372
TEMMUZ-AĞUSTOS 2013
 
MİMARLIK'tan

YAYINLAR



KÜNYE
#DİRENGEZİPARKI

Başka Bir Kamusallık Mümkün! GEZİ PARKI!

Behiç Ak, Mimar, Yazar, Çizer

"Yeni liberal" kapitalist ekonomi, "Kamu", "Devlet" ve "Özel" arasındaki dengesiz ilişkiyi, "Kamu" aleyhine daha da bozdu. Türkiye’de zaten "Devlet"le "Kamu" arasındaki farklılıklar tam ortaya çıkmamıştı. Bütün devlet yatırımlarının isminin, "Kamu iktisadi teşebbüsü" olmasından belli değil mi? "Devlet" deyince "Kamu" anlaşılır bizde.

YENİ LİBERALİZM VE "KAMU"NUN ÖZELLEŞTİRİLERMESİ

1980’lerden itibaren "Devlet" ve "Özel" el ele vererek "Kamu"yu zayıflatmaya başladılar. Artık herkes özgürlükten sözediyor, kime sorsanız daha demokrat olduğunu ilan ediyor, otoriter eğilimlere karşı ateş püskürüyordu.

Devletin ceberutluğu öne çıkartılıyor, ne kadar çok özel sermaye yurda girerse ülkenin o kadar gelişeceğine inanılıyordu. Devlet kurumlarının, fabrikalarının, şehir mekânlarının özelleştirilmesi demokratik bir hamle, "bir sivilleşme" olarak görülüyor ya da gösterilmeye çalışılıyordu.

Halkın vergileriyle kurulmuş birçok işletme, halka sorulmadan, özel kişi ve şirketlere devredildi.

Önceleri yavaş yavaş başlayan kamu hayatının daraltılması AKP yönetiminde artan bir ivmeyle tırmanışa geçti.

Giderek otoriterleşen Devlet ve özgürlükçü demokrat liberaller ve İslamî politikayı şiar edinmiş politikacılar el ele vererek kamusal alanın yokolmasını desteklediler ya da gözyumarak yaşam alanlarının daralmasına neden oldular.

Meydanlar yokedildi, parklar imara açıldı, ağaçlar kesildi, dereler özel şirketlere devredildi, altın şirketleri mahkeme kararlarını hiçe sayarak ormanlık alanlarda altın aramaya başladılar.

Her atılan adım "Ekonomi için yapıyoruz" cümlesiyle meşrulaştırıldı. Şirketlerin para kazanmasını istemek halk yararınaydı. Böylelikle insanlar iş bulabiliyor evlerini geçindirebiliyor, çocuklarını okutabiliyorlardı. Eğer bir sorun olursa, “ilahi adalet” mutlaka devreye girecek, yani ”piyasa” sorunları çözecekti.

Liberal ekonominin “Piyasa herşeyi çözer” formülü bize hiç hayal etmediğimiz kadar mutlu bir hayatın güvencesini veriyordu.

Diyelim ki doğayı kirletiyoruz, çevremiz sağlığımızı tehdit eden materyallerle doluyor. Üzülmemize gerek yoktu. Mutlaka “piyasa” duruma el atacak, çöpleri ayrıştırıp kârlı işletmeler kurulmasını teşvik ederek bu olumsuz durumlardan faydalı sonuçlar çıkaracaktı. “Kazan kazan” ilkesiyle hem doğa kurtulacak, hem çöpler yok olacak, hem para kazanılacak, hem de hammadenin geri dönüşü sağlanacaktı.

Yeni kamusallığın anahtar kelimesi “piyasa” idi. Eğer doğruyu savunuyorsak, mutlaka fikirlerimiz “piyasa”da değer yapardı. Haksızlık yapanın borsada değeri düşerdi. Eğer bir hükümet halk yararına bir yönetim sergilemiyorsa piyasa onu affetmezdi. Borsa düşer, hükümet iktidarı terketmek zorunda kalırdı. Muhalefetin radikal ve en meşru uyarılarından biri, “Yapmayın! Borsayı tepetaklak edeceksiniz!” idi. Sonsuza kadar sürecek olan “ideal düzen” nihayet tesis edilmişti. Tarihin sonu gelmişti.

Özel olan şey kamusaldı artık!

Bir dönemin aydınlarının kamusallığı sadece Devleti savunmak olarak görmesi yanlışlığı, negatifini yaratmıştı. Kamusallık sadece “Özel”i savunmaktı artık. Sınıf farklılıkları “demokrasi” alanının dışına çıkarıldı. Hem zaten herkes orta sınıftı artık! “We are all middle class!” Alt orta, orta orta, üst orta sınıflar vardı sadece.

Köşe başındaki dilenci bile alt orta sınıftan hissediyordu artık kendini. İşçi babasından harçlık alan işsiz genç bile kendisini orta sınıf zannetmeye başlamıştı. Hatta buna babasını bile inandırmıştı. Alt sınıftan olmak ise kabul edilemez, aşağılayıcı bir şeydi. O yalnızca fakir değil, cinsiyet ayırımı yapan, nefret söylemine sahip, cahil, Chavs! Paki! “maganda” idi.

Demokrasi alanı gerçekte daraltılırken, “genişletildiği” söylemi başarıyla yaratıldı. Giderek artan işsizlik oranıyla gençlere tek kamusal alan olarak internet medyası gösteriliyordu. Yaşamı internet olan, apolitik olduğu düşünülen, etliye sütlüye karışmayan bir gençlik oluşturulduğu düşünülüyordu.

Demokratik tartışmalar, ancak kimlikler üzerinden yapılabilen “kültürel tartışmalar” ile sınırlandırıldı. Ana medyada fikir tartışmaları “Kemalist”, “ulusalcı”, “Kürtçü”, “liberal”, “sünni”, “alevi”, “İslamcı”, “cemaatçi” gibi isimlerle kodlanmış insanların yaptıkları tartışmalardan ibaretti.

Bu tartışmalara katılan insanların üzerinde anlaştığı temel konu “Ekonominin tıkır tıkır işlemesi gerektiği” idi. Daha başka ne isterdi ki insan?

Ana medyada sendikalar, kitle örgütlenmelerinin sözcüleri, çalışanların temsilcilerinin görüşleri yer almaz oldu. Tıpkı torba yasaların oluşturulmasında uygulanan taktik, burada da başka bir biçimle uygulandı.

Medyadaki tartışma programlarına özenle “fikir” sahiplerinin yanında “çıkar” sahipleri de yerleştiriliyordu. Demokrasi kuzuyla kurdun özgürce tartışmasına benzetilmişti. Kuzu fikir sahibiydi; dini, Marksist, vb, yani entelektüel referanslı kavramları kullanarak kendini özgürce ifade edebiliyor, kurt ise onu yiyordu. Böylelikle ‘demokratik katılım’ sağlanmış oluyordu.

İç borçlanma pahasına devlet tahvilleri yoluyla sıcak para ve Avrupa’da yatırım yapamayan küçük sermaye Türkiye’ye çekildi. Spekülatif kâr üzerine kurulu bir ekonomi yaratıldı. Bu ekonominin giderek işsizlik oranlarının yükselmesine neden olacağı bir krizle sonuçlanacağı biliniyordu. Öyle dönemleri atlatmak için ise devletin vatandaşıyla bütünleşmesini sağlamak gerektiği açıktı. İtaatkâr, muhafazakâr ama piyasa ekonomisi yanlısı bir insan tipi yaratılması kaçınılmazdı. Toplumun ortak muhafazakâr değerlerinden yola çıkarak ve muhafazakâr kitleleri yedekleyerek işsiz yeni kuşaklar üzerinde baskı kurmak gerektiği açıktı. “Özel hayatı ilgilendiren müdahaleler”le halk bu muhafazakâr kutuya konmaya başlandı.

İçki içilip içilemeyeceğini, bir kadının kaç çocuk doğurması gerektiğini, kürtaj yapılıp yapılamayacağını, nasıl düşünüp düşünülmeyeceğini söyleyen bir devlet anlayışı ile yola devam edildi. “Özel” hayat artık “Devlet”in kontrolünde olacaktı.

İnşaat sektörü bu ekonominin motoruydu. Ne kadar çok inşaat yapılırsa o kadar çok düze çıkılacaktı. O yüzden arsa gerekiyordu. Fakat arsaların birçoğu “kamu”nun elindeydi. Şehirlerin tarihî merkezlerindeki yüksek rant değeri olan bakımsız konutlar da gelir düzeyi düşük insanlar tarafından satın alınmış ya da kiralanmıştı. Kamusal alanlar imara açılmalı, insanlar da buna sevinmeliydi. Hapishanesinin arazisinin değer yapmasına sevinen mahkûmlar gibi...

İnşaat sektörünün önünde engel olarak duran kamusal ve özel hukuka yeni biçimler vermenin zamanı gelmişti. Arazileri almak için, yeni bir kamusal alan anlayışı yaratmak gerekiyordu. Bunun için anayasa dâhil “yeni yasalar”a ihtiyaç vardı. Bu yasalar hukuksal prensiplerden çok, sorunları çözmeyi pratikleştiren ticari kurallardan yola çıkarak yazılmalıydı. Devlet artık şirketlere yol açan bir şirket olduğuna göre, şirketin kâr etmesinin önündeki bütün engeller kaldırılmalıydı. Bir “CEO”su, “başkan”ı olmalıydı. Kurallarını “hukuk” denen ayak bağından değil, “ekonomi”den almalıydı.

Bu yasalar yoluyla kamusal alanın önemli bileşeni olan “hukuk” da özelleştirilmelere uygun hale getirilmeli, bir tür özel hukuk yaratılmalıydı. Bu ancak “torba yasalar” yoluyla sağlanabilirdi.

TORBA YASALAR

Torba yasalar, “toplum yararını savunan” hukuki kanun maddelerinin arasına “bir takım çıkar gruplarına sınırsız olanaklar sağlayan” hukuk dışı normları barındıran maddelerin yerleştirilmesi demekti.

Bazen tek bir madde için yeni bir kanun yazılarak işe başlandı. Kelimenin tam anlamıyla Kuledibi’ndeki “üçkâğıtçı” mantığıyla insanlar güzel iki kartla oyalanırken, üçüncü kart el çabukluğu marifetiyle gizleniyordu. Böylelikle hukuksal kurallar “by pass” edilebiliyordu. “By pass” bu dönemin sıklıkla karşılaşılan karakteristik yöntemi idi.

Başta halkoyuna sunulan Anayasa bir “torba yasa”ydı. Anayasa ile askerî vesayeti kaldıran, demokratik maddeler yanına kuvvetler ayrılığı ve hükümetin kamusal denetimini olanaksızlaştıran maddeler yazılarak otoriter bir yönetimin kapısı aralanıyordu.

Referandum liberallerin desteğiyle kazanıldı. Anayasa’yı analiz etmeyen, hatta okumayan liberal aydınların büyük bir kısmı ideolojik bir tutumla “Yetmez Ama Evet” diyerek bu torba yasaya “evet” oyu verdi. “Evet” diyenler, Anayasa’da “yerindelik denetiminin kaldırılması”na, yani “üstün kamu kavramı”nın Anayasa’dan çıkartılmasını da onaylamış oldular. Bu hükümetin büyük başarısıydı.

İsimleri şiirsel olan diğer torba yasalar için de aynı şey geçerliydi. 16 Haziran 2005’te kabul edilen 5366 sayılı Kamulaştırma Yasası’nın ismi, kimsenin karşı çıkamayacağı kadar kamusaldı: “Yıpranan Tarihî ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek korunması ve Yaşatılarak Kullanılması hakkında Kanun” Ormanları imara açan yasanın ismi ise,“Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” idi.

Oysa 5366 sayılı Yasa’nın amacı, bazı maddeleri yoluyla, şehrin tarihî bölgelerinde yaşayan çoğunlukla yoksul insanların evlerini yok pahasına satın alıp, özel şirketlere devredebilmekti. Daha önceki kamulaştırma yasalarından farklıydı. Kamulaştırılan yerin yalnızca kamu yararına kullanılması gerektiğini söylemiyordu. Bu yasayla kamulaştırılan yerler, özel şirketlere devredilebiliyordu. Yasa adeta tersten çalışıyor, özel bir şirketin devlete “Bana burayı kamulaştırır mısın?” deme hakkını sağlıyordu. Yani aslında kamulaştırma falan yapılmıyor, “Özel” bile “özelleştiriliyordu”.

Tarlabaşı ve Sulukule’de bu planlar başarıyla uygulandı. Yoksul insanlar şehir dışına sürüldüler. “Kazan kazan” politikası burada da geçerliydi. Evler hem piyasa değerinin çok altına satın alınıyor, hem herkesin gözbebeği özel şirketler büyük kârlar sağlayan yeni arazilere kavuşturuluyor, hem de evinden çıkarılan insanlara şehir dışında yeni evler satılıyor ve bu satışlardan da para kazanılıyor, hem de şehrin göbeğindeki fakirlerden kurtulunuyordu. Ekonomi tıkır tıkır işliyordu.

Bütün bu politikaların devam edebilmesinin en önemli koşullarından biri daha fazla arsa üretmekti. Bunun için her metrekarenin önemi vardı. Devlete ve kamuya ait bütün alanlar AVM, müze, konut, rezidans, ne amaçla olursa olsun mutlaka imara açılmalıydı. Kat yükseklikleri misli misli artırılmalıydı. Hiç durmadan çılgınca inşaat yapmaktan başka çare yoktu.

TAKSİM PROJESİ

Taksim Projesi de bu projelerden biriydi. “Taksimi Yayalaştırma Projesi” gibi masum bir isimle sunuluyor, dalış tünelleriyle, şehrin en önemli meydanında trafik yeraltına alınıyordu. Böylelikle yine “kazan kazan” politikasıyla yeni kazanımlar elde edilecekti.

  1. Hem şehir merkezindeki müthiş rant değeri olan park imara açılarak yerine bir AVM yapılacak;
  2. Hem Taksim Cumhuriyet değerlerinden arındırılarak “Eski Topçu Kışlası” adı altında karşı-Cumhuriyetçi bir sembol bina şehrin göbeğine yerleştirilecek;
  3. Böylelikle, Mimar Hayati Tabanlıoğlu tarafından tamamlanmış modernist bir yapı olan Atatürk Kültür Merkezi’nden de kurtulup yerine yeni bir bina yapmanın yolu açılacaktı.

 

Ortam çok uygundu. Gezi Parkı Projesi hazırdı. Ortalıkta sesi çok fazla duyulmayan, Taksim Dayanışması, Platformu gibi oluşumların yanı sıra çevre tutkunu birkaç gençten başka kimse yoktu. Hırsız gizlice parkı çalabilirdi. Bir gece polis direnen gençlerin çadırlarını bastı. Karşı çıkanlara aşırı şiddet uygulandı.

Aniden haber duyuldu. Taksim Dayanışması’nın da, Platformu’nun da dahil kimsenin ummadığı bir anda ve büyüklükte çok farklı kesimlerden tepkiler yükseldi. Adeta şehir halkı ayaklandı. Çok farklı gruplardan ve mesleklerden insan selleri Taksim’e akmaya başladı. Kısa sürede polislerle çatışan halk, Gezi Parkını ve Taksim’i ele geçirdi.

Alt sınıflar, öğrenciler, öğretmenler, bazı işçi gurupları, işsizler, burjuva gençler, etnik olarak ezilmiş Kürt gençler, horlanmışlar, futbol taraftarları bir anda meydanı dolduruverdiler. Meydan onların olmuştu.

15 gün süren çatışma sonunda devlet insanları Taksim’den çıkaramadı. Olaylar yurt geneline yayıldı. Binlerce insan yaralandı. Ağır yaralıların sayısı 100’ü buldu. 4 kişi hayatını kaybetti.

“Devlet” ve “Özel” el ele vererek “Kamu”yu yok ederken halk tarafından suçüstü yakalanmıştı.

1 Mayıs’ta işçi sınıfına yasaklanan meydan, 1 Haziran’da halk tarafından işgal edilmişti.

Her yer, her türlü görüşten bayraklarla donatıldı. “Boyun Eğme!” yazılı pankart, AKM’nin tam cephesine asıldı. AKM bir anda Deniz Gezmiş posteri, Türk bayrakları ve politik sloganlarla donatıldı. İlginçti. Üzerine asılan ‘yıkıcı sloganlar’ AKM’yi yıkılmaktan korurken, otorite AKM’yi ‘yıkıcı’lardan kurtarıp, yıkmaya hazır hale getirmeye çalışıyordu.

Belki de halk ilk defa gerçek anlamda “kamusal alan” ile karşılaşmıştı. O artık Devlet (state) ya da Özel (private) değil, Kamusaldı (public). Devletin ve Özelin ihlal edemeyeceği bir şeydi. Başkasına kiralanamaz, satılamazdı.

Her türlü görüşten insan, her kuşaktan kişi, başkalarının düşünce haklarını engellemeden, kendini özgürce ifade edebilirdi. Gerçekleri ifade etmenin önünde hiçbir engel yoktu. Kentin bu parçası, artık insanların sadece görerek birbiriyle karşılaştığı bir “koridor” değil, gerçekten tanıştığı bir “yaşam mekânı” idi. Sanki şehrin “koridorlaşmasına” bir tepkiydi.

İktidara “Koduk mu!” türünden cinsiyetçi sloganlar gönderen futbol taraftarları, ilk defa bu tür sloganları eleştiren “feminist”ler ile burada karşılaştılar. Sloganlarına çeki düzen verme ihtiyacını hissettiler. Kadıköy ve Moda’nın orta sınıf ailelerinin çocukları ilk defa güneydoğuda baskı görmüş çocuklarla burada karşılaştılar. Ana medyanın kendi görüşlerine yer vermediğini gördükleri zaman güneydoğuda olup bitenin neden ana medyaya yansımadığını yaşayarak anladılar. Türkiye’de insanlar ilk defa kitlesel olarak kendilerini haber yapmayan bir televizyonu bastılar. Kapı ve pencerelerine para yapıştırarak “Sen gazeteci falan değilsin! Tüccarsın! Yanlısın! Ancak parayla haber yaparsın!” türünden mesajlar verdiler.

Uzunca bir süredir neo-liberalizmin ona dayattığı kültürel kodlarla “muhalefet” yapan sol, ilk defa asıl failleri, “şirketleri” gördü. Bütün dünyadaki sol, şirketlere karşı ortaklık ve yatırımlarını deşifre ederek mücadele ederken, muhalefet yaparken, kültürel kodlara ve kimlikçi politikalara sıkışmış olan Türkiye solu nihayet “şirket isimlerini” telaffuz etmeye başladı.

Örneğin haberleri objektif olarak vermeyen NTV’nin, Türkiye’nin en büyük bankalarından biri olan Garanti Bankası’nın, Galataport ihalesini alanların (Doğuş Grubu) aynı patronaj içinde olduğu gerçeğini ifade ettiler. Garanti Bankası’nın “SALT” yoluyla sanatı ve kültürel hayatı da denetim altına aldığını farkettiler. Bu son derece güçlü sermaye, Türkiye’nin en büyük çevre olayını haber yapmayabiliyordu. Diğer ana medyanın da durumu bundan hiç farklı değildi.

Taksim’de “yeni bir ortam” oluşturulmuştu. Bu ortam yapılan herşeyin göründüğü bir “medium”du. Burada söylenen her söz, atılan her slogan, her davranış biçimi, tüm şehre, tüm ülkeye, tüm dünyaya anında yayılabiliyordu. Bir gencin kurduğu anlamlı bir cümlenin tüm dünyaya yayılabilmesinin normal olduğu, ama bunun engellendiği gerçeği ortaya çıkmıştı. Ama Gezi Parkı içinde kurulan Çapul TV’de gerçekler gizlenmiyordu. Kısa sürede gençler kendi alternatif televizyonunu yaratmışlardı.

Hastalara bakan doktorların kelepçelenerek gözaltına alınması, tekerlekli sandalyedeki bir insana basınçlı su püskürtülmesi, hatta kaybolanların kim olduğu, polisin genç bir kızın saçını çekmesi, öldürülen bir vatandaşın kim tarafından öldürüldüğü, TOMA’lar gaz saçarken genç sevgililerin öpüşmesi, hayvanların biber gazından ölmesi, bir evin içine gaz atılması, Divan Oteli’ne gaz atılırken, Alman Hastanesi’ne basınçlı su sıkılması vb. herşey görünür kılınmıştı. Kral çıplaktı artık.

GEZİ EYLEMİ BİR BAŞKA KAMUSALLIK...

Çoğu zaman birbirlerine taban tabana zıt görüşleri olan insanların doldurduğu bu alan, bir anda toplumun çok ihtiyacı olan gerçek bir kamusal alana dönüştü.

Neo-liberal dönemin, milliyetçi, ulusalcı, Kürtçü, İslamcı, liberal, sosyalist, komünist, anarşist, futbolcu, apolitik, taraftar, lezbiyen gibi etiketleyerek kutularda tuttuğu bireyler, bu kutulardan çıkarak “yeni bir kamusallık” oluşturdular.

Daralan kamusal alan bir yerde patlamış, yeni bir yaşam tarzı, yeni bir üslup oluşmuştu. Artık o alanda atılan her adım, söylenen her söz, her tavır, her ifade, her birliktelik gerçek olduğu kadar sembolik bir öneme de sahip olmaya başlamıştı. Toplum uzun zamandır ilk defa bir “hikâye” yaratıyordu. Bu hikâyenin içinde yer alan herkes başroldeydi; ama hikâyenin yazarı fırlama mı fırlama, zeki mi zeki, ‘85 ya da ‘90 doğumlu gençlerdi. Kahramanların hiçbirine başat rol vermiyordu. Kendisi de bir lider gibi ortaya çıkmak niyetinde değildi. Ama yarattığı üslup, geçmiş dönemlerin, güzellikleri geleceğe erteleyen ya da bugünlerin, “Gelecekten vazgeçin! Sadece bugün var! ” diyen sözüm ona özgürlükçü, otoriter üsluplarına hiç benzemiyordu. Hiçbir şey üretmemekle, apolitik, ekran bağımlısı, internet hastası, geyikçi, ilgisiz, içe kapanık, bilgisiz ve deneyimsiz olmakla yerden yere vurulan gençlik, bu aşağılanmanın onu ittiği en alt seviyeden isyan ederek çıkmış, hiç beklenmedik bir anda toplumu değiştirecek bir olaya damgasını vurmuştu.

“Sosyal medya” ve “şehrin duvarları” onun sloganları, sınır tanımayan esprili buluşları ile doluydu artık. Gençlik sabahlara kadar TOMA’lara, biber gazı kapsüllerini acımasızca fırlatan polislere karşı mücadele etmekle kalmayıp, esprili sloganlarla, orantısız güç kullananlara karşı orantısız zekâsını sergiliyordu.

Polisin kural tanımazlığına karşı “Kahrolsun Polis!” diye bağırmıyor, “Yeter Artık yaa, Polis Çağıracam!”, “Bizim Gaz Portakallı Olsun” gibi tweetler atıyordu.

“Beşiktaş’ta Satılık İkinci El TOMA”

“Helikopter Kullanmasını Bilen Var mı?”

“İsyanbul”

“Tayyibinden Satılık Arsa, Gezi Parkı” gibi mesajlar sosyal medyayı sallıyordu.

Gezi olayları boyunca en çok ilgi gören televizyon kuşkusuz “Çapul TV” idi. İki gencin son derece ironik, zekâ dolu, cesurca ve ödünsüz haberciliği, sağa sola öğüt veren, bol maaşlı gazetecileri utandıracak ölçüde hakikiydi. Gençler tek kamusal alan olarak gösterilen sosyal medyadan tweet atarak dışarıya çıkmış, şehrin yok edilen kamusal alanlarını doldurmuştu.

Bomba atanlarla mücadele etmeyi bilen yöneticiler, tweet atanların teröristlerden çok daha etkileyici olduğunu görünce ne yapacaklarını şaşırmışlardı.

Özel hayata “Devletleştirerek” müdahale eden anlayışla, Kamu alanını özelleştiren anlayışın aynı şey olduğu ortaya çıkmıştı. Bireyle toplum uzun yıllardır ilk defa bu kadar ortak ve omuz omuza bir mücadele sergiliyordu.

Liberalizmin sola yönelttiği “otoriter olduğu ve bireyi yok saydığı” eleştirisi ya da solun bireylere sadece “kendilerini düşünüp toplumu düşünmedikleri” eleştirisi birden yokolmuştu. Toplum ve birey ortak bir yaşam tarzı için yan yana, omuz omuza hiç geri adım atmadan mücadele etmişti. Gezi deneyimi sayesinde bireysel hakların kazanılmasının toplumsal mücadeleden, toplumsal mücadelenin kazanılmasının da bireye saygıdan geçtiği gerçeği yaşanarak kanıtlanmıştı.

Bu icerik 4176 defa görüntülenmiştir.