333
OCAK-ŞUBAT 2007
 

İNGİLİZCE ÖZET / ENGLISH SUMMARY

TÜRKÇE ÖZET

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Albert Gabriel’in İzinde
    Mathilde Pinon-Demirçivi

    Doktora Öğrencisi, Paris-IV Sorbonne Üniversitesi. Araştırmacı, Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü

    Pierre Pinon

    Prof., Paris-Belleville Mimarlık Fakültesi. Danışman, Institut National

MİMARLIK’tan 333



KÜNYE
SÖYLEŞİ

İlhan Tekeli ile “Cumhuriyetin Harcı” Üzerine: TÜRKİYE’DE MODERNİTE VE TARİH YAZIMI

Söyleşi: Ali Cengizkan

İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in Türkiye’de modernleşmenin zihinsel, sosyo-ekonomik, çevresel gelişme odaklı tarihi üzerine, daha önce çeşitli yerlerde yayımlanmış makaleleri Cumhuriyet’in Harcı adıyla üç ciltte toplanarak 2004 yılında yayımlandı. Kitap dizisinden yola çıkarak, süreklilikler, küreselleşme, yerellik kavramlarından, mimarlık tarihi yazımına uzanan söyleşiyi, Ali Cengizkan 29 Kasım 2006 tarihinde ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde gerçekleştirdi. * İlhan Tekeli ve Selim İlkin, 2004, Cumhuriyetin Harcı, I-Köktenci Modernitenin Doğuşu, II- Köktenci Modernitenin Ekonomik Politikasının Gelişimi, III-Modernitenin Altyapısı Oluşurken, 3 cilt, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

ALİ CENGİZKAN: MİMARLIK dergisi için, sizin Selim İlkin’le birlikte yazdığınız “Cumhuriyetin Harcı” dizisindeki üç kitap üzerine bir söyleşi yapmak istiyorduk epeydir. Bu dizinin baskısı aslında 2004 yılında tamamlandı, üzerinden iki yıl geçti. Buradaki yazıların belki tamamına yakını da, daha önce başka yerlerde yayımlanmış olan makalelerin düzeltilmiş, genişletilmiş, iyileştirilmiş biçimleri. Tabii medya tartışması yapmıyoruz, ama bu üç kitabın mimarlık ve çevre camiasında yeteri kadar ses getirmediğini düşünüyorum. Oysa kitaplardaki, çok önemsediğim bir katkı. İlkin, daha önce yayımlanmış olmalarına karşın, sanki hep böyle bir bütünlük oluşturması için, yıllar içinde kovalanmış, izlenmiş, toplanmış, derlenmiş, süzülmüş belgeler üzerinden yorumlara dayanıyorlar.

İkincisi, maddeci bir tarih yazımı anlayışı ürünü olduklarını düşünüyorum ve bu alanda çok somut, yani değer yargılarını tarih yazımına sokmadan, herkesin değişik biçimde yorumlayacağı bir bilgi üretimi ve zemin oluşturulması söz konusu. Bir başka yönü de, yine çok net biçimde şu: Üç ciltte de değişik bir sıralama var, yani kronolojik bir sıra yapılabilecekken, öyle yapılmıyor. Bu “harç”, her üç ciltte de çok geniş bir kronolojiye oturarak, önce düşünce kırıntılarının üretimi; sonra ikinci ciltte ekonomi, sosyal yaşamın ekonomi ortamındaki ipuçları, yani hayata geçirilmesi; üçüncüde de, nihai olarak, fiziki mekândaki dönüşümlerin de sağlanmasıyla birlikte, bütün bunların realiteye, daha doğrusu pratiğe nasıl yansıtıldığına ilişkin yazılar toplanmış. Ama baktığımız zaman, yazılar hakikaten çok bağımsız, bağımsız da okunabiliyor.

İLHAN TEKELİ: Ben geneli için bir şey söyleyeyim, senin yorumun için de bir şey söyleyeyim. Tabii, insan yaşlanınca, arkasında belirli zamanlarda yaptığı makaleler kalıyor. Bunlar da derli toplu bir yerde yayımlanmamış oluyor. Her bir toplantıda yahut birisinin isteği üzerine yapılmış şeyler. Ama, Bilgi Üniversitesi’ndeki Fahri Aral çok değerli bir yayıncı; “Toplayalım bu makaleleri” dedi. Ben de böyle bir teklifi çok büyük bir sevinçle karşıladım. Bir anlamda bizim tarihle ilgili, fakat kitaba dönüşmemiş makalelerimizi biraraya getirdi. Bunun içinde birisi yepyeni, ilk defa yayımlanıyor, o da Karayolları’nın Türkiye’deki öyküsü, yazılmış kütüphanede bekliyordu.

Burada şimdi senin bunu sunarken, dediğin bir konu var. Bence o önemli. Bizim genellikle tarih yazımımızda, özellikle bir konuya ilişkin kitaplarda, bu çok belirgin. Şunu yapmaya çalışıyoruz: Gerek Kadroculuk’la ilgili, gerek Devletçilik’le ilgili kitaplarımızda olsun, biz elimizdeki malzemeyi, senin dediğin gibi, bir anlamda herkesin yorumlaması, herkesin farklı yorumlamasına olanak verecek bir netlikte kurmaya çalışıyoruz. Çünkü, aslında malzemeler öyle çok bol değil; az malzeme olduğu için, onu kurmaya çalışıyoruz. Ama, bunu kurarken, mümkün olduğu kadar az yorum, az yargı koyuyoruz, ama kitapların sonunda, biz kendi yorumumuzu ilk kez yapıyoruz. Aslında o, esas bizim yazdığımız tarih o, öteki bir çeşit artizanal tarafı işin. Tabii biri olmadan öteki olmuyor ama, bizim bu yazma biçimimiz aynı kitaba, başkasının, bir başka sonuç yazmasına da açık bir malzeme.

Bence bu düşünülmesi gereken bir özellik. Bence insanları tarih yazıcısının yargısıyla baştan bağlamıyor. Burada da, tam net olarak görülmüyor ama, senin dediğin gibi, böyle bir kaygı var. Mesela, “Kadroculuk” kitabına beş ayrı sonuç yazdık. Yani, sanıyorum bu tarih yazıcılığı bakımından kendine özgü bir stil. Tabii, benim aslında başka yazılarım, kitap tasarılarım daha var. Hazırlığını yaptım, ama bir yayıncıyla da konuşmadım doğrusu. 1963’ten günümüze kadar, planlama teorisi konusunda yazdığım makaleleri biraraya getirdiğim zaman, 40-42 makale ediyor, bunlar planlama teorisiyle ilgili makaleler… Bunun başına da, hazırlık yaparken bir önsöz yazdım, orada şöyle bir şey var: Biz 1960’lı yıllarda bir akılcı rasyonalitenin uygulaması olarak planlamaya bakıyorduk. Bugün de planlamaya bir ‘demokrasi projesi’ olarak bakıyoruz. Bu bir dönüşüm. Plana bakış açısından dünyanın yaşadığına paralel olarak bizim de yaşadığımız dönüşümü, bu 42 makalede izlemek mümkün.

Bir anlamda, onlar hepsi benim makalelerim ama, dünyadaki planlama düşüncesinin Türkiye'deki uçlarında nasıl dönüşümler olduğunu gösteriyor. Sanıyorum böyle bir şeyi yapmak açıkça, hangi makaleyi niye, nasıl yazdım ve bunun bir düşünce macerasının öyküsü olarak sunulması, bence çok öğretici bir şey. Zaten makalelerin kendilerinden çok, öğretici olan, o dönüşümün kendisi. Burada da makalelere baktığınız zaman, kendilerine göre kronolojik bir sırası var. Orada da bu tür dönüşümler yakalanabilir. Özellikle o üçüncü cilde ben daha çok önem veriyorum. Üçüncü cilt oldukça eksik bir alana giriyor Türkiye'de.

Türkiye'de iktisat tarihinin yazılması şöyle oldu: Genellikle, sanayileşme tarihi gibi yazılmaya çalışıldı. Kapital birikiminin, sanayileşme tarihi üzerinden yazılması sözkonusu oldu. Halbuki bu üçüncü ciltte, bir müteahhitlik olgusu var, müteahhidin tarihi var. Bu, bence, Türkiye iktisat tarihinin yazılması bakımından önemli bir yenilik getiren yaklaşım. Kapital birikimi önce sanayide olmadı; kapital birikimi önce müteahhitlikte oldu. Bunun öyküsünü, bunun içinde görüyoruz. Burada işte demiryollarıyla ilgili, karayollarıyla ilgili makaleler var, müteahhitliğin doğuşuyla ilgili makaleler var. Bence iktisat tarihçilerimiz müteahhitlik meselesini de yapıların içine entegre ederlerse, yeni bir tarih yazma biçimi doğacak. Burada makale küçük, ama bence reperküzyonları yüksek olabilir.

Çok doğru.

Bunun dışında, son zamanlarda, Selim arkadaşımla (İlkin) beraber, Türkiye'de II. Dünya Savaşı Tarihi’ni yazıyoruz. Ve o ise, yine iktisat tarihimizde önemli bir eksiklik olduğunu gösterdi. Türkiye’de askeri konularda yazmak konusunda böyle bir açıklık olmadığı için, II. Dünya Savaşı’nı yazarken fark ettik ki, Cumhuriyet’in başından II. Dünya Savaşı’na kadar, dört tane ikmâl planı yapılmış. Yani, ikmâl planı dediğimiz zaman, silahların nasıl sağlanacağı, özellikle de askeri sanayinin nasıl kurulacağı meselesini önceden planlamak anlaşılır. Cumhuriyet’in başında, bizim yöneticilerimizin farkında olduğu bir şey var. Sanayileşmemiş bir ülkenin ordusu, bağımsızlığını koruyamayan bir ülkenin ordusudur. Onun için de bir sanayileşme programı yapmışlar. Bu programların büyüklüğünü I. Sanayi Planı’yla karşılaştırırsak, önemi açığa çıkar.

Birinci Sanayi Planı’nın yatırım büyüklüğü, ki bizim bütün öykümüz onun üstünden kuruluyor, 100 milyon lira. Bunların her biri 125 milyon lira ve Kırıkkale’de kurulan sanayii, biz hep “Karabük Demir Çelik” üstünden yazarız [sanayi tarihimizi], halbuki Kırıkkale’de daha önce kurulmuş bir demir çelik fabrikası var. Demek ki, iktisat tarihi yazınımızda, tabii o kitap daha henüz tamamlanmadı ama, sanayileşme öykümüzün, askeri sanayi ve bu müteahhitlik sektörüyle birlikte yeniden ele alınması gerekir.

Değindiğiniz tür yazım, tarihe ya da incelemeye, belli bir gözle bakmanın yazımı. Tarih yazımının oraya hapsolmasının nedeni ne sizce?

İki nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Batı sanayileşmesi modeline paralel olarak yazma kaygısı, bir yandan etkili olmuş olabilir.

Kurgulama da model olarak alınıyor, yani.

Tabii, tabii, oradan da etkili olmuş olabilir, diye düşünüyorum. Öte yandan da özellikle askeri konularda, gizlilik meselesi. Oraya, o bilgiye kimse ulaşamıyor. Bugün bile, II. Dünya Savaşı’nda Türkiye'nin ordusunun büyüklüğüne ilişkin güvenilir bir rakam yok. İngilizlerin çok ilginç bir sözü var, kitabı çalışırken bulduk: “Bu Türklerde, gizlilik paranoyası yahut takıntısı o kadar yüksek ki” diyor, “birbirlerinden de bilgi saklıyorlar, onun için seferberliklerini hızla yapamadılar,” diyor.

Ahmet Müderrisoğlu muydu? Kurtuluş Savaşı’nın finansmanı ile..

O da bizim gibi tarihçi değil de, tarih meraklısı biriydi. Maliye’den ya da bir devlet kanalından yurtdışında, bir konuda, ataşeydi. Son zamanlarında, oldukça çok, Avrupa’daki Türkiye için yazılmış şeyleri toplamıştı. Onların bir kısmını ölmeden önce yayımladı, ama yayımlamadığı şeyler de olabilir. Tabii Müderrisoğlu’nun mali kaynaklar konusundaki çalışması çok kıymetli, başka bir çalışma yok. Ama, formel bir tarihçi değil, meraklı, maliyeci kökenli, o mali meseleleri falan çok hoş yazar.

…kaynaklarını yaratan, bir bakıma, kendi arşivlerini oluşturan bir kişi. O gözle bakınca, tabii, sizin üçüncü kitaptaki “Sıtma Mücadelesi Tarihi”yle, “Merkez Bankası Gelişim Tarihi” arasında fark yok, ya da Kurtuluş Savaşı tarih yazımı arasında fark yok, değil mi?

Tabii… Şöyle bir eksen var diyebilirim. Bence o ekseni ortaya çıkartmak gerekiyor. Bir rejimin “kendine güveni ve bilime saygısı” diye bir olay var. Şimdi, sıtma mücadelesinde ilginç bir durum var. Hakikaten savaş bittiği zaman, % 50’sinden fazlası sıtmalı nüfusun, üstelik uzun savaşlarda zaten işgücünü kaybetmiş bir nüfusun öyküsü. Türkiye'de ilk sıtma mücadelesi 1910’da, ya 1911’de, İttihat ve Terakki döneminde başlıyor. Ama başlayışı, kinin dağıtarak; kökten bir yaklaşım yok. Kurtuluş Savaşı sırasında Cumhuriyet bence olağanüstü bir şey yapıyor: 1922’de Sağlık Coğrafyası gibi kitaplar yayımlıyor. Ankara'da neresi bataklık saptanıyor. 1925’te de ilk mücadele palyatif olarak değil, Adana’da bilimsel bir enstitü kurarak başlıyor. Özgün sinek çeşitleri bulunuyor. Yani bunu bilimle yapıyor, öyle uyduruk bir iş yapmaya çalışmıyor, mali sıkıntılarını ve kaynaklarını düşünürseniz, bunlar çok önemli, cesaretli adımlar…

Merkez Bankası meselesinde de, Banka’nın o kriz sonrasında çok önemli cesaretli adımları var. Kaynak çok sınırlı; bankanın dayanacağı finansman gücünü ‘Kibrit Tekeli’ ve benzeri üzerinden kuruyorlar. “Merkez Bankası Tarihi”nde de görülüyor ki, o dönemin en önemli bütün adamlarıyla tanışıyorlar; ama onlara teslim olmuyorlar. Çok ilginç, dik bir duruş var, kendine güven var ve bunda da, bu güvende de en büyük destek olarak bilim var. Bilime saygı, kendine güveni sağlıyor.

İnanç geliştirme ya da ideolojik bir duruşa güvenme değil de, bilerek güvenme…

Bir de İnönü’nün 30’larda söylediği, kriz sonrasında banka kurarken söylediği, bir şey var. Dışarıdan bir sürü uzman geliyor, onlar tatmin etmiyor, sonra diyor ki, “Kapitalist mehafilin düşünceleriyle malûl olmayan bir uzman bulun.” diyor. Çok bilinçli bir arayış tabii.

Yalnız bunu, sadece Cumhuriyet’te olan bir şey olarak düşünmemek gerekir. Cumhuriyet’in önderleri, İsmet İnönü olsun, Atatürk olsun, bunlar yurtdışı eğitimli insanlar değil; Osmanlı aydınlanmasının yetiştirdiği insanlar. Bu tabii, ilginç bir konu. Osmanlı aydınlanması Abdülhamit döneminin olayı, daha çok okulların yapılması, ama bu öyle bir yatırım ki, kendi sonunu da kazıyor. Kaçınılmaz bir şey tabii.

Tam bu açıdan üç kitaptaki çalışmalara yansıyan şöyle bir şey var: ‘Süreklilik’ konusundaki gözlemler: Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne toplumsal süreklilik, idari bilginin sürekliliği, aydın zihin dünyasının sürekliliği, gibi şeyler, son on yıldır daha fazla vurgulanır oldu. Ama sizin bu erken çalışmalarınızda çok net olarak var. Yalnız tabii, modernite odaklı olduğu için kuşkusuz, günümüze getirirsek eğer, o süreklilik nerede darbeler yedi, nerede kopuşlara uğradı? Yani, bunun üzerinde bu kitapları aşmış olarak neler söylenebilir?

Bakın, bu kitaplardaki makalelerden sonra, benim yazdığım bir makale var. Tarih Vakfı’nın yayımladığı Sibel’le [Bozdoğan] Kasaba’nın yaptığı bir kitap var. Orada, Türkiye'deki moderniteyi, dönemlere ayırdım. Bu dönemlemede şu var: “Osmanlı modernitesi” diye bir modernite aldım ve ona da “utangaç modernite” dedim. Yani bu, yavaş yavaş değişen, biraz piyasa mekanizmasıyla, biraz bürokrasideki başarısızlıklarla, çok iddialı olmayan reformlarla, çok ağır sürede gelişen bir modernite… Ama, tabii Cumhuriyet modernitesinin temeli buradan oluşuyor, çünkü adamlar oradan geliyor. İkincisi, Cumhuriyetin gelmesiyle olan bir radikal modernite dönemi. Ben ona, 1950’ye kadar olan kısmına “radikal modernite” diyorum.

Orada bir süreklilik var ve hatta belki Cumhuriyet’in ilk yıllarında doruk noktaya ulaşıyor.

Tabii, 75. yıl dolayısıyla Tarih Vakfı’nın yaptığı serginin girişine bu konuyla ilgili bir paragraf yazdım: “Cumhuriyet bir iddianın adıdır, hem bir kesikliliktir, hem bir sürekliliktir.” diye. Hem bir kesikliliktir, çünkü rejim değişmiştir; hem bir kültürel sürekliliktir. Bu rejim, o kültürel süreklilik üstüne kurulmuştur: Benim bakış açım bu. Tabii, birinci dönem olmasaydı, ikinci dönem de olamazdı; “radikal modernite”, o insanlar onun içinden doğdular. İkinci, “radikal modernite”den sonra ‘50 sonrasından ‘80’lere kadar olan kısmı “popülistik modernite” olarak görüyorum. Yani, birisi tek parti döneminin modernitesi, ötekisi çok parti döneminin modernitesi ve popülist kaygılara daha açık bir modernite. 1980 sonrası için de, “modernitenin aşılmaya başlaması” diye bir dönemleme yaptım.

Türkiye'deki dönüşümü modernite projesi üstünden almanın en önemli özelliğinin, Doğu-Batı karşıtlığı üstüne analizlerden kurtulmak olduğunu görüyorum. Çünkü, Doğu-Batı karşıtlığı üzerinden Türkiye'deki olup biteni analiz etmek, Türkiye'de çok yaygın bir alışkanlık; ama bu Doğu ve Batı ayrımı bir tutuculuk içeriyor. Bu tutuculuğun niteliği şu: Doğu ve Batı gibi birbirine dönüşler, kendine özgü yahut özü bulunan, karakteri bulunan şeyler kabul etmeye başladığım zaman, bu bana ne çıkartıyor? Dönüşmeye karşı direncin ideolojik malzemesini çıkartıyor. Halbuki, modernite projesinin dünyada doğuşuna baktığımız zaman, şöyle bir şey var: Dünyanın bir yerinde, Kuzey Atlantik kıyılarında bir proje doğuyor, modernite projesi… İşte sanayi boyutu var, birey boyutu var, etik boyutu var, çeşitli boyutları var. Ama bunlara baktığınız zaman, bu proje bir ulusa hapsolabilen bir proje değil, bir dünyayı dönüştürme projesi…

Bu modernite Kuzey Atlantik’te değil, bu proje doğuda bir yerde çıksaydı, Çin’de çıksaydı, o da dünyayı değiştirecekti. Yani, projenin kendisi bir dünyayı dönüştürme projesi. O zaman, soru “Doğu ve Batı” isimlerini değil, bu doğal modernitenin nasıl yaygınlaşarak bütün dünyayı dönüştüreceği projesi. Böyle bir bakış açısı neyi getiriyor? Doğu-Batı ikilemine dayanan analizlerin tutuculuğunun özetine geçiyor.

Ama bu Doğu-Batı ikilemiyle çok uzun süredir uğraştık. Belki son on beş yıldır da biraz daha uluslararası dile katılmadı mı bu ? Doğu-Batı ikilemi şu anda politik ortamda politikacıların dilinde popülerleşiyor, bunu yüceltici anlamda değil ama, anlayış da kendi içinde evrim geçiriyor demek istiyorum; dolayısıyla bizim entelektüel ortamda bu ikilemden kurtulmamız yakın gibi geliyor bana?

Kurtulursak bu ikilemlerden çok iyi de, bak ama, “Doğu-Batı” kelimeleriyle değil, başka şekillerde yeniden üretiliyor olabilir. Mesela, “medeniyetler çatışması ve buluşması” meselesiyle, “Doğu-Batı” sözcükleriyle değil ama başka sözcüklerle yine o ikilem üretilmiş oluyor.

Ama, politik ortamda olunca popülerleşmiş oluyor. Artık entelektüellerin, aydının ya da bütün bu zihinsel üretimi gerçekleştirenlerin söyleminden uzaklaşıyor gibi geliyor.

Haklısın. Ama, küreselleşme denilen olayın varlığı zaten o ikilemi anlamsız ve yararsız kılıyor. Küreselleşme konusundaki bakış açımı söylersem, bu problemin nasıl yeniden formüle edilebilme potansiyeli taşıdığını ortaya koyacaktır. Bence, küreselleşme tek başına olan bir şey değil. Küreselleşme ve yerelleşme eşzamanlı olarak gerçekleşen iki süreç. Ama küreselleşmeyi, her şeyi belirleyici olarak ortaya koyduğumuz zaman, yerelde olan dönüşümü gözleyemiyoruz; her şeyi onun uzantısı olarak görüyoruz. Halbuki, bu tür analizler bence yerel gelişmeyi anlamamayı, görmemeyi de getiriyor, bizim gözümüzü karartıyor.

Aynı mesele, bir analiz yapıyorsunuz bir yerde, “Yahu bu ‘siyasi güç problemi’ni hesaba katmayalım” diyorlar. Tamam, siyasi güç problemini hesaba katarsınız ama, kattığınız zaman, siyasette güçlü olana teslim olmak gibi bir sonuç çıkar. Eğer, sizin siyasette güçlü olana teslim olmamak gibi bir amacınız varsa, o teori size yol göstermez. Sizin o dönüşüme karşı o yerellikte nasıl yeni yollar bulabildiğiniz, varlığınızı koruyabildiğiniz ve oradan çıkarak, belki dünyadaki konumunuzu değişik görebildiğiniz analizlere ihtiyacınız var.

Küreselleşme, politik güç üstünlüğüne dayanan analizler ve tekelcilik analizlerinin hepsinin bu hastalığı taşıdığını düşünüyorum. Yıllardır tekelcilikten söz ediliyor, küçük üretici kendini üretiyor, çünkü onun bir varlık sorunu var. O öteki teorinin içinde… Aynı mesele, küreselleşme karşısında yerelleşme problemine baktığın zaman da karşına çıkıyor. Bizdeki Doğu-Batı ikileminde yerelleşmeye bakıldığında, Batı’nın tarzında Doğu gibi bakılıyor. Halbuki benim şimdi koyduğum meselede, yerelin kendisini yaratıcı olarak yeniden üretmesi ve küreselin güçlerine teslim olmaması, meselesi var. Şimdi bu ama, öteki türlü bir kültürel direnç problemi değil. Yaratıcı (innovatif) bir varlık mücadelesi, tabii bunun anlamı çok farklı… Modernleşmeden ortaya çıkarak gelebildiğin tek odaklı ve yayılan bir modernleşme kavramının paralelinde, küreselleşme aşamasında, yerelleşmeyi bir kültürel direnç problemi olarak değil, innovatif, yeni gelişme problemi olarak görmek gerekiyor. O zaman bize ne görev düşüyor? Bugün yerelde ne olup bittiğini anlamaya çalışmak…

Sizin yaptığınız bu tanımlar, buradaki metinlere yansımamakla birlikte, bu metinlerin o alanı aydınlattığını düşünüyorum. Bugüne gelince, bir “vesayet kültürü”ne sıkışmışlığımız söz konusu galiba. Şimdi sıtma savaşından I. Sanayi Kalkınma Planı’na, ya da Talat’la Mustafa Kemal arasındaki yazışmadan müteahhitliğin gelişimine; tarih bilgisinin geniş kitlelere aktarılmasındaki eğitim tutumumuza bakalım. Böyle bir kopmanın içinde toplumun ciddi olarak sığındığı bir “vesayet kültürü” mü var? Sıtmada hemen aklıma şu geliyor: Etimesgut Örnek Köyü’nü incelediğinizde orada da çok çarpıcı: 1928 yılında kurulan köyde devlet hastanesinde her yıl sıtma sayımları, tahliller, istatistikler yapılıyor. Yeni tanımlanan yurttaş kimliği içindeki öznenin aidiyeti çok iyi bir şekilde ilişkilendirilmiş oluyor. Yapılan, özneyi yurttaş olarak geliştirmek, ama öte yandan da onu sahiplenmiş oluyor devlet orada. Oysa 2006’da, bu araştırmalar hala yapılıyor olsa bile sonuçları yurttaşa geri dönmüyor. Ancak bu yabancılaşmaya karşın, ilginç biçimde, devlet-kul ilişkisi kırılamamış ve yeniden yeşertilmiş oluyor.

Benim bu makaleler arasında olmayan başka bir makalem var: “Geç Aydınlanan Ülkenin Erken Aydınlananlarının Sorunsalı”. Şimdi, bu çok ilginç bir konu. Bizim demokrasi problematiğimizi, yurttaş ve vesayet problematiğini de buradan anlamak lazım. Modernite de bir yerde doğdu, dünyaya yayılıyor. Bu yayılma sürecinde çevrede bulunan bir ülkede bazı ögeler erken aydınlanıyor. Bununla ilişki kurma biçimlerinin değişikliği bu sadece. Erken aydınlananların karşısına temel bir problem çıkıyor. Bugün, sırf demokrasi açısından bakanlar, bizim o zamanki aydınlarımızın tutumunu çok demokrat bulmuyorlardı. Ama, o adamların yerine kendimizi koyalım ve şöyle bir düşünce deneyimi yapalım: Biliyorsunuz ki, bütün dünya bir tarafa doğru gidiyor. Siz, ‘bekleyelim, halk da buraya gelsin, 20 sene sonra bu işi yapalım’ derseniz, bir sorumsuzluk, bir görevinizi yerine getirmeme duygusu içinde kalmaz mısınız? O zaman, böyle bir duygu içinde kalanlar ne yapıyorlar? İktidar olmak gerekiyor ve iktidar oluyorlar. O zaman, şöyle bir soru ortaya çıkıyor: İktidar oldu, ne yapacak? Halkın isteğini doğrudan yapamazsınız. O zaman şu slogan ortaya çıkıyor: “Halka rağmen, halk için.” Bu söz, Cumhuriyetin halkçılık anlayışının altındaki problem; bu sıkıntıyı yaşıyorlar.

Tek parti döneminde biliyoruz ki, bunu uygulamaya çalışıyorlar ve bugün şöyle bir tartışma var: “İsmet Paşa demokrasiye erken geçti, geç geçseydi, biz bir adam olsaydık da, sonra…” diye. Tabii bunun sonu yok, “geç aydınlanan ülkenin, erken aydınlananlarının” bir iç problemi var. Bunu, İsmet Paşa’da çok iyi görüyoruz. Temelde modernite projesini ve demokratik bir temsil esasına göre iktidar oluşunu kabul ediyor; bu tarihi konjonktürde elde ettiği iktidarı toplumu ilerletmek için kullanıyor. Buradaki başarısının nihai testi şudur: Halka gittiğinde, oradan olurunu alabilmek; o demokratik süreç içinde olumlanmak. Bu, “halka rağmen, halk için” yaklaşımının kaçınılmaz parçasıdır. Onun için, o nihai imtihana giriyor. Bu nihai imtihan, İsmet Paşa’nın Erdal Bey’e yazdığı mektuplarda var. Seçimi kaybedince, “Benim en büyük zaferim bu seçimi kaybetmektir.” diyor. Bence sorunun bu şekilde formüle edilmesi, ilginç. Bence yaratıcı potansiyel, yeni yorumlar için potansiyel taşıyor. Geç aydınlanan ülkede, erken aydınlananın ‘sorumluluğu kullanma ahlâkı’ ne olacak? Diktatörlüğe gitmek için de kullanılabilir; bir aşamadan sonra demokrasiye geçmek için de kullanılabilir. Bizimkiler ikincisini yapıyorlar. Yani, basit bir araçsallık içinde “erken geçtik, geç geçtik” probleminin ötesinde bir problem görüyorum.

Evet, anlıyorum. Yine de, şu anda bulunduğumuz kesitte irdeleme yaptığımızda, belki bu biraz, yaşama kültürünün ne olduğuna ilişkin başka noktalara doğru gidiyor. Daha belki sosyolojik nedenler var altında.

Tamam anladım. Bu ‘vesayet’ meselesine gelince, tabii bu “halka rağmen, halk için”cilerin kaçınılmaz bir şeyi. Bütün ülkelerdeki devrimlere baktığımız zaman, işte Sovyet devrimi olsun, başka devrimler olsun, ikili bir aşama görüyoruz. İlk başlangıçta bu ideolojiyi bilen, bunu içselleştirilmiş kadrolar az olduğu için, bir merkezîleşme ve merkezî denetimle yönlendirme var. Ama, bunu son buluncaya kadar sürdürdüğünüz zaman, bu bir başarısızlık işareti. Başarısı, bu ideolojiyi yaygınlaştırmak, içselleştirenleri çoğaltmak ve desantralize etmek.

Şimdi, bizdeki problem, belki işte biraz konjonktürel meseleler var, iç harpler filan dolayısıyla ama... Biz bu desantralizasyon problemine ve insanlara, eğitilmiş, gelişmiş, belirli bir yere gelmiş insanlara güvensizlik problemimizi aşırı bir merkeziyetçilikte sürdürüyoruz. Merkezileşme önerisini yapanlar şunu düşünüyorlar: Bu sistemin işleyişinde merkezin denetimi hakikaten çok yüksektir ve başarılı olarak kurulabilir. O merkeze de ‘iyi bir adam’ gelirse, tüm sistem iyi olacaktır. Ama, o ‘iyi adam kim? Aslında kendisi, başka bir ‘iyi adam’ yok onlar için, başka ‘iyi bir adam’ olmadı. Şimdi, bu illüzyon şunu içeriyor: Birincisi, oraya iyi adam geleceği ne malum? Hepsi kötü olacak, hiç kurtuluş yok, demek. Halbuki desantralize bir sistemde, hiç olmazsa bir kısmı iyi adamın elinde kalabilir.

İşin daha ilginç tarafı, bugün merkeziyetçiliği savunanlar, aslında AKP’ye karşı olanlar aynı zamanda. Tabii ki bu çok ilginç bir çelişki. O merkeze sen gelemiyorsun, senin karşındaki adam geliyor ve sen hâlâ merkeziyetçiliği savunuyorsun. Çok tuhaf bir durum. Burada bence hakikaten bir psikolojik illüzyon var. Yan yana koyduğun zaman bu işler tutmuyor.

Kitaplarda, demokrasi yönetimi, yönetilme kültürüne ilişkin birtakım öğütler var. Açıkça politikaya doğru gidiyor, ama sizin bu üç kitabınızdaki yazılardaki o radikal, nötr ele alış durumunun, yeni düşünce oluşumlarına yol açtırabileceğini düşünüyorum ve bunun bile kullanılmadığını hissediyorum. Bir yanıyla, tabu kırıcı: Görüşlerdeki tabuları kırıcı yanı var. Bakıyorsunuz, işte müteahhitlik, mimarlık ya da inşaat kültürünü ilgili oda ve birlikler ‘kendi tarihlerine bakma’ anlamında ele alıyorlar. 90’lı yıllarla birlikte hemen bütün kurumlar, kurum tarihi yazımına giriştiler. Ama o tarihlerde bile, o ana kadar söylenmiş olanın oluşturduğu statükoya tabi olma durumu var. Oysa kendi duruşuna ilişkin özgün görüşü durmadan tazeleyen birey ve kurumlara ihtiyaç var.

Çok doğru söylüyorsun bunu, doğru.

Buna üniversite de dahil.

Üniversite en tutucu kesimdir, onda hiçbir kuşkum yok. Bu kurum tarihlerinin yazılması, daha çok Tarih Vakfı’nın ittirmesiyle başladı, şimdi daha biraz büyük şirketlerin halkla ilişkilerinin bir parçası haline gelmeye de başladı.

Aslında ilk yapılmaya başlandığı sırada, bir iki kurum tarihi yazdıktan sonra, kurum tarihi konusunda bir toplantı yaptık, “Kurum tarihi yazıcılığı ne olmalıdır?” diye. Burada bir darboğaz var. Diyelim ki İş Bankası’nın tarihini yazıyorsunuz; onun malzemesini, arşivini alan da kendisini çok fazla tahrik ettirmek istemiyor. Şöyle düşünüyorum: Kurum tarihlerinin sayısı arttığında, birileri hepsini kullanarak, yeniden bir tarih yazacak. Bu başka şekilde ele geçmeyen malzemeler üstüne, birinci el malzemeyle yazılmış tarihlerin sayısı arttığında, onların üstünden yazılan ikinci el malzemeyi kullanarak yazılan tarihler yeni sentezlere ve yeni yorumlara gidebilecek. Belirli bir sponsora da bağlı kalınmadığı için, daha özgür olunacak. Böylece Cumhuriyet’i makro ekonomik değişkenler üstünden değil, mikro iş hayatının üstünden yazmak gibi yeni bir açılım ortaya çıkacaktır. Bence kurum tarihleri, aslında mikro tarih yazımının altyapısını hazırlıyorlar. Böyle bir deneme yapmaya değer.

Bir yandan da eski belgelerin, eski arşivlerin yeniden açılmasının getirdiği zenginlik…

Bir de, kurum tarihi yazmaya başlamak, beraberinde kurumların müze kurmalarını getirdi. Bence şu dakikada Türkiye'nin tarih bakımından yaşadığı en önemli şey, kent tarihi ve kurum tarihi müzelerinin kurulmaya başlanmasıdır. Bu, tarih yazıcılığımızda çoksesliliği getirecektir. Tek bir ideolojik kurum olarak devletin Tarih Kurumu, kurumları değil, çok yönlü kurum tarihleri, kurum müzeleri olacak. Tarih Vakfı’nın bu hareketi başlatıcı bir rolü olduğunu düşünüyorum. 90’ların başından itibaren birikim 10-15 yılda buraya geldi, ben de çok memnunum.

Tabii bu, mimarlık kültürünü doğrudan ilgilendiren bir konu. Çünkü kentlerde müze olarak, arşiv olarak ya da kent tarihi araştırma birimlerinin yaygınlaşması olarak, nesnelerini de, yapılarını da, düşünce sistematiğini de yaygınlaştırmış olacak.

Bu konuda bir örnek vermek istiyorum: Bence çok aydınlatıcı oldu; geçen sene, İnşaat Mühendisleri Odası 50. yılı dolayısıyla Türkiye'nin 50 yapısını seçen bir katalog yapmak istedi; biraz ödül gibi, biraz da sahip çıkmak gibi. Seçim yapmak üzere biraz kuşağın, biraz o meslek alanının duayenlerini topladılar. Bir de onlara göre duayen olmayan, daha küçük yaş grubundan, ben de vardım.

Sonunda, çalışılarak bir 50 yapı seçildi, ama ilginç olan şu: İnşaat mühendisliği disiplini, tarihini bilmiyor ve tarihi yazılmadığı için, bu seçim çok zor oldu. Bunun üstünde konsensüs sağlamak da kolay değil. Oysa, mimarlık meslek alanının böyle bir avantajı var. ‘Mimarlık tarihi’ diye bir dal var; ‘inşaat mühendisliği tarihi’ diye bir dal yok ve o mimarlık tarihi üstünde birçok adam çalışıyor, yayınlar yapılıyor. Türkiye'de, edindiğim izlenim kadarıyla, dünyada olmayacak sayıda dergi çıkıyor bu alanda. Gayet aktif bir kamuoyu var. O zaman, böyle bir alanda buranın başarılarını değerlendirmek çok önemli hale geliyor; yani kolay ve yaratıcı, çok önemli işler haline geliyor.

Burada yapılan bir toplantıda modernist mimarlık tarihi yazımının neden yereli tanım gereği içeremeyeceği üzerinde durmuştum. Buna alternatif olarak, şimdi son yıllarda çok kullanılıyor, farklı moderniteler, değişik yerelliklerin moderniteleri. İşte yerel tarih yazma problemini hangi tür topluluklar yapabilir? Bence Türkiye bu bakımdan çok önemli, çünkü demin anlattığın yayın alanı ve etkileşme biçimi, bunun kamu alanı, kendisinin dünya sistemindeki değeri sıralamasından çok farklı bir sıralama içinde bir yerel oydaşma yaratabileceği ve buna dayalı bir tarih yazabilme olanağını veriyor. Türkiye'de bu meslek pratiğinin içinde kurulan enter sübjektivitenin dünyada kurulan enter sübjektiviteden daha aşağıda yahut yukarıda olduğunu söylemek için hiçbir temel yoktur. İkisi de aynı derecede kıymetlidir; aynı derecede yeni yazımlara kaynaklık edebilir.

Geçen gün bana bir öğrenci geldi. Türkiye'de, II. Dünya Savaşı sonrasında enternasyonalist mimarlığa geçen mimarlar üstüne çalışma yapıyor. Ama hep olaya kültürel diffüzyon problemi olarak bakıyor. Halbuki, burada kültürel yayılım (diffüzyon) probleminden önemli bir şey var. Türkiye'de mimarlar dünyada olup biteni izliyorlar; kendi içsel pazarlarını koruyacak bir mücadele veriyorlar. O dönüşüm, yani I. Ulusal Mimari’den hemen vazgeçilerek modernist akıma geçilmesi, bence bir iç pazarı koruma meselesi. Çünkü, rejim ve Mustafa Kemal, tercihini bu taraftan yana koyuyor ve o koyduğu zaman, dışarıdan mimar geliyor. Türk mimarlığının tepkisi ne, henüz o tür bina yapmamışlar, ne yapıyorlar? Sergi açıyorlar. Mimarlık proje sergisi açıyorlar, “Biz de bunu yaparız,” diyorlar. Yani, o alanı, pazarlarını korumanın koşulu, o beceriyi göstermek ve o beceride yarışmak. Yani, enternasyonalist mimariye geçirilirken, ikinci iş dağıtma düzeni ne hale geliyor? Yarışma meselesi haline geliyor. Yarışmalar üstünden, yeni tür mimaride başarıları üreterek. Bu bir ‘Batı mimarlığının taklidi’ probleminden öte bir problem…

O zaman nasıl demin sözünü ettiğim, küreselleşme karşısında yerellik kendisini üretiyorsa, bir varlık olarak üretiyorsa, bu da yerel koşullarda bu alanı korumak için bir şey üretiyor. Ben bunu, bir ‘taklit problemi’ olarak alamıyorum. Bu, onun ötesinde bir problem. Mimarlık tarihçisinin de bunu kavraması gerekir. Ama bu boyutu analize sokmadığım, yaygınlaşma (diffüzyon) problemi olarak gördüğümde, bir ‘taklit problem’i olarak alabilirim. Acaba, ‘bu mimariyi yapan, burada pazarını muhafaza ederken, neyi yeniden üretti?’ diye düşünmeliyim.

Yerellik problemine de, Doğu-Batı ikilemi gibi kültürel bazda değil, başka bazda bakmak, bize önemli açılımlar sağlar.

Bu da aslında mimarlığın içindeki ekonomik, sosyo-ekonomik zeminlerle çakışmalar bir bakıma…

Ama işte, 47’de yürüyüş yapıyor mimarlar, biliyorsun. Bunlar simgesel meseleler değil. Onlar Bayındırlık Bakanlığı’nda, orada burada direniyorlar. Yarışmalar çıkıyor. İşi, dünyadaki modernist mimarinin egemenliği, dolayısıyla Türkiye'ye yansıma ve taklit problemi olarak görürsek, bu, işi anlamamak demektir. Bunlar yok mudur? Vardır, ama o başka bir şey.

Çok daha geç olduğu söylenebilir, değil mi? 50’lerin sonu, 60’ların başında, bazı böyle form ve yapı seyahatleri var. Diyelim ki, bizim gökdelendeki gibi. Onlar çok daha farklı bir aşamanın ürünleri…

Tabii, tabii, ama benim mimarlık tarihi yazmak gibi bir iddiam falan yok. Benim iddiam, metodolojik olarak yapılan bir yüzeysel ele alış nasıl değerlendirilebilir, diye. En kolayı taklit olarak görmektir. Taklit olarak gördüğünde de, buradaki adamların verdiği kahramanca mücadeleyi görmemek demektir.

Bir toplantıda, mimarlık tarih yazımının bir paradigma değişimi ihtiyacı duyduğuna dikkat çekmiştiniz. Tansı Şenyapılı’nın derlediği Özcan Altaban’a Armağan kitabında, bu gereksinimin belli bir yönünü açtınız. Bu tarih yazımındaki paradigma değişiminden, o öneriden kastınız nedir? Yani aynısı mıydı, yoksa dönemsel miydi? Yoksa daha nötr bir tarih yazımı yaklaşımından mı söz ediyoruz?

Modernist mimarlık tarihi yazıcılığı dünyayı tek olarak görür ve evrensel bir katkı üstünden sıralama yapar. Böyle olduğu zaman, yerel bir tarih olamayacağını; ancak yerelde de evrensel olan bu sıralamaya girecek bir şeyler olabileceğini söyleyebiliriz. Ve o yazılırken, “Biz bunu yazarken şunu unutmuşuz, bunu da buraya koyalım” diyorlar. Bu bir başka bakış açısı, bu ne demektir? Dünyanın tek bir mimarlık tarihi yazılır, demektir. Halbuki, her yerelliğin başka mimarlık tarihi yazımına götüreceğini kabul edersen, o zaman bu demin sözünü ettiğim, ayrı bir enter sübjektivite skalası oluşabilir.

Bu konuyu tamamlayıcı olarak mimarlık tarihine geri dönersek, örneğin bu toprakların ürünü olan Hitit mimarlığı, neredeyse tek sayfayla geçiştiriliyor mimarlık tarihimizde.

Tam da şunu soracaktım: Genel olarak, İlhan Tekeli ve Selim İlkin ortaklığı ürünü olan kitapların, tabu kırıcı yeni bakışları nedeniyle, bir bakıma, bu sözcüğü de kullanayım, “pusula” oluşturan ürünlere dönüştüğü söylenebilir. Kuşkusuz dönemler değişiyor, bakışlar değişiyor; aslında tam da bu durum, sizin teoriyle pratik arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğunuzu çok belli eden bir durum. Yerellikteki ısrarınız da oradan belki; çünkü siz yerele özgün biçimde bakarak, teoriyi de yapa geldiniz. Böyle bir tutum nasıl sürdürülebilir olabilir; başka kişiler, genç araştırmacılar bu ‘yeni geleneği’ nasıl sürdürebilirler?

Belirli bir şeyi yazdıktan sonra onunla düşünerek, belirli özelliklerini söylemek mümkün, ama ilk yaparken siz öyle bir şey düşünmüyorsunuz. Yani, ilk yaparken, meraklarınız doğrultusunda gidiyorsunuz. Benim yaptığım araştırmalar, bugünkü Türkiye'deki yüceltilmiş bilim anlayışına da tam uymayan araştırmalar. Ben öyle gösterişli bir yerlerde yayımlamak, dış yayın olsun diye uğraşmak gibi bir kaygı taşımadım.

Ben daha çok bir şeyleri merak ettim. Örneğin, durup dururken niye Mimar Kemalettin kitabı yazdım, değil mi? Mimarlık tarihçisi değilim, bir şey değilim, ama Mimar Kemalettin’i merak ettim. Mimarlık tarihi de kaçınılmaz olarak bir şey üstünden yazılıyor. Kaçınılmaz olarak, bir bina üstünden yazılıyor. Halbuki, diğer mimarlar genellikle kendi kuramlarını, düşüncelerini yazmıyorlar. Mimar Kemalettin’in bunu yazdığını tesadüfen öğrenince, bunu yapalım, diye düşündük. Buradaki temel merakım şuydu: Türkiye toplumu içinde bir aydın, düşüncesiyle pratiğini nasıl uzlaştırmaya çalışmış? Bunda yapılar biraraya gelince, şunu söylüyorlar: “Mimar Kemalettin yalnız pratik yapmamış ve bunun hesabını vermeye çalışmış, bunun teorisini yapmaya çalışmış.” Bu bence tabii, çok kıymetli bir örnek. Türkiye koşullarında bir insanın iddia taşıyan bir şeyler yapabildiğini gösteriyor. Mimar Kemalettin için burada teorik bir çerçeve var: “Türk ulusçuluğuna bağlı olarak Orta Asya’dan kalkıp, günümüze gelen ideolojik anlatıyı nasıl kurarım?” Buna bugün katılıp, katılmayız o başka; ama yaptığı işin arkasına bir teorik derinlik koymuş.

Ama, meraktan sonra bir malzeme toplama, arşiv oluşturma aşaması yok mu? Türkiye’de arşiv çok kolay oluşmuyor, bazen belki önce arşiv geliyor, ama merakınız da var, yıllar içinde makaleyi oluşturuyorsunuz.

Örneğin, bu yazılar eski yazı, ben eski yazı bilmiyorum, ama ne yaptık? Böyle eski dergileri karıştıran kişiler var, Ali Birinci gibi; Mimar Kemalettin yazısına rastlarsan bize ver, diye rica ettik. Bu kitaptan sonra birkaç tane daha bulduk. Sonra çeviri yazı yapan arkadaşlarımız var. Çeviri için verdikten sonra biz rahat rahat, ama bu süreç on sene filan sürdü, yazdık. Yani, bugün karar verdim, yarın yaptım, diye olacak bir süreç değil. II. Dünya Savaşı Tarihi’ni yazıyoruz Selim’le; yazımın kendisi üç, dört sene sürecek, ama bilmem kaç yıldır toplanan malzeme var onun içinde. Kadro meselesi üzerine yazdığımız, Kadrocular ölmeden toplanmaya başlayan bir malzemeye dayanıyor.

Sadece bu kitaptaki değil, değil mi?

Hayır, 600 sayfa. Buradaki Kadro dergilerinin içerik analizi. Bu önce yapıldı; çünkü bir fırsat bulduk, dergileri kaç kavram kaç kere geçiyor, hangi bağlamda geçiyor, diye tarattık. Orada hazır duruyordu, kitap yazılmadan önce hazır duruyordu.

Şöyle bir proje değil bizim projemiz. Hani terfi etmek için acele bir yazı yazalım. Genç kuşaklar için söylüyorum, bu hakikaten uzun süreli bir merak… Ben niye II. Dünya Savaşı’nı yazıyorum? Hiç kimse benden yazmamı istemedi, proje de almadım, ama ben bu alanın Türkiye'de eksik olduğunu biliyorum, hiç doğru dürüst bir çalışma yapılmadı, herkes 30’lara yığıldı. Savaş büyük bir travma. Bu travmayı Türkiye nasıl gördü? Onun için bir çalışma yapmak lazım ve biriktirdik, biriktirdik. Şimdi iki, üç yıldır çalışıyorum Selim’le; iki yıl daha sürecek. Her gün heyecandan çatlıyorum, çünkü çok ilginç şeyler bulunuyor.

Bir de odak noktası alınan kavramlar üzerinde çalışma yapılsa. Örneğin, “ulusalcılık”la hesaplaşmadık biz, onu anlamaktaki katı, ön yargılı, statükocu durum devam ediyor. Bunları tekrar ediyoruz, ama “birinci ulusalcı”, “ikinci ulusalcı”, onun renklerini böyle bedene nüfuz eder biçimde çalışmıyoruz.

Sedad Hakkı olsun, Mimar Kemalettin olsun, bunlar bence her biri dahi düzeyde adamlar. Ama bunlar yerelin koşullarında varlıklarını sürdürme stratejisine sahipler. Onun için de bir şey yapıyorlar. Bunu biz niye küçümsüyoruz? Çünkü öykünün tümünü görmek istemiyoruz. Yalnızca ürünlere stilistik olarak baktığın zaman, aysberg gibi, altında böyle bir şey var.

Hatta ona bile bakamıyoruz, yani o kadar karmaşık ki...

Bence bu, uluslararası mimarlık tarihinin yazılmasının parçalılığıyla ilgili bir problem. Nasıl küreselleşme yerelleşmeyi görmemizi engelliyorsa, uluslararası mimarlık tarihi yazımı da bunu görmemizi engelliyor. Şimdi o tür mimarlık tarihi yazımını, eleştirmenler, o arkadaşlar, kötü bir şey yapıyorlar diye eleştirmiyorum. Ama, o konjonktürde Türkiye'nin ve dünyanın bizi getirdiği nokta bu. Bunu eleştirirsek, farklı bir adım atabiliriz. Mimar Kemalettin bizim için ne kadar saygıdeğer bir adamsa, o eleştirdiğin mimarlık tarihini yazan kişiler de o kadar saygıdeğer.

Ben farklı sözcükle ifade etmiş oldum. Hesaplaşma falan değil, öbür türlü değer yargılarımızı, adamımızın değeri hakkında herhangi bir görüş üretememe durumu.

“Mimar Kemalettin’in Yazdıkları” kitabında bir hikâye var: Mimar Kemalettin, Gazi Muallim Mektebi planını yapmış, Gazi ve Egli’yle, Maarif Vekili’nin önünde bir konuşma oluyor. Cevap vermiyor, ağlayarak çıkıp, Mehmet Emin’in (Yurdakul) odasına geliyor. Düşün, bir ömür boyu başarı, bir anda geçersiz kılınıyor.

Örneğin, [üniversitede] yayınlara ilişkin ve değerlendirmeye ilişkin bir sosyal bilimci olarak bilmem kaç yıl faaliyet gösterdik. O faaliyet gösterdi ki, iyi kötü işte bir saygınlık derledik, bir gün uyandık baktık ki, bilimin tanımı değişmiş, dış makale yayımlamaya indirgenmiş bir bilim tanımı var. Şimdi, beni başka bir bilim alanının, başka toplumun kriterleriyle değerlendirdiğin zaman, beni değersizleştiriyorsun ve o değersizleştirmeye hakkın yok, çünkü senin o derinliğin yok. Yani, böyle problemler var. Ben nasıl kendime de bu noktada böyle bakıyorsam, tabii ki Mimar Kemalettin’e de öyle bakıyorum. Birden, sanki evrensel tartışmasız bir kriter üstünden, bir ömür boyu ve çok başarılı bir adamın bütün çalışmasını değersizleştiriyorsunuz.

Söyleşi için teşekkür ederim.

Bu icerik 5189 defa görüntülenmiştir.