373
EYLÜL-EKİM 2013
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • ‘Gezi’nen Toplum, Direnen Mekân
    Deniz Özkut, Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
    Göksun Akyürek Altürk, Yrd. Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
YAYIN DEĞERLENDİRME

Leman Cevat Tomsu: Türk Mimarlığında Bir Öncü, 1913-1988

Belgin Turan Özkaya, Prof. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü
Elvan Altan Ergut , Doç. Dr., ODTÜ Mimarlık Bölümü

Mimarlar Odası Yayınları, Mimarlığa Emek Verenler Dizisi’nin altıncı kitabı, Türkiye’de mimarlık diploması alan ilk iki kadından biri olan Leman Cevat Tomsu’ya ayrılmış. Erkek mimarları tanıtan beş çalışmadan sonra gelen bu yayın, ülkemizde halen yoğun biçimde erkek egemen mimarlık ve mimarlık tarihi ortamına önemli bir katkı sağlıyor. Neslihan Türkün Dostoğlu ve Özlem Erdoğdu Erkarslan kitaba, her biri problemin başka boyutuna işaret eden ufuk açıcı şu soruları sorarak başlıyorlar:

Leman Hanım için acaba hangisi daha zor olmuştur? Bir kadının varlığına aşina olmayan Akademi stüdyolarında zekâ, yaratıcılık, fiziksel dayanıklılık gibi erkeklere özgü olduğu varsayılan yeteneklerinin var olduğunu ispatlamaya çalışmak mı; kıyasıya rekabetin yaşandığı mimarlık piyasasının o günün koşullarında yabancı ve yerli mimarları karşı karşıya getirmiş asimetrik güç ilişkileri içerisinde bir pay almak mı; eril akademik çevrenin içerisine girmeye cesaret etmek mi; Cumhuriyet kadını olarak rol modeli olma sorumluluğunu taşımak mı; evlenerek bir aile kurmak yerine ekonomik açıdan özgür bir kadın olmak için var gücü ile çalışmayı göze almak mı; geleneksel olarak erkeklere atfedilmiş aile reisliği rolünü üstlenmek mi? Bu soruların her biri, ayrı ayrı Leman Tomsu’yu modernleşme tarihimiz içinde mimarlık tarihi, aile tarihi ve kadın tarihi alanlarının arakesitinde bir yere yerleştirmeye yetecek kapsamdadır.

Dokuz bölümden oluşan kitapta, “Giriş”in ardından, konuda öncü sayılan bazı Batı coğrafyalarında mimar olarak eğitim alan ilk kadınlara dair genel bilgilendirme yapılıyor ve Türkiye’deki durumla ilgili istatistiki bir analiz sunuluyor. Böylelikle, “Ayrıcalık ya da Ayrımcılık: Mimarlık Mesleğinde Kadın Olmak” başlığı altında çalışmaya geniş çerçeve çizen bir başlangıç yapılmış oluyor. Sonraki bölümler ise genel hatlarıyla kronolojik olarak Tomsu’nun yaşamına odaklanmakta: İki bölüm tümüyle Tomsu’nun ailesini ve ailenin Kayseri ve İstanbul’da yaşanan geçmişini, “Tavlusun: İmparatorluğun Yapı Ustaları” ve “İstanbul’da Savaşın Birleştirdiği İki Aile” başlıkları altında anlatıyor. Mimarın eğitim hayatını konu eden “Erenköy Kız Lisesi’nden Akademi’ye İki Kadın” başlıklı bölümde ise, Tomsu’nun 1934’te birlikte mimarlık diploması aldığı diğer kadın mimar Münevver Belen’le çocukluktan meslek hayatına uzanan arkadaşlıklarının altı çiziliyor. Tomsu’yu meslek yaşamında tanımaya başladığımız ilk bölüm olan “Mesleki Yaşamda İlk Adımlar: 1934-1941 Döneminde İstanbul Belediyesi ve Konkurlar”, mimarın mezuniyet sonrasında 1935 yılından başlayarak Alman şehir plancı Martin Wagner’in danışmanlık yaptığı İstanbul Belediyesi’ndeki çalışmaları ve bu dönemde katıldığı yarışmaları inceliyor. Meslek pratiğindeki bu deneyimlerin ardından, Tomsu’nun 1941 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi (o zamanki adıyla Yüksek Mühendis Mektebi) Mimarlık Şubesi’ne asistan olarak girmesiyle başlayan akademik hayatı “İTÜ Çatısı Altında Onat ve Tomsu” başlığı altında ve daha çok mimar Emin Onat’la olan ilişkisi bağlamında irdeleniyor. “Bir Ev, Bir Ömür” başlıklı bölümde ise, Tomsu’nun kitapta bir yaşam projesi olarak öne çıkan kendi tasarladığı evi hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Kendisi ve ailesi için tasarladığı bir diğer proje olan aile mezarlığının anlatıldığı “Yerde Bir Çukur Olsun, Kuşlar Su İçsin” bölümü ile kitap sonlanıyor.

Bu yayın, öncelikle, Türkiye’deki kadın mimarlarla ilgili kısıtlı sayıdaki çalışmada sadece bir isim olarak varolan Leman Tomsu’yu, okuyucunun, yaşamıyla, çevresiyle, projeleri ve mesleğiyle bir kişi olarak canlandırabilmesine olanak sağlıyor. Yazarların da belirttikleri gibi, Tomsu’nun yaşamı ve mesleki çalışmaları ile ilgili birincil kaynakların, arşiv malzemesinin, özgün çizimlerin ve yazılı belgelerin yokluğuna ve hatta inşa edilen bazı yapılarının da yıkılmış olmasına rağmen böyle bir çalışmayı tamamlayabilmiş olmaları önemli. Mimarlık tarihi alanında alışılmış araştırma malzeme ve yöntemlerinin yetersiz kalması dolayısıyla projenin bilgisayarlarında uzun süre beklediğini belirten Dostoğlu ve Erkarslan, kadın ve cinsiyet çalışmalarında sık rastlandığı üzere, imkânları zorlayarak ve yaratıcılıklarını kullanarak farklı yöntemlere yönelmişler. Sonuçta, ana metnin önemli bir bölümü yazarların Tomsu’yu tanıyanlarla yaptıkları söyleşilerle oluşturulmuş. Özgün çizimleri çoğunlukla bulunamayan projeler için de dönemin dergilerindeki görsellerden yararlanılarak modellemeler hazırlanmış.

Tomsu’nun bu çalışmayla yalnızca bir isim olmaktan çıkıp bir anlamda ete kemiğe bürünerek bir kişi olarak belirmesinde söyleşilerin etkisi güçlü olmuş. Söyleşilerden elde edilen bilgilerin ışığında, yer yer bazı beklenmedik detaylarıyla, gündelik yönüyle bir yaşama tanıklık ediyoruz. Bu ‘kişileştirme’ ya da kimlik kazandırma, özellikle Tomsu’nun başkalarıyla kurduğu ilişkiler üzerinden kurgulanıyor. Tomsu’nun Münevver Belen ile olan arkadaşlığı ve mimari proje ortaklığı burada önem kazanıyor ve bu ilişkiyi anlatan bölüm, hem Türkiye’nin ilk kadın mimarlarını tanıtarak hem de birlikte ve eşit şartlarda iş üretme pratiğini vurgulayarak, genellikle ‘yıldız’ bir erkek mimarı öne çıkaran yaygın mimarlık söylemlerinden farklı bir örnek oluşturuyor. Kitap böylelikle Münevver Belen’e de dolaylı da olsa yer vererek, ona da bir kimlik ve kişilik kazandırıyor.

Öte yandan, metne canlı, gündelik ve kolaylıkla bilinemeyecek bazı detaylar kazandırabilen söyleşi yönteminin problemler de yaratabileceğini görüyoruz. Yazarların “Giriş” bölümünde belirttikleri gibi, tanıkların anlatılarından birbiriyle çelişir gibi görünen iki ayrı Leman Tomsu portresi çıkması, birincinin “bağımsızlığına düşkün, hırslı, detaylar üzerinde düşünen bir kariyer kadını”, diğerinin ise “Emin Onat’ın fazlasıyla gölgesinde kalmış, çalışkan, ama sönük bir mimar” olması dikkat çekici. Değerlendirmelerin başkalarının öznel algı süzgeçlerinden damıtılarak oluşturulduğu söyleşilere dayalı biyografilerde, aynı kişi için farklı portrelere ulaşılması şaşırtıcı değil. Bu çalışma için belki daha da önemli bir sorun, tanıklar tarafından sohbet içinde geliştirilen anlatıların ve bu şekilde iletilen bilgilerin baskın erkek egemen söylemleri yeniden üretmesinin engellenmesindeki zorluk. Örneğin, kitabın 1940’lar ve 1950’lerin önemli mimarlarından kabul edilen Emin Onat’la Tomsu’nun ilişkisinin anlatıldığı bölümü literatürde genel kabul gören söylemlerin Onat’ı öne çıkaran yaklaşımından fazla uzaklaşamıyor. Tomsu, Onat’la ilişkisinde, Belen’le ilişkisinden farklı olarak, mimarlıkta, akademik hayatta ve hatta özel hayatında, yani yaşamın her alanında sanki kaçınılmaz olarak gölgede kalmış biri olarak beliriyor. Böylesi baskın bir ‘olağanüstü erkek’ söyleminin varlığı, Tomsu’nun Kayseri Belediye Başkanlığı yapmış, nakkaş ve hattat büyük dedesi ve babasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun yapı ustalarıyla Mimar Sinan’ın şekillendiği topraklar olarak Tavlusun’un da parçası olduğu Kayseri’den bahsedilen bölümler için de söylenebilir. Yazarların da işaret ettiği ve daha çok tanıkların öznel bakış açılarından kaynaklanan böylesi problemler dolayısıyla, özellikle diğer verilerin kısıtlı olduğu durumlarda kolaylıkla yeniden üretilebilen baskın söylemlerin ötesine geçebilmenin zorluğunu ve önemini bir kez daha anımsıyoruz.

Dostoğlu ve Erkarslan’ın dikkatli araştırmaları sonucu bize aktardıkları, Leman Tomsu’nun 1938-1954 arası katıldığı yarışmalarda 5’i birincilik olmak üzere 14 ödül almış olması ve 1936-1959 arası 17 uygulama projesi yapmış olması, dönem mimarlarının işleriyle kıyaslandığında önemli bir başarı öyküsü anlatıyor aslında. Ancak, mimarın meslek hayatını inceleyen bölümlerde baskın erkek egemen söylemlerin Onat’ı öne çıkaran gücü karşısında, bu başarı bile bir anlamda Tomsu’yu kendi olarak varetmeye yetmiyor. Nitekim Tomsu’nun Onat’la birlikte çalıştıkları dönemdeki mesleki hayatı ve bu dönemde gerçekleştirdiği tasarımlar hakkında daha fazla bilgi elde edilebilirken, Onat’ın ölümünden sonraki gelişmeler detaylı bir şekilde bilinemiyor.

Öte yandan, kitabın son iki bölümünde Leman Tomsu’yu bir yaşam projesi olan kendi evinin ve mezarının tasarımcısı ve bu kez ‘kendi öyküsünün kahramanı’ olarak görüyoruz. İlginç bir rastlantı olarak bu iki proje de Tomsu’nun kadınlarla paylaştığı mekânların projeleri: Mimarlığa başladığı yıllardan beri planladığı ve yeterli parayı biriktirdikten sonra ancak 1953’te tasarlayıp büyük bir sabır ve özenle inşa ettiği Göztepe’deki evini uzun yıllar kuzeni ve ailenin bir emektarıyla; yine kendi tasarladığı mezarı ise anneannesi, annesi, teyzesi ve kuzeniyle paylaştığını öğreniyoruz. Beş yaşında Erenköy Kız Lisesi’ne yatılı olarak okumaya gönderilen Leman, öyle görünüyor ki, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş ve baskın söylemlerde gölgesinde kaldığı erkeklere rağmen, ilk projelerini, yaşamının büyük bir bölümünü, yaşadığı ve tasarladığı mekânları ve hatta mezarını kadınlarla paylaşmış ve paylaşıyor. Ancak yirminci yüzyıl mimarlık üretiminin son yıllarda gittikçe daha fazla görünür hale gelen koruma sorunu, ne yazık ki Leman Tomsu’nun evi için de geçerli olmuş ve özgün projesi de bulunamayan yapı, Tomsu’nun ölümünden sonra 1990 yılında yıkılarak yerine çok katlı bir apartman yapılarak, sadece Türkiye’nin ilk kadın mimarının tasarladığı bir ev olarak bile değerli olan bir mimarlık eseri kaybedilmiş. Benzer şekilde, ‘Türkiye’nin ilk kadın mimarının’ proje arşivinin korunmamış olması ve dolayısıyla tasarımlarının çoğuna ulaşılamaması da ayrıca sorgulanması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir duruma işaret ediyor.

Yokedilmişlerin ve bulunamayanların izini sürerek bir mimarın hatırlanmasını sağlayan bu çalışmada anlatıldığı gibi, kendi evi de dahil olmak üzere, özel konuttan kamu yapılarına uzanan geniş bir çerçevede tasarladığı, ilk ürünleri olan Gerede ve Emirdağ CHP Evleri’nden daha çok bilinen Halkevi yapılarına, belediye bürosunda gerçekleştirdiği plaj soyunma kabinleri, çocuk bahçesi, yüzme havuzu gibi projelerden yarışma projesi olarak hazırladığı banka yapısına kadar tüm eserlerinde, Tomsu’nun dönemin mimarlık yaklaşımlarını yansıtan modernist sade bir dil tutturduğu, ancak 1940’lara doğru geleneksel vurgunun arttığı bir tasarım anlayışına yöneldiği görülüyor. Mimari ürünleri gibi, Tomsu’nun iş yapma pratiği olarak deneyimlediği yarışma süreçleri ve kamudaki çalışmaları da döneminin mimarlık ortamını değerlendirmemize katkı sağlayacak veriler sunuyor.

Dostoğlu ve Erkarslan’ın başta sordukları sorulara dönersek; Leman Tomsu’nun Akademi stüdyolarında aldığı eğitimden yabancı ve yerli mimarlarla rekabet ederek gerçekleştirdiği üretime ve erkek egemen akademik ortamdaki etkinliğe uzanan geniş mesleki çalışmalarının hangisinde daha fazla zorlandığını bilemesek de, hepsi için en azından çaba harcamış olduğunu ve hepsinde anımsanmaya değer bir yer edindiğini bu yayınla öğreniyoruz. Tomsu’nun, Türkiye’deki yirminci yüzyıl mimarlık ortamının değişik alanlarında varolma çabasını irdeleyen bu araştırmada, üslup ve bina tipolojisi gibi ürüne odaklanan ya da mimarlık ürününü siyasi ve kültürel üst-anlatılarla anlamlandırarak yücelten açıklamalar yerine, mimarı, gündelik ilişkileri ve pratikleri ile dönemin tarihine bir kadın ve birey olarak yerleştiren bir yaklaşım tercih edilmiş. Son yıllarda birkaç özel sergide ve Mimarlar Odası Genel Merkezi’nin Anma Programları kapsamında bazı mimarlarla ilgili derinlemesine çalışmalar gerçekleştirilmiş olsa da, Türkiye’deki mimarlık tarih yazımında mimarları birey olarak ele alan çalışmalar hâlâ sınırlı sayıda. Leman Tomsu’yu inceleyen bu yayın, varolan az sayıdaki biyografilere eklemlenirken, tarih yazımının baskın yaklaşımının aksine, ‘yıldız’ bir mimar üretmemeyi de başarıyor. Bunun yerine, yıllarca bir kadın mimar olarak yakından görülemeyen Tomsu örneği ile bir ‘mimarlık emekçisini’ tanıtarak, tarihe farklı bir pencere açmayı başarıyor.

‘Önemli’ yapılar ve ‘önemli’ mimarlar yerine, üretimi gerçekleştiren birey ile üretim ortamının ilişkilerinin öne çıktığı bir çerçeveden bakmaya olanak sağlayan yaklaşım yaygınlaşırsa, ülkemizdeki mimarlık tarih yazımına yapacağı katkının dikkate değer olacağı kesin.

Bu icerik 10652 defa görüntülenmiştir.