422
KASIM-ARALIK 2021
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

YAYINLAR



KÜNYE
ANMA

Doğan Kuban’ın Ardından

Günkut Akın, Prof. Dr., İTÜ Mimarlık Bölümü Emekli Öğretim Üyesi

Sayısız çalışmaya imza atarak mimarlığı yazına döken ve Türkiye'nin mimarlık tarihyazımına ışık tutan Doğan Kuban’ın ardından yazar, geriye dönüp Kuban’ın aydınlattığı yola hızlı bir bakış atıyor.

 

“Aslında sanat yapıtı biçimsel erdemleriyle sanat yapıtı olur. İnsanları önce güzelliği ile kendine çeker. Sanat yapıtının topluma ve insana kazandırdığı mutlu edici duygusal doyum, yukarıda anlattığım analizleri okuyarak elde edilemez. O açıdan görsel boyutları vurgulanmamış bir mimarlık ve sanat tarihi de olamaz.”

                                                                                                           Doğan Kuban[1]


OKUMAK, DÜŞÜNMEK, YAZMAK

Sonunda o telefon çaldı. Birkaç yıldır kulağımız Anadoluhisarı’ndaki yaşlı insandan gelecek habere kilitlenmişti. Biliyorduk, ama birbirimize söylemiyorduk. Yine de ziyaretçileri vardı. Meslektaşları uğruyordu, eski öğrencileri onunla fotoğraf çektirip paylaşıyorlardı. Hoca sağ oldukça onlar da eski yıllarına dönme sevincini yaşıyorlardı. Onlar öyleydi de, Doğan Kuban objektife bakarken ne düşünüyordu? Sıkılmış denemez belki ama sanki orada değilmiş gibi görünüyordu. Bu bakışı ben ilk kez 2016’da fark ettim. Öncesini bilmiyorum. Belki de yaşlılık döneminde ortaya çıkmıştı. Muhatabının gözlerinin içine baktığında -ki hep öyle bakardı- hem uzakta hem de sanki bir şeyler söylemek ister gibiydi. Bence durdurul(a)mayan bir zihin faaliyeti idi bunun nedeni. Doğan Kuban ara vermeden düşünmeye alışmıştı. Aynı anda farklı yerlerde bulunma gibi. Gözlerden içeri girip arkadaki kıvrım kıvrım yumuşak dokuya ulaşabilsek orada sürekli bir yerden bir yerlere sıçrayan bir sürü sinyal -belki de aslında imge- görecektik. Bu faaliyet durdu. Doğan Kuban artık düşünmüyor. (Resim 1)

Bu ölüm hiç sıradan değil. Ardında büyük bir boşluk bıraktı. Doğan Kuban uzunca bir süredir kendini kültürden politikaya uzanan haftalık metinlerle sınırlasa da, onun varlığını bilmek iyi geliyordu. O yetmiş yıl yazdı, okudu, konuştu. Türkiye’de mimarlıktan yola çıkarak sistematik bir mimarlık tarihi disiplinini onun başlattığını ve çıtayı çok yukarılara yerleştirdiğini söylemek yanlış olmaz. Ayrıca bu yargı restorasyon ve kent koruma için de geçerlidir. Ancak bu yazıda sadece mimarlık tarihine katkılarından kısaca söz edilecek.

Elbette bu görkemli kariyerin ardında önce kitaplar var. Doğan Kuban amansız bir kitapseverdi. Daha geçen yıl, Taşkışla’daki Mimarlık Fakültesi Kitaplığı’na onun adının verilmesi nedeniyle, tıklım tıklım kitap dolu evinden birkaçını armağan etmesi önerildiğinde, onlardan ayrılmanın onu ne kadar zorladığını yeğeni Zeynep Kuban Tokgöz anlatmıştı.

Doğan Bey’in 1958’de başlayan İTÜ Mimarlık Tarihi ve Rölöve Kürsüsü Başkanlığı döneminde, daha önce Paolo Verzone ile başlayan kitap alım seferberliğini sürdürmesi sonucu, birçok nadir kitabı da içeren çok değerli bir kürsü kitaplığı oluşmuştu. 1944 yılında kurulan bir fakülte için olağanüstü bir olanaktı bu. Ayrıca kitap seçimi dünyadaki akademik konjonktüre paraleldi.

Özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren, İslam coğrafyası ve Asya’nın mimarlık - sanat tarihi üzerine spekülatif / oryantalist görüşler içeren yayınların dönemi kapanmıştı. Gezginlerin geçerken uğradıkları yapılar üzerine yazdıkları yüzeysel metinler önemini yitirmişti. Artık Batılı araştırmacılar daraltılmış bir alanda uzun süreler kalıyor, ayrıntılı rölövelere ve arkeolojik kazı sonuçlarına dayanan görgül (ampirik) uzmanlıklar oluşuyordu. Bir açığı kapatırcasına, nesnellik kaygısı olan mimarlık ve sanat tarihi çalışmaları kapsamlı yayınlara dönüşmeye başlamıştı. Hatta bu araştırmacılar içinde, İslam ve Asya sanatları konusunda en yoğun birikime sahip isimlerden biri olan Ernst Diez 1943’te İstanbul’a gelerek İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Seminerlerini (daha sonra ise kürsüsünü) kurmuştu.

Yine de yer yer zorlanmış genellemeler hiç yok değildi. Köken, etkilenme zinciri, gelişme ve ilerleme hipotezlerinden vazgeçilmiyordu. Yapılan işin zahmetine değmesi için büyük bir hedef olmalıydı. Ancak çoğu kez bu hipotezler, araştırmacıların uzmanlık alanındaki deneyime yaslandıkları için sağduyudan pek uzaklaşmıyordu. Çok daha sonra bunlara “büyük anlatılar” diyecek ve nesneler hakkında sadece küçük açıklamalar yapmak üzere programlanmış bir göreceliğin (rölativizm) ötesine geçmeyecektik. Hatta kimi kez metnin mimarlığa ilişkin bir nesnesi bile olmayacaktı.


20. yüzyılın ilk yarısındaki -sözü edilen- kapsamlı yayınlar, büyük ciltler halinde Doğan Kuban’ın elinin altındaydı. Hepsini ezbere bilirdi. Okurdu, seçerdi ve eleştirirdi. Ayrıca Kuban’ın ders vermek veya araştırma yapmak üzere 1960’lardan itibaren gittiği birçok ABD üniversitesinin sonsuz kitaplık olanaklarını çok yoğun olarak kullandığından ve eve sayısız kitapla döndüğünden emin olabiliriz. ABD’deki akademik ortamla tanışıklığı da onun Türkiye’de farklı bir mimarlık yazarlığı başlatmasına katkıda bulunmuş olmalı. Ne dersek diyelim, orada dünyadaki her kitaba ulaşma olanağı temel ilkedir. Kitaplıklar buna göre örgütlenmiştir.

Diğer taraftan Kuban orada kurduğu ilişkilerle Oleg Grabar’ın Suriye’de bir Emevi sarayındaki çalışmalarına kazı mimarı olarak katılmış, C. Lee Striker ile birlikte İstanbul’daki Kalenderhane Kilisesi’nin kazı ve restorasyon çalışmalarının eşbaşkanlığını yıllarca yürütmüştür.

KARŞILAŞTIRMAK

Doğan Beyi Türkiye’deki meslektaşlarından farklı kılan en önemli özelliği, ele aldığı nesneyi başka kültürlerle veya tarihsel konumlarla karşılaştırmasıdır. Karşılaştırılacak kültür çevresi konusunda hiçbir kişisel çekince yoktur. Böylece bu ülkede giderek daha da sorunlu hale gelen içe kapalılık, Kuban’ın çalışmalarında dışa açılır, arakesitler ortaya çıkar ve nesne daha geniş bir bağlam içine oturtulur. Elbette bu ufuk açıcı yaklaşım daha fazla bilgi birikimi, merak ve görgü gerektirir. Doğan Kuban meraklıydı. Türkiye’de sözünü ettiği her yapıyı görmüştü, dışardakileri de dikkatle okumuştu, henüz görmediyse zaman içinde muhakkak görecekti. Bu Türkiye’nin doğusundaki büyük bir coğrafya demektir.

Karşılaştırma kararlılığı nedeniyle Kuban’ın daha ilk akademik çalışmalarındaki hibrit konu seçimleri hiç de rastlantısal görünmüyor: “Osmanlı Barok Mimarisi Hakkında Bir Deneme” (1954) ve “Osmanlı Dini Mimarisi’nde İç Mekân Teşekkülü - Rönesans’la Bir Mukayese” (1958). Elbette o zamanki kürsü başkanı İtalyan Paolo Verzone’nin de konu seçiminde bir etkisi olabilir. Ancak Kuban’ın daha sonraki çalışmaları da göz önünde bulundurulduğunda onun da konu seçiminde başat bir katkısı olduğunu düşünmek gerekir. Dikkat çekici olan, daha sonra Osmanlı mimarlığı konusunda birincil bir yetkeye dönüşecek olan Kuban’ın bu konuya tamamen konunun dışında duran bir alandan adım atmış olmasıdır. Mekanik bir strüktürel kurguya sahip olduğu varsayılan klasik Osmanlı mimarlığına duyumsal barok üslubuyla, yani karşıtıyla buluşmasının ara kesitinden bakmak kadar, onun aslında ne olduğunu kavramaya olanak veren bir alan olabilir mi?

Rönesans ve Osmanlı merkezî mekânlı yapılarını karşılaştırma konusundaki ikinci çalışmanın araştırmaları için Kuban’ın 1954’te İtalya’ya gitmesi konu gereğidir, ama iki yıl önce tasarım asistanı Nezih Eldem’in de oraya gönderilmiş olması ile birlikte düşünülünce, İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde henüz daha sonraki ABD eğiliminin başlamadığı varsayılabilir. Eski dünya durmaktadır.

Oysa bir on yıl sonra Doğan Kuban, 1963-64’te Harvard Üniversitesi’nden burs alarak gittiği Washington’daki Dumbarton Oaks Bizans Araştırmaları Merkezi’nde, bir yıl süreyle, Anadolu’daki “Bizans Yapıları Kataloğu”nun hazırlanmasında görev almıştır. Türkiye coğrafyasında bin yıllık tarihi olan Bizans’ın milliyetçi çevrelerde tekinsiz bir konu olması kimi meslektaşlarının politik açıdan elini kolunu bağlarken, Kuban için o, Anadolu’daki erken Türk mimarlığının ve Osmanlı yapılarının anlaşılması için gereken bir kaynaktır.

Hem bu konuya açıklık getirmek hem de Kuban’ın araştırma heyecanına ve sınır tanımaz ufkuna örnek olmak üzere, onunla olan bir anımı paylaşmak istiyorum. Kuban’ın biyografisinde bir dipnot gibi duran dekanlığı döneminde (1974-77), doktora için onun kapısını çaldığımda Toroslardaki Bizans yapılarını yeni görmüş ve çok etkilenmiştim. Dekanlık odasında birlikte karar verdiğimiz konu ise şu olmuştu: Kuzey Suriye, Güneydoğu Anadolu ve Kilikya’daki (Toroslar) Bizans mimarlığından, bölgenin Türk mimarlığına aktarılan hangi malzeme kullanımları ve teknik özellikler vardır? Kuban’la konuşmanın ardından aşağıya inip kürsüye uğradığımda Ayla Ödekan ve galiba Afife Batur, konunun coğrafi çerçevesinin aşırı büyüklüğü karşısında dehşete düşüp beni uyarmışlardı. Şimdi geriye dönüp hatırladığımda hoca ve öğrencinin bu ortak çılgınlığı bende bir tebessüm bırakıyor.

DOĞAN KUBAN’LA BAŞLAYAN YENİ PARADİGMA

Doğan Kuban’ın bu buluşmamızdan henüz on yıl önce yazdığı Anadolu-Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları[2]

, hem kendi biyografisi hem de Türkiye’deki mimarlık yazarlığı için bir başlangıç noktasıdır. Orta Asya’dan Anadolu’ya değişmez bir özün taşındığını öne süren, Türk kökenli olduğu varsayılan hanedanlar döneminde başka kültür çevrelerinde üretilmiş her yapının Türklük hanesine kaydedildiği milliyetçi paradigmanın dayanakları daha kitabın ilk sayfalarında çok açık gerekçelerle birer birer çürütülür. Bu uzak ve gerçekçi olmayan anılar yerine, Türkler geldiğinde Anadolu’da mevcut olanlar ve çevre coğrafyalardakilerle dolayımsız iletişimin sonuçlarına odaklanılır. Anlaşılacağı gibi, benim yukarıda söz ettiğim tez konum da bu çerçevede kurgulanmıştı.

Kuban kitabın yöntemini şöyle açıklar: “Bu çalışmada kabul edilen metod, sanat eserini etnik, coğrafi, teknik, kültürel kategorilere zoraki olarak sokmadan, bize göründüğü gibi tarif etmeye çalışmak, içinde meydana geldiği özel şartları analiz etmek olacaktır. Bu özel şartların da bazı genellemelere götüreceği açık olmakla beraber, hiçbir genel faktör, sanat eserinin kendisinden önce düşünülmemiştir”.[3]

Kitabın yola çıkış noktası Anadolu - Türk mimarlığının Önasya coğrafyasındaki diğer kültürel oluşumlar gibi seçmeci (eklektik) niteliğidir. Aslında olumsuz çağrışımları olan seçmecilik, Kuban’a göre sonuçta yeni bir senteze varacak olan özel bir davranıştır ve değerlidir. Kitap, Türklerin Anadolu’daki ilk mimarlık ürünlerini verdiği 12. yüzyıla odaklanmıştır. Kuban’ın Anadolu gezilerinden çok iyi tanıdığı bu erken yapılar, türlerine ayrılarak analiz edilir. Gerçi elbette Orta Asya da kendi gerçekliği içinde Anadolu sentezine katılan faktörlerden biridir. Ancak organik ilişkiler nedeniyle Bizans ve Ermeni mimarlıkları ondan daha öncelikli bir konuma sahiptir. Kuban’ın 50 küsur yıl önce bu iki Hristiyan kültürünü Anadolu-Türk mimarlığının doğal kaynağı olarak göstermiş olmasının, bugün hâlâ -belki de artarak- süren milliyetçi körlüğün tepkisini çektiğini söylemeye gerek yok.

Dikkatlerden kaçmaması gereken, Anadolu-Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları’nın başlangıçta 3 cilt olarak tasarlanmasıdır. 13. ve 14. yüzyılların ikinci bir ciltte ele alınması öngörülmüştür. Dekorasyon sanatının gelişmesi ve tartışılması da bu ciltte yer alacaktır. Üçüncü cilt ise ilk iki ciltte sözü edilen kimi yapıların ayrıntılı rölövelerini içerecektir. Aslında sözkonusu kitap yine çok kapsamlı bir projenin parçasıdır.

Kuban, Anadolu’daki yapılarla tanışıklığı üzerine, ABD’deki yoğun kitaplık, çalışma ve üretme ortamındaki katkıların eklenmesi sonucu ortaya çıkan Anadolu-Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları tezi ile 39 yaşında profesör ünvanı almıştır. Konusunu olgusal düzlemde ele alması, Kuban’ın birikimi ve kullandığı kendine güvenli dil nedeniyle kitap, mimarlık ve sanat tarihi çevrelerinde büyük bir etki yaratmıştır. Genç profesörün karizmasını ve sevecen iletişim yetisini de buna eklemeliyiz. Kuban’ın özel bir çaba harcamasına gerek kalmadan başında olduğu kürsü değerli bilim insanlarının katılımıyla mimarlık ve sanat tarihi alanında dikkat çeken bir merkez halini almıştı. O yıllarda kuruluş aşamasında olan ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nin gelecekteki hocaları da dahil olmak üzere çok sayıda doktora öğrencisi Kuban’ın kapısını çalmıştı.

BİR CORPUS

Anadolu-Türk Mimarisi’nin temaları, daha sonra onun başka yazılarında da daha ayrıntılı olarak ele alınmıştı. Doğan Kuban okuyor, ülkede geziyor, sürekli yazıyor, arada bir konferanslar veya araştırmalar için ABD’ye gidiyordu. Adım adım ilerleyen bir süreçti bu. 12. yüzyıldan başlayıp Osmanlı’ya gidecek olan beyaz bir sayfa açmıştı kendine. Sayısız kitap, makale ve bildirinin ardından 2007 yılında, başından sonuna bütün birikimini bir araya topladığı Osmanlı Mimarisi’ni yayımladı. Eksiksiz olmasına karar verilmiş bir yaşam yapıtı idi bu. Yapıların üretildiği toplumsal ve mesleki ortamdan, başka kültürlerle karşılaştırmalardan, en kenarda kalmış yapıların betimlenmesinden, estetik duygulara uzanan bir başyapıt. Kitabın içi rölöveler ve anlatım derecesi yüksek fotoğraflarla doluydu. Ancak büyük bir tutku bu işin üstesinden gelebilirdi. 50 yıl boyunca tutulan notların, kişisel yorumların sistematik bir şekilde saklanması ve belleğin hep hazır tutulması ne büyük iştir.

Belki de bu az bulunur çabanın ardında postkolonyal bir duruşu görmek gerekir. Kuban’ın yirmi küsur yıldır önce Cumhuriyet gazetesinde, sonra Herkese Bilim Teknoloji dergisinde her hafta yazdığı politik metinler gibi. 2010’da İngilizcesi de yayımlanan Osmanlı Mimarlığı’nın önsözünde “Osmanlı’yı anlamak ve onu evrensel bir tarihi panoramaya yerleştirmek gerekir” diye yazmıştı.[4] Onun evrensel dediği, Avrupa merkezli bir kanon idi. Osmanlı ve öncesindeki Türk mimarlığını dışarda bırakan bu kanon artık geçen yüzyılın başlarındaki gibi geçerli değil. Ancak Kuban bu alanda yürüdüğü uzun yol boyunca Batı’nın bu ‘öteki’ mimarlık ve sanat dünyasını kendi içinde konumlandıramamaktan gelen örtük tedirginliğini hissetmiş olmalı.

BİR BEŞERİ BİLİM OLARAK MİMARLIK VE SANAT TARİHİ

Doğan Kuban sonuna kadar beşeri bilimlerin çerçevesi içinde ürün verdi. Onu, giderek sosyal bilimler türevine dönüşmüş olan bir mimarlık - sanat tarihi paradigmasının içinden anlama çabası bu nedenle sorunludur. Rönesanstan beri sanat ve mimarlık gibi, onların tarihi de (yorumu) biçim odaklıdır. Yazının başındaki vinyette Doğan Kuban’dan aktardığım satırları tekrar hatırlayalım: “Aslında sanat yapıtı biçimsel erdemleriyle sanat yapıtı olur. İnsanları önce güzelliği ile kendine çeker. Sanat yapıtının topluma ve insana kazandırdığı mutlu edici duygusal doyum, yukarıda anlattığım analizleri okuyarak elde edilemez. O açıdan görsel boyutları vurgulanmamış bir mimarlık ve sanat tarihi de olamaz”. Doğan Kuban’ın yöntemi Panofsky’den farklı değildir. Yeni Mimar’ın 2008’deki 58. sayısında dediği gibi: “Biçimsel analiz sanat tarihinin grameridir”. Biçime odaklanmak, sanat tarihçisinin toplumsal ve ideolojik boyutlardan habersiz olduğu anlamına gelmez. Tersine “mimarinin doğası gereği bu [biçimsel] analiz pek çok sosyal ve tarihi olguyu da aydınlatır”.[5] Bu nedenle biçim okuma, artık sadece belge okumaya dönüşen bir mimarlık tarihçiliğinin ulaşamayacağı bir bilgi kaynağıdır.

Biçim karşıtlığı özne karşıtlığıdır. Kuban’ın dediği gibi özne biçimle mutlu olur. Artık iyice anladığımız gibi neoliberal soygunun yolunu döşeyen ardyapısalcı felsefe özneyi savunmasız bırakmak üzere programlanmıştı veya en azından dolaylı olarak böyle bir işlevi yerine getirdi. Arka arkaya müellifin ölümünü savunan Roland Barthes (1967) ve Michel Foucault (1969), ardından 2005’te fail-ağ kuramıyla Bruno Latour tekil özneyi ve onun yaratıcılığını yadsırken biçimi de yadsımış olurlar.

Oysa biçim kolektif bir ürün olamaz. Hassa mimarları kadrosunun ve hükümdarın ortak tasarımı olabilir mi Selimiye? Divriği taçkapılarını yontan taş ustası tekil bir fail değil midir? Modernite öncesinde birey olmadığı söylendiğine göre, yaratıcılık yok mudur? Kuban Selimiye’nin mekânını ve Divriği taçkapılarının bezemelerini ilk gördüğünde aradığını bulduğunu anlamıştı. (Resim 2, 3) İkisi için de birer monografi yazdı. Yorumcu ile müellifinin öznelerarası buluşması olmadan bu metinler üretilemezdi. Kani Kuzucular’a Selimiye’nin üçboyutlu çizimlerini yaptırdı. Divriği taçkapılarını Cemal Emden’in fotoğraflarıyla görkemli bir sergiye dönüştürdü: “mutlu edici duygusal doyum”u herkesle paylaşmak istedi. Kocaman bir kavanoz “rengarenk akide şekeri” gibi.[6]

NOTLAR

[1] Kuban, Doğan, 2007, Osmanlı Mimarisi, YEM Yayın, İstanbul, s.8.

[2] Kuban, Doğan, 1965, Anadolu-Türk Mimarisinin Kaynak ve Sorunları, İstanbul.

[3] Kuban, Doğan, 1965, s.12.

[4] Kuban, 2007, s.8.

[5] Yeni Mimar, sayı:58.

[6] “Kült ölümsüzdür: Doğan Kuban 2,5 milyar yaşında aramızdan ayrıldı”,

https://www.gazeteduvar.com.tr/kult-olumsuzdur-dogan-kuban-25-milyaryasinda-aramizdan-ayrildi-haber-1536354 [Erişim: 14.10.2021]

Bu icerik 1625 defa görüntülenmiştir.