371
MAYIS-HAZİRAN 2013
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Kadıovacık
    Ülkü İnceköse, Selim Sarp Tunçoku, Tonguç Akış
    Yazar sırası ile, Öğr. Gör. Dr. / Doç. Dr. / Öğr. Gör. Dr., İYTE Mimarlık Bölümü



KÜNYE
OLİMPİYATLAR VE İSTANBUL

2012 Londra Olimpiyatları’nın Ardından, İstanbul Sırasını Beklerken

Haydar Karabey, Prof. Dr., MSGSÜ Mimarlık Bölümü

İstanbul’un kazanmaya yakın bir aday olduğu 2020 Olimpiyatları için geri sayım başladı. Tokyo ve Madrid ile yarışan İstanbul için nihai karar Eylül 2013’te verilmiş olacak. Yazar, ülkenin mimarlığı, kentleri ve toplumu yanı sıra esas olarak “Olimpiyat ruhu”na uygun anlayış ve kavrayış açısından hazır olup olmadığını sorguluyor.

2012’de Londra Olimpiyatları’nda yalnızca madalya kazanmaya odaklandırıldık, mutsuz olduk. Bari biraz masalla da avutalım dediler. Zaten “Devler, Sultanlar, Periler” de ancak masallarda olmaz mı?

“Çin yapıyorsa biz haydi haydi yaparız…”

“Tesis mi? Birkaç maketle Batılıları kandırırız…”

“Olimpiyat ateşi, asıl bizim burada Olimpos’ta yanıyor…”

“İstanbul, Asya ve Avrupa kıtasını biraraya getiren ve medeniyetlerin kesiştiği, buluştuğu bir şehir…”

“Artık yeter, Olimpiyatlar Müslüman bir ülkede yapılmalı…”

“Biz iş bitince sökülecek uyduruk tesisler değil, kalıcı olacak tesisler yapacağız…”

Elbette Türkiye “büyük ülke”, İstanbul “büyüleyici bir kent”. Ama duymaktan bıktığımız bu soyut değerlerimiz, bu kentte Olimpiyat düzenlemek için yeterli mi? Bu konuya farklı açılardan bakarak, fırsat varken kimi güçlü ve zayıf yanlarımızı değerlendirsek doğru olmaz mı? Örneğin, hâlâ uluslararası alanda rekabete girişebileceğimiz, kubbeden, baklavadan başka değerlerimiz yok mudur?

Günümüz dünyasında uluslararası alanda rekabet ve saygınlık yalnızca ülkelerin büyüklüğü, mutfaklarının ve müziklerinin egzotikliği, finans sektörünün gücü veya füzeleri ile sağlanamıyor. Uluslararası arenada bunlar kadar, belki daha da çok, ulusların yetiştirip birer dünya markası yapabildiği sanatçılar, sporcular, bilimadamları, düşünürler (Bu alanda Londra Olimpiyatları sürecinde sürekli “pazarlanan” kimi isimler aklıma geliyor: Bolt, Phelps, Federer, Beckham, Rowling, Vangelis, McCartney, Bond, Emin, Kapoor…) ile tanıtım ve güç gösterisi yapılıyor.

Bizim kendi uluslararası “marka”larımıza nasıl davrandığımız ise malumunuz: Fazıl Say, iki kelime “özgürlük” konuştu diye gördüğü baskılar nedeniyle neredeyse Japonya’ya kaçacak… Orhan Pamuk, kendi İstanbul’unda polis koruması ile yaşıyor… Mehmet Aksoy, ucube heykeli sayesinde “vatan haini” ilan edildi… Süreyya Ayhan’ı, antrenörü ile evlendi diye aforoz ettik…

Bırakalım evrensel kahramanlarımıza ettiklerimizi, nasılsa Mehter filan diyerek tanıtım işini hallederiz diye düşünenler var hâlâ. Olmazsa bu küresel âlemde bir açılış eğlencesi düzenlemeyi de mi ihale edemeyeceğiz?

2020 için yarışmaya kalkışmadan, şu 2012 Londra Olimpiyatları’nı izlerken aklımıza takılan kimi düşünce kırıntılarını biraz konuşmak gerekmez mi?

Bakalım 2013’te hayallerimiz gerçekleşir ve İstanbul “Olimpiyat şehri” olarak belirlenirse, 2020’ye kadar geçen süre içinde nelerle uğraşacağız:

  • Spor Bakanımız, tesisler ve tesisler ve tesisler yaptırmak yerine sporun esas unsuru olan insan ögesi ile ilgilenebilecek; sporun yöneticileri olan Federasyon yöneticileri ile tepeden inme değil de katılımcı, yapıcı ve sürekli bir ilişki kurabilecek mi?

  • Bu arada, “dindar bir nesil” yanı sıra “sporcu bir nesil” de yetiştirmemiz için bize tanınacak 8 yıllık bir süre yeterli olacak mı? Orta eğitim sistemi için TSM dallarından (Türkçe, Sosyal, Matematik) başka farklı bir arayışa girince, yalnızca İmam Hatip’i akıl edebiliyoruz. Nerede kaldı ki, spor dalları, sanat dalları, bunların bursları, altyapıları, tesisleri ile gündeme gelmesi?

  • Genç bir toplum olmakla övünüp duruyoruz ama sporcu yaş grubunda 20 milyon gencimiz varken hâlâ biraz daha fazla madalya için devşirme eleman arayışındayız.

  • Meseleye, en üst düzeyde bile “tesis yapmak” olarak bakılıyor. Tesis ve altyapı 14 değerlendirme ölçütünden yalnızca 2’si. İnşaat potansiyeli iştah kabartıyor ama mimari, teknolojik nitelikten söz eden yok. Kubbeli nükleer santral tasarlayabilen mimarlarımız, bakalım kubbesiz spor salonları tasarlayabilecekler mi?

  • “Sürdürülebilirlik” deyince yalnızca Osmanlı yapısı restorasyonunu / ihyasını anlayan yöneticilerimiz, bu süreçte çağdaşlığın bu en önemli ölçütü konusunda biraz olsun aydınlanabilecekler mi?

  • Futboldan başka spor, küfürden başka sıfat tanımayan spor basınımız, bu arada badmintonun, çim hokeyinin inceliklerini öğrenebilecekler mi?

  • Saraçoğlu “kupa savaşlarında” acımadan benzinci yakmaya kalkışan mutena spor seyircimiz, örneğin bir tenis karşılaşmasında gerektiği biçimde sessiz durabilecek mi?

  • Emniyet şeritlerini insafsızca kullanan İstanbul şoförleri, bakalım “olimpik şerit”leri boş bırakmayı öğrenecek (veya bu acıya katlanmayı kabullenecek) mi?

  • Maraton için 42 kilometrelik düzgün ve temiz bir yol bulabilecek miyiz? Bu hat boyunca kesintisiz iki yanlı olarak, üstelik düzgünce durabilecek sayıda seyircimiz var mı?

  • Yol boyunca maratonculara vereceğimiz sular mikropsuz olabilecek mi?

  • Bisiklet parkuru olarak kesintisiz ve pürüzsüz, yeşilliklerle çevrili 15 kilometrelik bir yolumuz var mı?

  • Kürek yarışları için İstanbul civarında, 2020 yılında bakalım 3.000 metrelik temiz bir su birikintisi kalacak mı?

  • 2020’ye kadar TOKİ boşluk, yeşil alan bırakacak mı bu kentte ve çevresinde. Nerede düzgün bir yol, nerede top oynanacak bir arsa? TOKİ’nin ulusal bir simge haline getirdiği beton kilitli parke yollar üzerinde mi bisiklet yarışı yapılacak?

  • Hilal biçimli çatısına kanarak yaptırdığımız ucube Olimpik Stadımızı, bakalım o zamana dek (üçüncü bir girişim ile) adam edebilecek miyiz?

  • Tüm meselelere zaten tesis yapımı olarak bakıyoruz, (“İnşaat Ya Resulullah” diye slogan bile ürettik) üstyapı yanı sıra, altyapı inşaat faaliyetleri de iştah kabartıcı. Bakalım o zamana kadar daha kaç köprü, kaç tünel yaparız kentimize. (1) İnşaat Ağaları daha kaç ormanı betonlar?

 

Tüm bunları elbette bozgunculuk olsun diye anlatmaya çalışmıyorum. Bu konuda işimizin ne denli zor olduğunu, konunun yalnızca tesisleşmek değil, bir tür uygarlaşmak iddiası da olduğunu göstermeye çalışıyorum.

OLİMPİK SİTE: SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK, GEÇİCİLİK VE MİRAS

İnşaat hırsına kendini kaptırmış olan, güç ve sermaye birikimini bu yolla pekiştiren egemen çevreler, Londra Olimpiyatları için yapılan kimi “geçici” yapıları alenen küçümsediler. Bu durumda, burada sözü edilen “geçicilik” kavramına biraz daha yakından bakmamız gerekir.

Londra’da Olimpiyat etkinlikleri tüm alt ve üst yapısı ile yani olimpik site için en üst düzeyde yer seçiminden (Doğu Londra’da çevre kirliliği olan bataklık ve kanallarla örülü, terk edilmiş sanayi tesis harabeleri ve yüzlerce elektrik pilonu ile kaplı bir alan), en son ölçekteki ayrıntıya kadar (sporculara verilen çiçeklerin, Olimpik Park’ın yeşil alanları içinde yetiştirilmiş olması) tümüyle “sürdürülebilirlik” yaklaşımı ile kurgulanmıştır. (2)

Özellikle seçilen bölgede gerçekleştirilen “çevre ıslahı” (remediation) ve sosyal kalkınma hedefleri bugüne dek aday kentlerde yapılan tüm Olimpik hazırlıklar arasında en iddialısı ve başarılısıdır. (3)

Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin (IOC) adayları değerlendirirken göz önüne aldığı en önemli ölçütün de bu fırsat ile kentin, fiziksel ve sosyal çevre için ne türden kazanımlar planladığı konusu olduğuna şüphe yok. (4)

Bir diğer ölçüt ise, yapılan bu “muazzam” yatırımın ve devasa yapıların, Olimpiyatlar sonrasında nasıl kullanılacağının, artıkların / sökülen bölümlerin ise nasıl bir geri dönüşüm süreci ile yeniden kullanılacağının / kazanılacağının tasarımıdır.

Bu durumda, Londra’da kapalı yüzme salonunun kimi bölümlerinin yarışmalar sonrasında sökülecek (ve üstelik yeniden kullanılmak üzere bir sonraki 2016 Olimpiyatları’nın düzenleneceği Brezilya’ya gönderilecek!) olması küçümsenecek değil, tam da aksine büyük bir takdir ile karşılanacak bir buluştur.

Olimpiyatlar konusunda oldukça yeni gündeme gelen diğer değerli bir kavram ise “olimpik miras”. Bu kavram ile yapılan tüm yatırımın kent tarihinde en çok bir ay süren bu olaydan sonra nasıl dönüştürüleceği, ne kadarının, nasıl ve kimler yararına kullanılacağı sorgulanıyor.

Oturduğumuz yerden, konuları derinlemesine tartışmadan, hatta tartışmayı gündeme getirenleri de hırpalayarak söylem üretmek yerine, biraz daha düzeyli düşünceler üretebilsek.

Ne var ki, Olimpiyat gerçeğini çağdaş felsefe ve bilim çerçevesinde tartışmak yerine, hâlâ ona taşımadığı ve taşımaması gereken anlamlar yükleyerek yaklaşmaktayız. Birçoğumuza göre İstan­bul'un biricik kurtuluş (Kaçıncı kez kurtarıyoruz bu zavallı kenti?) umudu Olimpiyat oyunlarında! Bu kurtuluş her neyse, onu olağan koşullarda, kendi evimizde, kendi kendimize bir türlü sağlayamıyoruz da, Olimpiyatların bize verilmesi sa­yesinde evimizi düzene sokacağız.

Burada hep aklıma şu tuhaf davranışımız gelir: İstanbul’da ayı oynatmayı, ayılara ayıp oluyor diye değil de turistlere ayıp oluyor diye yasaklamış bir milletiz biz. Şu Olimpiyatları bir alalım, bakın İstanbul’un zavallı sokak köpekleri, kedileri ne oluyor!

Öte yandan, itiraf etmeliyiz ki bu “yarışta” kimi komplekslerimiz de depreşiyor:

"RAHAT OLUN ZATEN BİZE VERMEZLER..."

Belki gerçekten de bu Olimpiyat, kimi yukarıda sayılan sorunlarımız, kimi şu bildik düşmanlarımızın tümüyle karanlık emelleri nedeniyle bize verilmeyecektir. Zaten uzunca bir süre “Olimpiyatlar alınmıyor, birileri tarafından veriliyor” söylemini de dinliyoruz.

Ancak asıl vahim sorun, bu Olimpiyatı alamayışımız olma­yacak. Alıp alamama gerilimini, tıpkı 2012 madalya stresinde olduğu gibi neredeyse bir ulusal onur sorunu haline getirişimiz çok daha fazla kahredecek bizi.

Bu arada, sözlerimin başına dönüp eklememe izin verin: Spora ilişkin hemen hemen her şeyde ol­duğu gibi, Olimpiyat konusunda da tartışmalarımız sa­dece skorda (madalya sayısının yanı sıra bina metrekaresi de var elbet!) somutlaşarak gündeme geldi demiştim. Sonuçlara bakalım: Madalya skoru: Çin: 84, Türkiye: 5.

Olimpiyatların yapıldığı ülkelere ekonomik veya sportif bir sıçramayı “kendiliğinden” getirdiğini uman sokaktaki sevgili vatandaşa da bir kelime edelim mi? 2004 Olimpiyatları’nı düzenleyen sevgili komşumuz Yunanistan 2013’te (halen) ekonomik krizdedir. 2012 Londra Olimpiyatları’ndaki madalya sayısı da 2 (yalnızca 2) adet bronz’dur.

PEKİ, YA “VERİRLERSE?”

Ulusal ve kentsel kamuoyundan gizlenen, ne olur ne olmaz diye paylaşılmayan veya paylaşılmasına gerek bile görülmeyen; ancak İstanbul’u ziyaret eden Uluslararası Olimpiyat Komitesi’ne yapılan sunumlar nedeniyle vatandaş / kentli olarak 23-27 Mart 2013 tarihleri arasında kısmen haberdar olabildiğimiz, övünç kaynağımız Olimpik projelerimiz ile nihayet tanışabildik. Mimari bir değerlendirmeye değmeyecek kadar şematik düşünceler ve her zamanki gibi “çılgın” render’lar ile karşı karşıyayız.

Ama artık konuyu projelerimiz üzerinden de konuşabilecek kadar bilgimiz var.

EVRENSEL BOYUT

Günümüzde açıkça görülebileceği gibi Olimpiyatlar, başlangıcındaki kuruluş amacından epeyce uzaklaşmış durumda. Oyunlar artık spor aracılığıyla tüm uluslardan gençlerin biraraya gelerek tanıştıkları, kaynaştıkları, yarıştıkları bir evrensel şenlik olmaktan çok öte anlamlar ve içerikler yüklenmiş durumda. Bu dönüşümün nedenlerini derinlerde aramaya gerek yok. Küresel dünyanın, yaşama değin her alanı tatsızlaştıran, yavanlaştıran, sahteleştiren, sömüren sermaye güçleri, bu verimli alana da çoktan el attı elbette.

Artık oyunların yapılacağı kentler, TV yayın saatlerine, proje büyüklüğüne, reklam bütçesine, sermaye seferberliğine göre de yarıştırılıyor. Kentleri karşılaştırmakta kullanılan 14 ölçüt arasında açıkça adı geçmese de önemli bir yer tuttuğu söylenen “sürdürülebilirlik” yalnızca bu ticari arka planı biraz dengeleyen tatlandırıcı bir sos, kamuoyunu tatmin etmek için oraya sıkıştırılmış bir parantez gibi kalıyor. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi, Londra gibi kentler bu kavramı fazlaca ciddiye alsa bile, kimi ülkeler için bu ölçütün pek de öncelikle irdelenmeyeceğini sanıyorum. Ölçütler arasında “finans”, “pazarlama”, “medya” başlığı altında finans / kapital konusu ağırlıklı yer tutuyor. Ayrıca konu İstanbul olunca, ulaşım, güvenlik benzeri sorunların çözülmesine öncelik tanınacağı da açık.

YEREL BOYUT

Gecikmiş kapitalizmin başat sermaye birikim aracı / motor gücü, toprak rantı ve inşaat sektörüdür. Bu süreci Türkiye çok sert ve hızlanan biçimde, yaklaşık 40 yıldır yaşamaktadır. Aynı süreç çağımızda petrol zengini Arap ülkelerinde, Çin’de ve Rusya’da da gözle görünür biçimde sürmektedir. Kısa ama çok güçlü biçimde esen bu rüzgâr tükenmeden yapılabilecek çok şey, alınabilecek çok yol vardır.

Türkiye’de “İnşaat ya Resulullah” diye sarakaya alınacak denli açığa çıkan ve neredeyse artık her kesimden nefretleri de çeken inşaat furyası ve sektörün yarattığı inşaat baronları, kendilerine altyapıda ve toprak üzerinde yeni mega inşaat fırsatları kollarken, elbette Olimpiyatların yaratacağı müthiş ve ağız sulandırıcı pasta için her türden desteklerini esirgemeyeceklerdir. Egemen politikalar ise, elbette politik gücünü katmerlendirebilecek inşaatçı taraftarları ile açık bir dayanışma içinde kentsel düzlemde siyaset üretecek ve biricik aktör olduğunun bilinci ve kıvancı ile iktidarını pekiştirecektir.

TARİHSEL BULUŞMA

İşte evrensel ve yerel dinamikler içinde bulunduğumuz bu tarihsel kesitte, bu biçimde üst üste çakışınca mükemmel bir fırsat da ortaya çıkmış oldu. Sekiz bin yıllık bu kenti kendilerine sahipsiz bir oyun alanı ilan eden bu ikili güç, böylece (uluslararası saygınlığı olan Olimpiyatlar sürecini de fırsat bilerek) İstanbul’u kendilerine uygun bir işyeri olarak ilan etmekten çekinmediler.

Zaten bu aşamada kente farklı paradigmalar ile sahip çıkmaya çalışanların muhalefet araçları, becerikli bir halkla ilişkiler sistemi ile cılızlaştırılmıştır. Artık Olimpiyatlar hakkında olumsuz konuşanların bir tür “vatan hainliği” ile, “bozgunculuk” ile suçlanması için yeterli zemin hazırlanmıştır. Böylece “kutsal”, “yüzde seksen kamuoyu desteği sağlanmış” bu ulusal hedef tartışmasız kılınır. Dolayısıyla kent düzleminde yapılacak her türden operasyon da meşrulaştırılmış olur. Önceleri deprem ve çöküntü bölgesi kavramları ile gerekçelendirilen kentsel dönüşüm operasyonları, bir tür kentsel makyaj olarak kamuoyu zihninde olumlanacaktır. Bu vesile ile bu kutsal amaç uğruna nihayet kentin (bir iki çanak çömlek veya birkaç çalı çırpıdan oluşan) doğal ve kültürel mirası da hovardaca tüketilebilecektir.

PROJELER

2020 İstanbul Olimpiyatları için hazırlanmış projelerin tümü (ne yazık ki gerçekten tümü), bu kenti sahipsiz, bağlamsız, geçmişsiz, kültürsüz açık bir alan, bir arazi, bir oyun sahnesi olarak değerlendirmektedir.

Bu yaklaşım sonuç olarak, fırsattan yararlanarak tartışmalı birçok projeyi yaşama geçirmek, ormanlara, göllere yapılar yapmak, Boğaziçi’nin mendireklerini yarış havuzuna çevirmek, Haydarpaşa’ya deniz üzerine 80 bin kişilik stadyum yapmak (geçici olduğu iddia edilse de) gibi cüretkâr, korkunç ve fantastik projeler üretilebilmesi ile sonuçlanmıştır.


NOTLAR

1. Bu yazı, “Birlikte Köprüler Kuralım” olarak belirlenen sloganımız ortaya atılmadan yazılmaya başlanmıştır, dolayısıyla bu ima yalnızca trajikomik bir rastlantıdır!

2. Şimdilerde tüm gerçek dünya metropollerinde yeni yapı yapılırken, “brown land - green land” (Gri arsa: Daha önce kullanılmış, özellikle kent dışına atılmış sanayinin veya dönüştürülebilecek başka bir işlevin yıkılmasıyla elde edilen zaten kirlenmiş arsa. Yeşil arsa: Doğal, yeşil ve üzerinde daha önce hiçbir yapılaşma gerçekleşmemiş arazi) tercihleri tartışılıyor. Elbette “green land”i mahvetmek yerine “brown land”i dönüştürmek, ıslah edip yapılandırmak çok çok daha önemli, değerli, başarılı ve sürdürülebilir bulunuyor. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’ne ve de TOKİ’ye saygılarımızla duyurulur. Buna karşın TOKİ, metropolün orman alanlarını ve su havzalarını da içeren 420 kilometrekarelik bir “yeşil” arsayı Olimpiyatlar için imar edeceğini övünerek beyan ediyor, bkz. TOKİ Başkanı’nın 24 Mart 2013 tarihli basın toplantısı.

3. İstanbul’da ıslah edilecek her “gri” arsaya konut yapacağımız yerde, genellikle dere yataklarına, vadilere konumlanmış bu köhnemiş sanayi alanlarından herhangi biri bu konuya tahsis edilebilir. Arsa mı arıyorsunuz? Hemen önerelim (Parantez içinde kimi sorunlarını da tartışmak üzere):

  • Bağcılar, Basın Ekspres: 720 Hektar (Merkeze ağır yük getirebilir. Güçlü bir “karşı Lobisi” olacaktır.)
  • Yeşilköy Havaalanı: 1.200 Hektar (Gerçekten kuzeye taşınmasını istiyor muyuz? Yine de giderse yerine TOKİ girmesinden iyidir.)
  • Küçükçekmece: 120 Hektar (Öncekiler ile eklemlenebilir.)
  • Dudullu-İmes ve Çevresi: 260 Hektar (Merkeze ağır yük getirebilir. Güçlü bir “karşı Lobisi” olacaktır.)
  • Kartal: 360 Hektar (Burada Olimpiyat sitesi yaparsak acaba Zaha Hadid’in güzel dalgalarına yazık olur mu?)
  • Tuzla, Gebze, Çayırova: 3.000 Hektar (Bizim için fazla büyük bir operasyon değil mi?)
  • Dilovası: 1300 Hektar (Konum ve sorunlar açısından tam Londra Olimpik Parkı için seçilen yer benzeri; müthiş çevre sorunlarını “ıslah” edebilirsek.)

4. Yeni Olimpiyat kentini seçmek için şu 14 tema üzerinden değerlendirme yapılacak:

  • Vizyon
  • Kentsel Miras ve İletişim
  • Olimpiyat Oyunları Genel Konsepti
  • Siyasi Destek ve Halk Desteği
  • Paralimpik Oyunları
  • Yasal Konular
  • Çevre, Finans
  • Pazarlama
  • Spor ve Spor Tesisleri
  • Olimpiyat Köyü
  • Güvenlik ve Sağlık Hizmetleri
  • Konaklama
  • Ulaştırma ve Medya Faaliyetler.
  • Bu icerik 4963 defa görüntülenmiştir.