ilişkisidir. Örneğin Ayasofya belirli bir coğrafyanın ve zamanın ürünü iken, yani yerel ve oraya aitken, Bilbao’daki Guggenheim Müzesi küresel ekonominin mantığı ile sentetik olarak üretilmiş bir nesnedir. Bilbao’da ya da bir ara gündemde olduğu gibi İstanbul Tepebaşı’ndaki eski Tüyap, şimdiki TRT binasının arsasında olması arasında hiçbir fark yoktur. Mimarlık ürünün sürekliliğinden de söz etmek artık mümkün değildir. Bu süreklilik hem fiziksel anlamda hem de toplumsal değer ve hafıza anlamındadır. Burada hafızanın önemi yoktur. Şimdi ve güncel olanın süreklilik ve hafıza üzerinde büyük bir baskısı vardır. Örneğin bu aralar kamu gündeminde olan Hayati Tabanlıoğlunu’nun 1969 yılında yapılan Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılarak yerine yeni bir kültür merkezi yapılması düşüncesi, küresel ekonominin görüntüleri tüketen mantığının ürünüdür. Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkılması kararını savunan Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, asıl niyetin “Bir kültür merkezini yok etmek değil, daha ihtişamlı bir projeyi ülkeye kazandırmak” olduğunu söylemektedir. Bu düşüncenin arkasında yatan niyet marka bir mimarın marka bir binasını Taksim Meydanı’nın ortasına koymak ve böylelikle İstanbul’u küresel metropol kentler arasındaki rekabette öne geçirmek ya da en azından geri kalmamasını sağlamaktır.

Mimarlık artık basit estetik ve işlevsel taleplerle çalışmamakta ve küresel sermayenin oluşturduğu talepler öncelik kazanmaktadır. Mimarlık ve mekân üretimi, tıpkı buğday, otomobil ya da turizm sektörü gibi bu ekonomik mantığa tabidir. Öncelikle mimarlığın mevcut konvansiyonel kavramlarıyla devam edemeyeceği kabul edilmeli. Bu bildiğimiz anlamda bir mimarlığın sonu anlamına gelebilir. Mimarlığın ontolojik bir değişim geçirdiği, toplumsal anlamının tümden değiştiği söylenebilir. Burada sorun bu değişimde değil. Değişimin kendisi doğal karşılanmalı. Sorun mimarlığın bu ontolojik dönüşümü anlamakta bir zafiyet içinde olması ve halen eski, bildik epistemolojisine dayanarak iş görmeye çalışmasında. Böylesine bir içgörü eksiliği, mimarları mimarlığın dışında bırakacaktır. Mimarlığın içinde bulunduğu toplumsal gerçekliğin nesnesi değil öznesi olabilmesi için bildik tüm kavramlarını dönüştüren, yerle bir eden küresel ekonomik mantık karşısında eleştirel ama dışlamayan tam tersi öncelikle anlamaya çalışan ve buna karşı kendi taktiklerini geliştirilebilecek bir anlayış geliştirilmeli.

Sonsöz: Yazının başında dediğim gibi modern dünyada her şey ikirciklidir ve her durum bir yandan kendi altını deşer. Bugün artık devasa hangarlar içinde, mekân ve zaman kavramlarını alt üst ederek, yapay bir iklimlendirme ile tropikal bir ortamın yaratıldığı, yine içlerinde yapay denizlerin olduğu, hatta kıyıya vuran dalgaların simüle edildiği paketlenmiş, sentetik turistik mekânlar yapılmaktadır. Bu durum artık tatil için muhakkak sadece o coğrafyaya gitmeyi anlamsız hale getiriyor. Marka mimarlığının artması ve tüm dünyaya yayılması ile de, nasıl bugün dünyaca ünlü herhangi marka bir giysi ya da arabaya en yakındaki alışveriş merkezinden sahip olabiliyorsak, ilerde hemen yanı başımızda bir Gehry, Eisenman ya da Hadid ürünü bir bina olacağına ve bulunduğumuz yerden kıpırdamadan bunları tüketebileceğimize emin olabiliriz. Küreselleşme her yeri aynı kılarak kendi akışkanlığını arttırırken aslında fiziksel hareketi gereksiz kılmaktadır. Bu ise, yakın bir gelecekte her türlü turistik hareketin anlamsız olacağı anlamına gelmektedir.

KAYNAKLAR

Bauman, Z. 1997,Globalization, Polity. [Bauman, Z. 1999,Küreselleşme, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.]

Harvey, D. 1985, “The Geopolitics of Capitalism”,Social Relations and Spatial Structures, Derl. D. Gregory ve J. Urry, Macmillan, Lopndra.

Harvey, D. 1990,The Condition of Postmodernism, Blackwell. [Harvey, D. 1996,Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, Metis Yayınları, İstanbul.]

Marx, K. 1979, (1859) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları.

Ockman, J. ve S. Frausto, Derl. 2005,Architourism, Prestel.

Urry, J. 1995,Consuming Places, Routledge. [Urry, J. 1999,Mekânları Tüketmek, Çev. Rahmi G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.]

Yırtıcı, H. 2005,Çağdaş Kapitalizmin Mekânsal Örgütlenmesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Resim 1, 1a, 1b, 1c. Guggenheim Müzesi, Bilbao, Frank Gehry, 1997.

Resim 2. Petronas İkiz Kuleleri, Kuala Lumpur, Cesar Pelli, 1998.

Bu icerik 1731 defa görüntülenmiştir.