313
EYLÜL-EKİM 2003
 
MİMARLIK'TAN

ODADAN

MİMARLIK DÜNYASINDAN

SORUŞTURMA 2003

DOSYA: ULUSLARARASI SÜREÇLERDE TÜRKİYE MİMARLIĞI

MİMARİ PROJE YARIŞMASI
TÜRKİYE NOTERLER BİRLİĞİ MERKEZ BİNASI VE KÜLTÜREL VE SOSYAL TESİSLERİ

  • Eski New York'lar
    Gürhan Tümer

    Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi,

    Mimarlık Bölümü

YİTİRDİKLERİMİZ



KÜNYE
ÖĞRENCİ BULUŞMASI

Algı - Yanılgı ve Mimarlık: BİR “EASA 2002” ÇALIŞMASI

Soner Şahin

Araş. Gör., Yeditepe Üniversitesi,

Mimarlık Bölümü

Geçen yıl Hırvatistan’ın Vis Adası’nda yapılan Avrupa Mimarlık Öğrencileri Buluşması EASA, “duyular” üzerine yoğunlaşan atölye odaklı etkinlikler içeriyordu. Duyularımızla algıladığımız mekanların niteliklerinin, algılarımızın yanıltıcılığı ile sınandığı “fil atölyesi”ni, aynı zamanda atölyenin yürütücülüğünü yapan Soner Şahin aktarıyor.

1981 yılından beri her yaz, yüzlerce Avrupalı mimarlık öğrencisi mimarlığı tartışmak ve yaşamak için bir araya geliyor. EASA (European Architecture Students Assembly - Avrupa Mimarlık Öğrencileri Buluşması) adı verilen ve tamamen öğrenciler tarafından organize edilen bu buluşma, her yıl değişik bir tema ile değişik bir yerde gerçekleşiyor. Başta “workshop”lar (atölyeler) olmak üzere başka pek çok etkinliğin de olduğu bu iki haftalık buluşma, 2002 yazında Hırvatistan’da, Vis Adası’nda yapıldı. (Resim 1)

Konusu “Senses” (Duyular) olan buluşmaya, 400’e yakın mimarlık öğrencisi katıldı. Bütün bir kış, okul sınırları içinde yapılan mimarlık çalışmalarından farklı ve hissetmesi kolay, anlatması zor olan bir “EASA ruhu” ile gerçekleştirilen 26 atölye, çeşitli ülkelerden gelen 48 yürütücü tarafından düzenlendi. Yürütücülüğünü yaptığım ve “yanılgı” konulu “Elephant Workshop” (Fil Atölyesi) da bunlardan biriydi.

Duyularımız ve Mimarlık Üzerine

İlkokuldan beri tekrarlanan bir bilgidir; insanın beş duyusu vardır: Görme, duyma, koklama, tatma ve dokunma. Mimari tasarım uzun bir süre “göz merkezli” olmuş ve bu nedenle de eleştirilmiştir. Binaları görürüz, bazen dokunuruz, nadiren koklarız, binaları yemek ise oldukça uç bir noktadır.

Aslında insan genel olarak “göz merkezli” bir canlıdır. Dış dünya ile ilgili bilgilerin %80’ini gözlerimizle, %18’ini kulaklarımızla, %1’ini ise burnumuzla alırız. Dünyanın çeşitli dillerinde duyulara dair kelimelerin yaklaşık 2/3’si ila 3/4'ü görme ve işitmeyi tanımlarken (parlak, mavi, tiz, gürültülü...) 1/10’i, hatta daha azı dokunmayı, tat ve koku almayı tanımlar (pürüzlü, ekşi, sası...). Bu bilgiler ışığında, gözün insan embriyosunda oluşan ilk organlardan biri olmasına şaşmamak gerekir.

1999 yılında gösterime giren “At First Sight – İlk Görüşte Aşk” (Yönetmen: Irwin Winkler) adlı filimde, yıllar sonra görme yetisini tekrar kazanan görme engelli birinin (Oyuncu: Val Kilmer) hikayesi anlatılmaktadır. Burada, görmenin içgüdüsel olduğu kadar öğrenilmesi de gereken bir eylem olduğu ilginç bir dille anlatılmaktadır. Baş karaktere görme konusunda yardım eden kız arkadaşının (Oyuncu: Mira Sorvino) mimar olması bir rastlantı mıdır, bilemiyorum.

Görmenin arkasından duyma gelir. Hava titreşimlerini ses olarak duyduğumuz gibi, ses tellerimiz sayesinde “ses” de çıkarırız. Ses tellerinin boyu sesimizin kalınlığını belirler. Bunun yanında, dudağımız, dişlerimiz, dilimiz olmasaydı ortaya anlaşılmaz gürültüler çıkardı. Bir sesin bir kulağımıza gelmesi ile öbürüne gelmesi arasında saniyenin milyonda biri kadar bir süre olmasına rağmen sinir sistemimizin bunu beynimize ulaştırması ve sesin hangi yönden geldiğini anlamamız, ses konusunda ne kadar hassas olduğumuzu gösterir.

Koklama, tatma ve dokunma daha yoğun bilgiler vermelerine rağmen çoğu zaman ihmal edilirler. Koku ise en çok ihmal edilen duyu gibidir. Tabloları sergileyen galerilerin aksine, kokuları sergileyen bir sanat galerisine pek rastlanmaz (Yalnız, koku bankaları vardır). Burun için yazılan bir konçerto yoktur, gösterişli bir davette özel bir koku mönüsü verilmez. Ama koklama en etkin ve temel duyudur, oysa bu sadece nezle olunduğunda akla gelir. Yangın çıktığında, alevleri görebilirsiniz, belki duyabilirsiniz de, halbuki önce kokusunu alırsınız. Kokunun hafıza ile de ilginç bir ilişkisi vardır. Bir anlık bir koku, sizi yıllar öncesine, bir yere ya da birine götürebilir. Nasıl koku aldığımızın mekanizması henüz çözülebilmiş değil, diğer duyularla ilgili makineler yapılabiliyor ama kokuyu algılayabilecek bir makineyi, günümüz teknolojisi bırakın yapmayı tasarlayamamaktadır bile. Mimarlıkta ise koklama duyusu neredeyse hiç dikkate alınmaz. Ama kokan binalar vardır; tuvaletler, mezbahalar, İstanbul Mısır Çarşısı... Güzel koksun diye binaların harcına çeşitli esanslar karıştırılması çeşitli hikayelere konu olmuştur.

Filtreler, Sınırlar, Adaptasyonlar

Çevre verileri bazen bizim duyu sınırlarımızın üstünde ya da altında olabildiği gibi bazen de biz bunlara “filtreler” koyabiliyoruz. Kullandığımız her nesnenin rengini farketmeyebiliriz, her gün önünden geçtiğimiz komşu evin kapısının ne renk olduğunu bilemeyebiliriz. Bazen bir motorun gürültü çıkardığını ancak durduğunda farkederiz. Diğer canlılar, insanlarla benzer duyu organlarına sahip olabildikleri gibi, bizden farklı duyu organlarına da sahip olabiliyorlar. Bu nedenle canlılar dünyasına bakmak duyularımız konusunda yeniden düşünmemizi sağlayabilir.(1)

İnsan kulağı 20 ile 20.000 Herz arasındaki sesleri alabilir. Duyma konusundaki sınırımız “kar yağışının” ve “yere dökülen unun” sesi ile ifade edilebilir. 20.000 Herz üstü ultrasonik seslerdir. Bu tür seslerin bizim pek alışık olmadığımız bir kullanımı vardır: Bir ispermeçet balinası, çıkardığı yüksek sesle avını sersemletebilir, hatta öldürebilir...

Koku söz konusu olunca insanoğlu pek çok hayvanın gerisinden gelmektedir. 1925 yılında bir “doberman pinscher” iki hırsızın izini Güney Afrika çöllerinde 160 km. boyunca sürebilmiştir. Ben, kokusunu aldığım yeni pişmiş bir çöreği en fazla bir sokak takip edebiliyorum (2)...

Duyularımız değişen durumlara göre adapte olmayı da başarırlar. Işığa, karanlığa, kötü bir kokuya, vuran ayakkabıya zamanla adapte oluruz. Kötü bir kokunun olduğu odaya ilk girdiğimiz andaki ile, belli bir zaman geçtikten sonraki koku alışımız aynı değildir. Duyularımızın bize söyledikler özneldir ve kişiden kişiye değişir. Hatta aynı kişi aynı durumları farklı hissedebilir. Örneğin acıktığında yemek daha lezzetli, korktuğunda ortamı daha soğuk hissedebilir. Genelde, gördüklerimiz ne görmeyi umduğumuza ve ne görmek istediğimize de bağlıdır. Baktığınız nesnenin etrafındakiler ve bir önceki durum da beyninizin bu nesneyi çözümleyiş tarzını etkiler. (Resim 2)

Sonuç olarak, tüm algılar beyinde oluşur. Diğer organlar aldıkları bilgiyi beyine iletmekle görevli aracılardan başka bir şey değildir. Gözümüzle görmez, dilimizle tatmayız; onlarla sadece verileri içeri alırız. Bu noktada, algı kadar yanılgı da beyinde kolayca oluşabilir.

Yanılgı Üzerine Bir Çalışma: “Elephant Workshop” (Fil Atölyesi)

Yürütücü : Soner Şahin (Türkiye)

Katılımcılar : Marcin Onufryjuk (Polonya), Iva Delova (Bulgaristan), Ivaila Petrova (Bulgaristan), Ola Hansen (Norveç), Akvile Brazauskaite (Litvanya), Nilüfer Şenses (Türkiye), İlker Kütükoğlu (Türkiye).

Çalışmanın temel fikri “yanılgı” idi; ismini ise kulakları, hortumu ve gür sesi ile tüm duyulara hitap eden “fil”den almaktadır. Bir grup körün, fili ancak dokunduğu kadarı ile tanıdığı bir hikaye meşhurdur.

Çalışma iki temel alanda yürütüldü:

1. Çevremizi nasıl duyumsuyoruz?

2. İçinde yaşadığımız bu çevreyi duyusal olarak nasıl geliştirebiliriz?

Önce, duyularımız işleyişini daha iyi anlamamızı sağlayacak, çevremizdeki dünyayı nasıl keşfettiğimizi araştıran çeşitli oyunlar oynadık, deneyler yaptık. Oyun, genel olarak, gereksiz gibi görünen engelleri aşmak için yapılan gönüllü bir girişimdir ve bize çok şey öğretti. Katılımcılar, tek gözle ya da kulakla hedefi bulmak, dudak okuma dokunarak nesneleri tanıma gibi oyunlarla duyu sınırlarını keşfetmeye çalıştılar.

Daha sonra, grupça adanın kuzey kısmına bisikletle bir gezi yapıldı. (Resim 3) Beş duyu da sonuna kadar “açık tutularak” yapılan bu gezinin ertesi günü toplanan veriler katılımcılar tarafından “instant trip machine” (otomatik gezi makinesi) adı verilen bir düzenlemeye dönüştürüldü. (Resim 4)

Çalışmanın ikinci aşamasında, duyularımızın bizi nasıl yanılgıya düşürdüğü üzerine çalışmalar yapıldı ve duyularımızla ilgili her şeyi unutup yeni bir kurgu oluşturma yoluna gidildi. Özellikle, gözlerimizle ilgili pek çok ilizyon örneği vardır. (Resim 5) Mimarlıkta da buna benzer ilizyonlar kullanılmıştır. Başka bir makalenin konusunu oluşturacak kadar geniş olan bu alan ile ilgili bir kaç örnek resim vermekle yetineceğim. (Resim 6,7,8)

Sonuç ürün olarak, uzun masa başı tartışmalarının ardından, tüm katılımcıların ortak kararı ile insanlara, duyuları ile ilgili farklı bir şey yaşatacak ve duyularına her zaman güvenmemelerini hatırlatacak bir “yol” yapımına karar verildi. Amacımız mevcut bir çevreye yeni ve alışılmadık bir bakış katmak idi. Buluşmanın gerçekleştiği kampı gezip, bir hat belirledik. Bu hat, mevcut bir yoldan, bir başka çalışma grubunun “sanat galerisi” olarak düzenlediği binaya giden hattı. (Resim 9) Bu yolun özelliği, üzerinde yürüyene taş bir yoldan beklemediği bir duyguyu yaşatmasıydı: Yolun orta kısmı, taşların altına yerleştirilen yaylı bir yatak sayesinde bir deniz gibi dalgalanacak şekilde döşendi. (Resim 10) Yoldan geçenin, sert bir taş yol beklerken, ayaklarının altında sallanan “yumuşak” bir yüzey bulması fikrine dayanan bu küçük örnek beklentilerimiz, duyularımız ve yanılgı üzerine hoş bir anı olarak kampta bırakıldı.

Dipnotlar:

1. Örneğin, istiridye hayvanı, kabuğunun uçlarında 100’den fazla göze sahiptir. Ancak bunların ışık ile gölgeyi ayırt etmekten öteye gidemeyen reseptörler olduğunu belirtmek gerekir. Akrep bu konuda biraz daha alçak gönüllüdür: 12 göz. Bir çift göz, üç boyutlu görmek için gereklidir; insanlar da bunu gayet iyi başaran canlılardan biridir. Ancak, at gibi, gözü başının iki yanında olan canlılar, arkadan ya da yandan yaklaşan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın olduğunu kavrayamaz. Bu nedenle, atlar sürekli endişe içindedir.

Çekirgenin kulakları dizlerindedir! Çekirgenin ön bacaklarındaki zar yüzey, gelen titreşimleri alarak beyne iletir. Yılanların ise dış kulakları yoktur ve sağır oldukları söylenebilir; yani hiçbir kobra çalınan zurna sesini duyamaz! Ama başlarının iki yanındaki ısıya duyarlı organlar sayesinde, çevrelerindeki sıcaklıkta oluşacak 0.002-0.003 oC değişimleri algılayabilirler.

2. Mamafih koku konusunda rekor böceklerdedir. Erkek ipek böceği dişinin kokusunu 11 km. (yaklaşık İstanbul’un merkezinden havaalanına olan uzaklık) öteden alabilir, ne aşk Tanrım... İşçi bal arısı ise karnının çevresinde, magnetik alanları algılamaya yaradığı sanılan bir demir oksid (manyetik) halkaya sahiptir. Bu yeteneğini dünyanın manyetik alanındaki değişimleri almak ve yön bulmak için kullandığı sanılmaktadır.

Kaynaklar:

* Korugan, Tamer, 2001, Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi, Aykırı Yayınevi.

* Suits, Bernard, 1995, Çekirge Oyun Yaşam ve Ütopya, Ayrıntı Yayınları.

* Tümer, Gürhan, 1993, Bir Başka Mimarlık, Mimarlar Odası İzmir Şubesi Yayınları, İzmir.

* Treays, Rebecca, 1997, Beş Duyu, Tübitak Yayınları, Ankara.

* www.easa.tk (21.07.03)

* www.arhitekt.hr/easa/ (21.07.03)

* www.brisray.co.uk/optill/oind.htm#almastreal (03.04.03)

* www.crs4.it/Ars/arshtml/arch2.html (21.07.03)

* faculty.washington.edu/chudler/neurok.html (21.07.03)

Bu icerik 11050 defa görüntülenmiştir.