373
EYLÜL-EKİM 2013
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • ‘Gezi’nen Toplum, Direnen Mekân
    Deniz Özkut, Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
    Göksun Akyürek Altürk, Yrd. Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
#DİRENGEZİPARKI

Gezi Parkı’yla Yatıp Kalkarken: Üniversite Öğrencileri Yaşananları Değerlendiriyor

“Hiçbir Şey Eskisi Gibi Olmayacak”

Modern hayatın hızlı akışı içinde sıkışıp kalmış toplum, durup sorgulamanın ötesinde geçim kaygısıyla koşuştururken, Gezi olayları kitaplarda okuduğumuz ideal toplum yaşayışına hepimizi aldı götürdü. 28 Mayıs gecesi sosyal medya sayesinde biraraya gelen insanlar, 29 Mayıs, 30 Mayıs ve dönüm noktası olan 31 Mayıs'ta müdahalelere rağmen çoğalarak aktı Taksim'e. Bense, olan biteni İzmir'den sosyal medyadan takip edebiliyordum. 31 Mayıs gecesinden 1 Haziran sabahına uyandığımda “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tı. Onca müdahaleye rağmen inanılmaz bir kitle Taksim'e ilerliyordu. Ne için yürüyorlardı? Anneannelerimizden, anne babalarımızdan bizlere ulaşmayı başaran, kentlerin belleğinde yer etmiş parkları için mi? Bu bir mimarlık devrimi miydi? Bütün ezberler bozulmuş muydu? Herkes yan yana, evet gerçekten herkes yan yanaydı.

1 Haziran sonrasında “eskisi gibi olmayacak”lar listesi dökülmeye başladı toplumumuzdan: Tüketim olgusuyla kamusal mekânların özel sektör eliyle yaratıldığı tüketim odaklı sosyalleşme alanlarına, AVM'lere dönük kamusallık, yerini Gezi Parkı'nın tüm ülkede yarattığı bilinç ve kamusallık arayışına bıraktı. Günümüze dair, gençlere dönük sosyolojik yaklaşımlar, ayrışmalar Gezi'yle buhar oldu. İnsanlar, şehrine, yürüdüğü parkına, sokağına sahip çıkmayı ilk elden yapınca kazanımlarını gördü. Forumlarla, duvar yazılarıyla şehrinin sözü oldu. İdeolojik imgeleri yoketme çabasının mimari müdahalelerle ne denli etkili olduğu görüldü. Bu uğurda baskı arttıkça, tepki de arttı. Mimari bir “yıkım”dan “direniş”e “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tı.

Öznur Gökhüseyinoğlu

Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü            


Direnişin Mimarlığı

Gezi Parkı’nda yaşadıklarımız, direnen ve direnişi kırmak isteyenlerin mekânsal mücadelesidir. Park, direnişçiler için varolan ideolojiye bir başkaldırı ve düşüncelerini savunma mekânı olarak anlam taşırken, iktidar için kendi gücünün ve hâkimiyetinin bir göstergesi, devamlılığını sağlayabilmek adına direnişçilerden kurtarılması gereken bir alanı ifade etmektedir.

Gezi Parkı olayları ile estetik bir devrim gerçekleşmiştir. Bu devrim, duvar yazıları, afişler, performanslar, gösteriler ve oluşturulan yapılar üzerinden grafik alanda, mekân kullanımında, performans sanatlarında, malzeme kullanımlarında vb. okunabilmektedir. Bu estetik devrim, mimarlık alanında da yaşanmıştır. Parkın, sürekli bir yaşam alanına dönüşmesiyle birlikte belli ihtiyaçlar ortaya çıkmış ve kendiliğinden oluşan çözümler yaratılmıştır. Park içinde kurulan, farklı düşüncelerin ifadesini kısıtlayanlara karşı oluşturulan serbest kürsü, bu yapılara örneklerden biridir. Polis barikatları, briketler, kaldırım taşları gibi malzemeler herhangi bir deformasyona uğramadan, biraraya getirilmiş ve hepsinin birlikteliğinden tek bir anlam ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, direnişin şiddet boyutunu gösteren revir ve veteriner bölümleri ve bilgi paylaşımının sağlandığı Gezi Parkı Kütüphanesi de, rafların ve yağmura karşı bir üst örtünün biraraya getirilmesiyle park içerisinde yarı açık bir mekân oluşturmuştur. Gezi Bostanı, ihtiyaç duvarı, barikatlar, direniş müzesi, çadırlar da direnişin kendine özgü mimarlığını oluştururken, bir başkaldırıyı ve özgürlükleri kısıtlayanlara karşı duruşu ifade etmektedir. Direniş süreci, birçok kavramın yanı sıra vernaküler mimariye yeni bir bakış açısı katmış ve kamusal alan tanımını önemli ölçüde değiştirmiştir. Polisin parkı boşaltması ve kurtarılmış bölge ilan etmesiyle birlikte, parkın kurguladıkları ve yarattıkları mekânsal boyuttan soyut boyuta taşınmıştır.

Serim Dinç 

MSGSÜ Şehir Bölge Planlama Bölümü


Her Şey Birkaç Ağaçla Başladı

Polislerin alana girmesinden önce bu olayın da iktidar tarafından bastırılacağı düşüncesindeydim. 31 Mart, Cuma günü, polisin aşırı güç uygulaması karşısında ilk defa, herkesin olacağına dair inancını kaybettiği bir olay yaşandı: Hükümetin, iktidarın, polisin baskısına karşı bugüne kadar susan halk ayaklandı, sokağa döküldü. Bütün bu olaylar yaşanırken proje teslimim olduğu için bütün olayları internetten takip ettim. Teslimi yaptıktan hemen sonra uykusuzluğuma rağmen soluğu Gezi Parkı’nda aldım. Gittiğim zaman, tanıdığım yerle uzaktan yakından alakası olmayan, barikatların arkasındaki yaşamla karşılaştım. Çadırlarda yatıp kalkan, sürekli yardıma koşan ve günlerce uykusuz kalan insanları gördüm.

İnşaat var diye 1 Mayıs'ta kapatılan Taksim Meydanı'nda, polisin girmediği 15 gün boyunca bir kişinin burnu bile kanamadı. Polis şiddetinin başlangıcından beri 5 ölüm ve 9 bine yakın yaralanma gerçekleşti. Bu şiddete rağmen halk, herhangi bir otoriteye ihtiyaç duymadan kendi kendine çok iyi baktı. Taksim komünü kuruldu, birçok sivil toplum kuruluşu halkla birlikte çalıştı. Bu olayların gerçekleştiği sırada eğlenceler de düzenlendi, ölenler için yas da tutuldu. Gece dağılan ortalığı, gündüz, ‘beğenilmeyen’ o nesil topladı. O çok ‘sindirilmiş’ neslin başının altından çıktı hep bunlar. Okyanus aşırı bilirkişi, “çürük bir neslin yetiştiği”ni söyledi. O ‘çürük’ denen nesil direnişin en başından beri dünyaya insanlık dersi verdi, verecek de!

Ne yazık ki barış zamanı Gezi'yi bir defa ziyaret edebildim. Bir şenlik havası sarmıştı Gezi'yi, her köşede çeşitli gruplar etkinlikler düzenliyorlardı. İlk defa birbirinden bu kadar farklı insanların yan yana geldiğini, omuz omuza verdiğini gördüm Meğer bu halk toplanabildiği zaman güzel şeyler başarabiliyormuş. Bunu görmek kendimi çok iyi hissettiriyor. Yarınlara umutla bakmamı sağlıyor.

Görkem Ertuğrul

Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Mimarlık Bölümü

 


27 Mayıs günü twitter hesabımdaki hareketlenmeyle başladı her şey. Okuduğum bölüm sebebiyle sürekli takip ettiğim Gezi Parkı ve Taksim Yayalaştırma Projesi’ydi mesele. ‘68 kuşağı babamın bile “Tutuklanacaksan bu yüzden tutuklan” diyerek destek verdiği Gezi sürecinden bahsediyorum. İlk günler apolitik diye tanımlanan ‘90 kuşağının sıradışı direnişiyken, sonra sonra okula gider gibi direnişe gider oldum. Gördüklerimiz unutamayacaklarımızdı. Kamusal mekânların hükümet tarafından istilasına artık gözyummak istemeyen bir topluluk vardı. Hükümetin neo-liberal politikalarını kentsel alanda uygulamaya çalıştığı bir süreçten geçmekteydik. Öyle ki hükümet, Türkiye’de hukukun, insan hak ve özgürlüklerinin, demokrasinin yok edildiği bir mekân yaratma konusunda ısrarcıydı. Halk 12 yıldır AKP’nin uyguladığı kapitalist yaklaşıma dur diyerek boyun eğmeyeceğini açık biçimde dile getirdi.

Kurtarılmış alan niteliği taşıyan meydana girdiğimde bambaşka bir ülkeye gelmiş gibi hissetmiştim. Birbirlerini tanımayan insanların gülümseyerek selamlaşmalarını, saldırılar sonrasında birbirlerine yardım edenleri gördükçe, aslında normal olan bu hoşgörünün hükümet sayesinde silindiğini gördüm. Polisin orantısız güç kullanması, bu direnişi bastırmaya çalıştıklarının bir göstergesidir. İnsanların mahremlerine bile müdahale edilen bir ülkede yaşarken, buna bir dur demenin artık vaktiydi. Polis ve hükümet ne yapacağını bilemezken sokaktaki çapulcular mizahta sınır tanımıyordu. Gezi Parkı çoğu insan için bir anlam ifade etmezken, artık bu süreçte kamusallık anlamında üst düzey bir paylaşım mekânı haline geldi. İnsanların baskıya, zulme boyun eğmeyeceği ve demokratik bir ülkede yaşadığımız hatırlatılmıştır! Bu direniş parti ve örgütlerin direnişi değil, halkın direnişidir. Birbirlerine tahammül edemeyen insanların kol kola baskıya karşı dur deme biçimidir. Bu anlamda Gezi Parkı ben dahil hayatımız boyunca unutamayacağımız deneyimlere evsahipliği yaptı. Bu süreç aynı zamanda hiç unutamayacağımız sloganların ve kavramların doğuşuna da tanıklık etti: Sonucu “Ay resmen devrim” sloganıyla kapatmak istiyorum.

Gizem Küçükkaraca

MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü


Gezi Parkı Ne Demektir?

Güneş altında bir süredir yürüyorsundur, yorulmuşsundur, soluklanacak bir yer ararsın. Aradığın yer öyle bir yerdir ki hem kafanı dinlemek istersin, hem herkesle iç içe olmak. Kendini kimseden soyutlamak istemezsin, fakat biraz kişisel alanın da kimseye zararı yoktur, öyle değil mi? Sonra o güneş altında gittiğin yollar seni bir yeşilliğe ulaştırır. Bu alan diğer beton yığınlarının arasında sana huzur vaadeder. Yeşile dokunursun, onu hissedersin. Kendini çimlere bırakırsın. Güneş artık seni acıtmaz. Çünkü üstünde koruyucu bir katman vardır. Nefes almak senin için daha rahattır. Sıcak artık seni rahatsız etmiyordur çünkü ağaç sana gölge imkânı sunmuştur. Çimlerin üzerindeki o uzanma, artık senin özgürlüğündür.

Gezi önceleri sadece bir parktı. Ama artık özgürlüğün sembolü haline geldi. Tüm farklılıkların kabul gördüğü, bu farklılıklara rağmen beraber yaşamanın deneyimlendiği, ağaç dalları gibi birbirine kucak açmanın hiç zor olmadığı kurtarılmış bir bölge. Özgürlüğün simgesi haline gelen bir alan, bir direniş platformu…

Kolay olan her zaman yıkmak, yapıcı olmak ise emek isteyendir. “Yapıcı olmak” kavramı ise, beton yığınlarını üst üste dizmekten çok uzaktır. Kavram özgürlükle bağdaştırılmalıdır. Onlarca AVM, yüzlerce otel, binlerce konut arasından hangisinde çantanızı başınızın altına koyup, güneşin ışıkları yüzünüze değerken sırt üstü uzanabilirsiniz? Artık mesele, kişisel özgürlükler, dayatmalar, kısıtlamalardır.

Bir yere sabitlenmiş olarak hayatlarını sürdürmek zorunda kalan ağaçlar neden özgürlükle bağdaştırılmıştır, hep merak etmişimdir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, istedikleri kadar sonsuzluğa doğru büyüyebilmeleri sanıyorum. Belki de kimi insanlar, kıskandıkları için bu denli karşılar onlara… Belki de çözüm bu özgürlüğü kıskanmak ve yok etmekten ziyade, Gezi’de bulunan herkes gibi orayı yaşatmaktan geçiyordur. Biraz empati, biraz hoşgörü… Ne olduğunu hiç bilmeyenler için ise bu kavramlar Gezi Parkı’nda bolca mevcut. Tek yapılması gereken öğrenmeye heves etmek.

Ceren Balkan

Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü 


27 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı’nın fiilen yıkım girişimlerinin sonuçları 31 Mayıs’tan bu zamana kadar devam etti, etmekte... Sürecin tanığı, katılımcısı, ‘90 kuşağı genci olmanın farklılığını gördüm, yaşadım. Bu süreci her bir alandan, forumdan, “yandaş olmayan” medyadan izlemiş ve takip etmişsinizdir. Yandaş medya diyorum, çünkü bunu gözlemlemek ve takip etmek o kadar kolay ki, bu süreç içerisinde artık yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz olayları kamuoyuna duyurmak, doğru aktarımını sağlamak o kadar zor ki!

Gezi olaylarının patlak verdiği 31 Mayıs günü Taksim Gezi’de yer almak, 21 yaşıma gelene kadar özgürlüğüm için, kendim için, ülkem için yaptığım en etkili olaydı. Bazı olaylara / eylemlere kendi isteğinizle bile katılamadığınız anlar vardır veya o süreç içerisinde etkili olamamışsınızdır. Gezi Parkı olaylarında ‘90 kuşağı gençleri bunu öylesine güzel başardılar, başardık ki, sesimiz etkisiz olmaktan çıktı, gürleşti giderek... 31 Mayıs gecesinden 12 Haziran gecesine kadarki süreçte bilfiil polisle, insanlarla, Gezi Parkı’yla iç içe olmanın haklı gururunu yaşadım. 21 yaşıma kadar ülkemde tek korunaklı hissettiğim ve yanlarından geçerken sempati duyduğum insanlardı polisler. Artık ülkede öyle bir sürece girdik ki, her bir alan ve meslek diktatörlüğe esir olmuş durumda.

İşte tam da bu noktada, Gezi Parkı’na yapılan müdahale biz gençlere bir çıkış noktası oluşturdu, dayanak noktamızı gösterdi, sınırlarımızı yeniden çizdirdi, hayatımıza müdahalenin / kısıtlamaların baskısını püskürttü. Bedenen biber gazına, biber gazı kapsülüne (ki o kadar sert biçimde geliyor ki), tazyikli suya maruz kalmanın yarattığı fiziksel baskı kadar psikolojik baskıya da maruz kaldım. Bu durumun beni etkilediğini belirtmeden geçemeyeceğim. Yürüdüğüm sokakta seslerden korkar, bir siren sesi duyduğumda irkilir oldum. Olaylar sırasında çok net gözlemlediğim ve deneyimlediğim “beraberlik”ti. Hiç tanımadığın insanın yere düştüğünde seni kucaklayıp korumasıdır birlik ve yardımlaşma; açsan yemeğini ve suyunu, üşüdüysen battaniyesini paylaşmasıdır. Kin, nefret, bencillikten yoksun bir alan yaratmıştık. Polis baskısına çiçekle, kitapla tepki verdiğimiz, arkadaş olarak sohbet ettiğimiz bir olay yaşadım, yaşadık...

Yeliz Çolak

MSGSÜ, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü


Biz Kazandık

İktidara karşı yapılan herhangi bir protesto değil bu. Bu, iktidara karşı, muhalefete karşı, siyasete bulaşmış ve hayatımıza bir şekilde yön vermeyi kendine hak görmüş her bir kişi ve kuruma karşı bir duruştur. İnsanların yıllardır yolunu gözlediği, kendisini kurtaracak kahramanın gelmeyeceği gerçeğinin yarattığı hayalkırıklığı ancak bu kadar umut verici biçimde dönüşebilirdi. Kahramanlar öldü. Demokrasi yalan. Eylem yeri, saati yok. Halkın yönetim erkini bizzat kendinde görmesinin verdiği özgüvenin korku verici bir karmaşa değil, sağlıklı bir toplumsal hayatın temel taşı olduğunun 140 yıl sonra gözlemlendiği yerdi Taksim komünü.

Kimi zaman “ütopik” bulduk, kimi zaman hiç umut edemedik böyle bir deneyimin yaşanabilecek olma ihtimalini. Oysa özgürlük bir lüks değildir. Direniş her an, her yerdedir.

Komünde her rengin, her müziğin birarada olması, anlaşmazlıkların an itibariyle otokontrolle çözülüvermesi hiçbir iktidarın işine gelecek bir şey değildir. Kaldı ki iktidar, tahammül sınırının çoktan aşıldığı böyle bir tablo karşısında kendini komik duruma düşürmek pahasına çocukça mızmızlanır, saldırganlaşır.

Beşiktaş sırtlarına kadar uzanan Gezi Parkı, rantçı-işgalciler tarafından bir avuç bırakıldı. Biz hakkımız olanı almaya geldik ve her yer park oldu. Biz özgürlüğün tadını aldık bir kere. Biz kazandık.

Onur Kaçmaz

Marmara Üniversitesi, Heykel Bölümü mezunu


Geri Gelen Umut

Her gün yeni bir çılgın projeye uyandığımız bugünlerde kaleme aldığım bu yazıda, Gezi Parkı eylemleri ve bize kazandırdıklarını, klişelere saplanmamaya çalışarak, genç bir birey olarak üzerimdeki etkileri ve bende oluşturduğu düşünceler üzerinden anlatmaya çalışacağım.

Duruşum ve düşüncelerimin oluşmaya başladığı günlerden bugüne bu ülkede yaşamak, her geçen gün geleceğe dair umutlarımın kaybı demekti. Yanlışların düzeleceğine dair inancımı yitirme sinyallerinin artık şiddetlice çalmaya başladığı son zamanlarda patlak veren Gezi Parkı eylemleri, ülkeme dair kaybettiğim bu umudun yeniden yeşermesini sağladı. Sahip olduğumuz kamusal alanlar üzerinde sözsahibi olmak için gösterilen çaba, o an orada bulunan ve direnişi başlatan kişilerden hepimize sıçradı. Gezi Parkı eylemleri artık yitirilen sözhakkının yeniden kazanılması için harekete geçmek gerektiğinin farkına varmamızı sağlayan son damla oldu. İşte kaybettiğim umudu geri getiren de buydu: Bir şeylerin değişmeyeceğine dair zihinlerimizde oluşan ve artık yadırgamadığımız bir durumun kırılma noktası, tepkisizliğimizin sonu, uyanışımız oldu.

Gördüğüm en önemli şey ise, gösterilen tepkinin türüydü. Ciddiyet ve şiddeti kırabilecek güçlü silahlardan biri olan mizahın, absürd olanın ustaca kullanımı, kişilerin attığı ortak bir kahkaha gibiydi, direnişe ayrı bir önem ve özellik kattı. Düzenlenen forumlar gibi her türden fikrin çarpışmasına ve tanınmasına olanak tanıyan platformlar ile salt direnmenin değil, sağlıklı bir diyalog kurmanın yolu açıldı.

Kazandırdıkları ve Gezi Parkı ruhunun geri getirdiği bu umut ile “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”

Nur Gayretli

Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü


Gezi Parkı Olaylarının Toplumsal ve Kentsel Kazanımları

Gezi Parkı direnişi ile ülke genelinde başlayan toplumsal / kentsel aktiviteler zincirini, politik, sosyolojik, ekonomik, psikolojik pek çok bağlamda ele alıp incelemek mümkün. Gezi direnişini, şehirdeki politik, sosyal ve toplumsal hayatın temeli olan “mekân”ın başlattığını görebiliriz. Gezi Parkı’nın bir toprak parçası işgal ediliyormuşçasına, otoriter devlet ve halk arasında el değiştirmesi, bu direnişin mekân üzerinden başladığının bir göstergesidir. İktidarın kamuya ait kentsel bir mekâna müdahale konusundaki ısrarcı tavrı, Gezi Parkı'nın halk tarafından sahiplenilmesini ve bu mekânın dönüşerek toplumsal birliğin bir simgesi haline gelmesini sağladı. Gezi direnişi sayesinde insanlar şehri yeniden keşfetmeye, şehrin sesini duymaya ve tekrar şehirli olmaya başladılar. Yaşadıkları şehrin sokaklarını keşfettiler, birlik olurlarsa o şehrin sokaklarında neler yapabileceklerini gördüler. Özgürlüklerine ve özgürlüklerini doyasıya yaşayabilecekleri mekânlarına / parklarına / sokaklarına sahip çıkmayı öğrendiler. Emek'in “sinema”, Gezi Parkı'nın “park”, AKM'nin “AKM” olarak kalmasını istediler. Tüm bu olanlar sayesinde, toplum olarak parkların sadece “yeşil boşluk”lardan ibaret olmadığını; ancak insanla / yaşamla varolabildiğini gördük. Meydanların da ancak “sesini duyurmak, özgürlüklerine sahip çıkmak için biraraya gelmiş kalabalıklarla” gerçekten “meydan” olabildiğini. Gezi Parkı'nın tüm bu direniş sırasında, reviri / yeme-içme mekânları / kütüphanesiyle küçük bir komünal yaşam alanına dönüştüğüne şahit olduk.

Gezi olayları, yaşam tarzlarına göre sosyal kutuplaşmaların olduğu bir kentte, insanların aynı talepler için yeniden birarada olmayı, yardımlaşmayı öğrendiği önemli bir sosyal kırılma noktası oldu. Süreç içerisinde iktidarın, kamusal alanın yapılaştırılmasına ilişkin dar politikalarına karşı duran tüm gruplar, oluşumlar açıkça hedef gösterilmiştir. Tüm bunlara ve otoriter devletin olaylara yaklaşımı sırasındaki şiddete rağmen direnişe destek olup, özgürlükleri için direnenler, bize, gelecek yıllarda demokrasimiz ve kent kültürümüz için bazı şeyleri değiştirebilme gücüne halen sahip olduğumuzu gösterdiler.

Müge Cengiz

Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü 


“Yeniden Yapamamak”

Taksim Topçu Kışlası Projesi ile bir kez daha İstanbul’un kültür mirasları tehdit ediliyor. Topçu Kışlası’nın rekonstrüksiyonu, akla bir restorasyon uygulaması olan rekonstrüksiyonun, yani “yeniden yapım”ın uygulanış ilkelerini akla getiriyor. “Tarihî kentlerde dokunun oluşumu ve siluet açısından vazgeçilmez olan, yapıların doğal yollarla veya insan eliyle yitirilmesi sonrasında ortaya çıkan boşluğun doldurulması için ‘yeniden yapım / rekonstrüksiyon’a başvurmaktan başka çare kalmaz.”(1) Sözkonusu uygulamanın gerçekleştirilmesi için rekonstrüksiyonu gerçekleştirilecek yapının kentin kimliğinde ve kentlinin belleğinde yer alması esasken, bugün yapılmak istenen (Üstelik restitüsyon çalışmaları için yeterli veri yokken) tamamen aksi bir durumdur. Öte yandan Topçu Kışlası’nın yeniden inşası ile ona yüklenecek işlevler arasındaki uyumsuzluk hakkında çok fazla şey söylemeye gerek yoktur herhalde.

Bölgenin yeşil alan ihtiyacını karşılayan bir alana, bellekte yeri olmayan bir yapının kopyasını yapıp, içerisine AVM, kafeterya ve otopark gibi işlevler yükleyerek kent belleğine kışlayı zorla mı yerleştireceğiz? Ya da gerek kutlamalarla gerek gerçekleştirilen çeşitli etkinliklerle gündelik hayatımızın bir parçası olan kültür varlığımız olan parkımızı zorla mı belleklerden sileceğiz? Tüm bu sorular zihinlerimizi meşgul ederken, derdimizin gerçekten “tarihi canlandırmak!” mı, yoksa yeşil alan olarak kullanılan bir yere “yapılaşma hakkı kazandırılmaya” çalışmak mı olduğunu sorgulamamız gerekiyor.

Taksim “Gezi Parkı” İstanbul’un yeşil alan ihtiyacını karşılama niteliği ile kentlinin kullanımına / kamuya açık olarak yaşamına devam etmelidir. Çünkü Gezi Parkı, rant kaygılarıyla üzerine projeler üretebileceğimiz bir avuç ağaçtan ibaret bir alan değildir!

Serap Canoğlu

Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü 

1. Ahunbay, Z. 2007, “Yeniden Yapım, Rekonstrüksiyon”, Tarihî Çevre Koruma ve Restorasyon, YEM Yayın, İstanbul


“Yaşam”sal Direniş

Gezi Parkı’nın yerine yapılması planlanan AVM projesine karşı başlayan ve büyüyerek daha sonra “Haziran direnişi” olarak anılan halk hareketlerinin Beyoğlu’nda odaklanmış olması tesadüf değildi. Özellikle son on yılda Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi çevresindeki mekânsal müdahalelerin büyük kısmı, mekânın fiziksel olduğu kadar sosyal yapısını ve kullanıcı kitlesini değiştirmeye yönelikti. Fakat Haziran direnişi bize şunları gösterdi: Beyoğlu hiçbir iktidarın tahakküm alanı değildir, Beyoğlu halkındır.

Yasam biçimlerine ve alanlarına yapılan müdahalelerin sınırları zorlandığında beklenmeyecek büyüklük ve şiddette tepkiler verebilen insanlar yaşam hakkına sahip çıkmaktadır. Bu hakkı korumakla yükümlü olan iktidarın Gezi’de ve diğer tüm kamusal mekânlarda tanık olduğu manzara bu gerçeğin hatırlatılmasıdır. Türkiye gençliğinin on yıllar süren suskunluğu, kentsel bir olaya verdikleri tepki ile bozulmuştur ve bu tepkinin kentsel bir mesele üzerine patlak vermesi kent meseleleri ve yaşam alanlarına yapılan müdahalelere gençliğin bundan sonra da tepkisiz kalmayacağına işaret eder.

2013 Mayıs ayından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Halkın özellikle kent hakkı mücadelesi bundan sonra Türkiye’deki yerel ve merkezî tüm yöneticiler için çoğulcu demokrasi anlayışını zorunlu kılacaktır. Gerçek mekânda başlayan direnişin hızla sanal platformlara yayılması kamusal alan kavrayışımızı yeniden tanımlamış, kamusal alanların önemli bir bileşeni olan sanal platformlar direnişin kitleselliğinin katlanarak artmasını sağlamıştır ve bu süreçte yaratıcılığın rolü mücadelenin etkisini güçlendirmiştir.

Ahmetcan Alpan  

MSGSÜ Şehir Bölge Planlama Bölümü

 

Bu icerik 4585 defa görüntülenmiştir.