368
KASIM-ARALIK 2012
 
MİMARLIK'tan

YAYINLAR



KÜNYE
BİENAL

Venedik’te Mimarın Adı Yok

Pınar Gökbayrak, Mimar

29 Ağustos’ta başlayıp 25 Kasım’a kadar devam edecek 13. Venedik Mimarlık Bienali, güncel mimari yönelimleri tartışmak ve üretilen mimarlık bilgisini çeşitlendirerek çoğaltmak için bienallerin hâlâ geçerli kurgular olduğunu gösterdi. Kentli sayısının çok üzerinde turistiyle, ne zaman giderseniz gidin kendinizi adeta, önceden defalarca oynanmış bir oyunun içinde bulduğunuz bir tiyatro sahnesini andıran Venedik, mimarların ve bienal etkinliklerinin kenti üç aylığına istila etmesiyle gerçek bir enerjiyle dolmuş, gerçek hayat devinimi Venedik sokaklarını da keyifli bir rüzgarla süpürüyordu. Mimarlık Venedik’e şüphesiz iyi geliyor. Venedik Bienali de mimarlığa…

Küratörlüğünü David Chipperfield’ın üstlendiği 13. Venedik Mimarlık Bienali’nin teması “Ortak Zemin” (Common Ground) idi. Chipperfield’ın, Kazuya Sejima’nın 2010’da küratör olarak belirlediği “İnsanlar Mimarlıkta Buluşuyor” (People Meet in Architecture) teması ile benzer bir yaklaşımı vardı. Chipperfield çağrısında, mimarlığın ancak farklı uzmanlıkların, işverenler ve kullanıcılar ile ortak bir zeminde buluştuğunda amacına ulaşan bir üretim olduğunun altını çiziyordu. Bienalin ister istemez dağınık yapısı ve temanın istenen yöne çekilebilecek geniş spektrumu nedeniyle bu tarifin epey dışında kalarak kendi varlıklarını zayıflatan işlerin yanı sıra, mimarın kendisindense, varettiği kent ve kullanıcı perspektifiyle ilgilenen çok sayıda ilginç iş de vardı. Bienalin ana mekânları, yine küratörün seçkisini içeren Arsenale ve ülke pavyonlarının bulunduğu Giardini idi. Bu iki mekân dışında kente yayılmış pek çok palazzo’da paralel sergiler ve etkinliklerle bienal ruhu devam ediyordu.

Bienalin açılışıyla birlikte en çok ses getiren hadise, aslında bienale katılmayan Wolf Prix’in “Banal” başlıklı basın açıklamasıydı. Prix, politikacı, yatırımcı ve bürokratlar çoktan kentlerin geleceğini tayin ederken, mimarların sadece kendi kendilerine oyun oynadıklarını, bienalin ise ürün fuarını andırırcasına bir endüstri buluşmasına dönüştüğünü iddia etmişti.

Açıkçası Prix’in bakış açısını güçlendirecek kimi katılımlar da yok değil bienalde. Herzog & de Meuron’un, tamamlanmak bilmeyen Hamburg Filarmoni Binası’nı “ortak zemin” olmak yerine bir “savaş alanı” (common ground yerine battle ground) olarak tarif ederek, projenin başlangıcından bugüne Alman basınında çıkan haberlerin eşliğinde projesini anlatması, ilk bakışta karar verici aktörlerin çatışması üzerinden bir tartışma açacak gibi dursa da, projenin pazarlamasından öteye gidemiyor. (Resim 1) Benzer biçimde bienaldeki iki işinden biri 1985’te tamamlanan Hong Kong’daki HSBC Bankası olan Norman Foster’ın bu mevcudiyeti, zamanı geçmiş bir pazarlama faaliyetinden ibaret kalıyor. Zaha Hadid’in işlerinin Felix Candela ve Heinz Isler’in izinde olduğunu yorumladığı form çalışmalarının maketleri heyecan verse de, Hadid ile Candela ve Isler arasındaki olası zihin akrabalığını, Hadid’in kendisinin değil bir üçüncü gözün betimlemesinin daha iyi olacağı da kuşkusuz. Kısacası yıldız mimarların güncel mimarlık adına söz söyleme fırsatını kaçırmalarının ötesinde, proje tanıtımına dönen bienal katılımları, zihinlerde en az yer tutan işler olarak kalarak artık güncel mimarlık tartışma ortamındaki etkinliklerini kaybettiklerine işaret ediyor.

Rem Koolhaas ise, yine bu yıldız mimarlar girdabından zekice sıyrılıyor ve bienalin en iyi işlerinden birini ortaya koyuyor: “Kamu Yapıları” isimli işinde, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1960’larda Avrupa genelinde bürokrat mimarlar tarafından üretilmiş kamu yapılarına odaklanıyor. (Resim 2) Mimarın adının öne çıkmadığı, dönemi gereği brütalist anlayışla uygulanan yapılar için OMA, “acımasız piyasa ekonomisi ortak payda olmadan önce, çok kısa süre yaşanan, kırılgan ve naif iyimserliğin” ürettiği bu işler üzerinden Avrupa’nın dikkate değer modern yapılarının sol eğilimli hükümet ve mimarlarca üretildiğini söylüyor. Bienalde, mimarın adının geçmediği anonim bir mimarlığın ve mimarlığın kamu yararı gütmesinin altını çizen tek iş OMA ile sınırlı kalmıyor.

Hollandalı Crimson Mimarlık Eleştirmenleri Grubu da, “İyinin Sıradanlığı” başlıklı işlerinde, savaş sonrası iyimser bir vizyonla hazırlanmış kamu yararı güden kentsel tasarım projelerinin yerini, zamanla kapalı sitelerin ve küresel sermayenin üretici gücü haline gelen yerleşke tasarımlarının aldığını anlatıyor. (Resim 3, 4) Küresel sermayenin ürettiği yıldız mimar (starchitect) nosyonunun silinip, ikinci planda kalabilen bir mimar profilinin ve sosyal devlet özleminin mimarlık camiasının tam içinden çıkması şüphesiz üzerinde düşünmeye değer.

Anonim mimarlığı, kamu katılımını, mimardan çok kullanıcının dönüştürücü etkisini öne çıkaran oldukça fazla iş olması, aslında Wolf Prix’in yanıldığının da işareti. New York Times’dan Michael Kimmelman’ın da dediği gibi, bienalde “Mimarsız projeler şovu sürüklüyor”. Nitekim Altın Aslan Ödülü’ne layık görülen iki proje de bu kategorideki işler. “En İyi Pavyon” kategorisinde Altın Aslan alan Japonya Pavyonu, Toyo Ito’nun küratörlüğünde, 2011’de yaşanan deprem sonrası evlerini kaybeden Japon balıkçıların kendi evlerini tasarlamalarının hikâyesini anlatıyor. (Resim 5, 6) “Herkes için Konut” başlıklı çalışmaya Kumiko Inui, Sou Fujimoto ve Akihisa Hirata katılmış. Rikuzentakata’da 2011 yılındaki deprem sonrası tsunamide evlerini kaybeden balıkçılar için geçici konut üretmeyi isteyen Toyo Ito, malzeme üreticisi firmaları da gönüllü olarak işin içine dahil edip malzeme tedarikinin ardından, balıkçıların kendi evlerini kendilerinin inşa etmesine imkân sağlamış. Altın Aslan Ödülü’nü veren jürinin seçiminde ise projenin içindeki bu insani duyarlılık etkili olmuş.

“En İyi Proje” kategorisinde Altın Aslan alan Urban Think Tank / Justin McGuirk ekibi ise Karakas’ta 1990’larda inşaatı başlayan, ancak işvereninin ölümü sonrası yarım kalan 45 katlı Torre David ofis kulesine illegal olarak yerleşen bir kesimin hayatından kesitler aktarıyor. (Resim 7-10) Fotoğrafçı Iwan Baan’ın belgelediği “düşey gecekondu”da yaklaşık 3 bin kişi yaşıyor, atölyelerde üretim yapılıyor, çocuklar galeri boşluklarında basketbol oynuyor. Betonarme iskeleti ihtiyaçları doğrultusunda bölümlendiren 750 aileyi bir yıl boyunca gözlemleyen Urban Think Tank, burada yaşayanların bir yapı iskeletini ve aslında kendilerine ait bütün bir kenti nasıl kurguladıklarını gözlemlemiş. Herhangi bir orta sınıf aile yaşantısına ait ipuçları bulduklarını söyleyen mimarlar, kent merkezinde atıl durumdaki yapıların alternatif şekillerde değerlendirilip, ekonomik durumu kötü kesimin gecekondu bölgelerinden kurtulabileceğini savunuyorlar. Sosyal yaşantılarını ve mekânsal donanımlarını belgelerken, Arsenale’deki sergi alanına Torre David’i anımsatan derme-çatma bir kafe kuran ekip, Arsenale’de bir soluklanma mekânı oluşturup Karakas ruhunu bienale de taşıyor.

Anonimliği gündeme getiren bienaldeki kayda değer bir diğer iş de, Cino Zucchi’nin “Copycat” çalışmasıydı. (Resim 11) Birbirinin neredeyse aynısı olan bir dizi obje / yapı / insan seçkisini yan yana getiren Zucchi, mansiyon alan işinde, nesneler arasındaki farklılıkların değil benzerliklerin ortak bir zemin tanımladığını, özgünlük yerine benzerliğin kişiler arasında diyalog sağlayarak kentsel çevreyi oluşturduğunu aktarıyor. İmitasyon ve yaratıcılığın birarada var olduğu bir sürece işaret eden “Copycat”te, benzer tarzlarda giyinmiş insan profillerinden, savaş sonrası Milano konutlarındaki cephe benzerliklerine, hediyelik eşyalardaki dilbirliğinden, denizaltı maketlerinin basmakalıplığına kadar pek çok farklı ölçekte birbirinin neredeyse aynısı nesne yan yana sergileniyor.

Chipperfield’ın davet ettiği mimar ve işlerin yanı sıra, bu yıl Giardini’deki ülke pavyonlarında da ilham verici çalışmalar vardı. Ole Bauman’ın küratörlüğünü yaptığı Hollanda Pavyonu’ndaki “Re-set” isimli iş, 2010 yılındaki yine oldukça ilham verici “Vacant NL” (Boş Hollanda) işinin de bir devamı. (Resim 12, 13) Yılın sadece üç ayı kullanılan pavyon binasının geri kalan dokuz ay boyunca boş kalması projenin çıkış noktası. Bauman, eskiden mimarlık ortamında bina iyileştirmesine renovasyon gözüyle bakıldığını ve ister istemez bu alanda çalışan mimarların da daha korumacı oldukları imajının çizildiğini; ancak atıl durumdaki binalara dokunan mimar elinin bir değer yaratabileceğinin akla pek gelmediğini söylüyor. Mimarlığa daima inanan ve sosyal ve kültürel yaşantısının lokomotifi sayan bir toplum olarak Hollandalıların mimar kimliğini bir kez daha onurlandırması, kuşkusuz şaşırtıcı değil. Boş bir binanın tüm potansiyelini ortaya çıkararak, bir yandan da mimarlığın en temel girdisi olarak fiziksel koşullardaki devinimi yansıtacak bir tasarımla ziyaretçinin karşısına çıkıyorlar. Kurdukları bir düzenekle, 24 saatlik bir zaman döngüsünde düzenli aralıklarla hareket ederek mekânı farklı şekillerde yeniden düzenleyen perde sistemi, bir yandan alternatif yeniden kullanımlara işaret ederken bir yandan da zaman mefhumunu öne çıkararak, sabırsız bir çağda, bedensel deneyimi de işin içine katıyor.

Rus Pavyonu ise bienalde adından en çok söz ettiren ülke pavyonlarından biriydi. İki katlı yapının zemin katında serginin ilk bölümü “i-land” yer alıyor. Bu bölümde, Soğuk Savaş sırasında bilimsel ve teknolojik araştırmalar için Rusya’da kamuoyundan gizlice kurulan 60’tan fazla kasabada, sadece gizli servis elemanlarının gözlemleyebildiği, kasabada çalışan insanların sahte isim ve kimliklerle yaşadığı bir dönem anlatılıyor. (Resim 14, 15) Karanlık bir odada küçücük deliklerden bu kasabaların mekânsal ve sosyal detaylarını aktaran fotoğraflara bakan ziyaretçi, kendisini adeta bu sırrın bir parçası hissediyor. Bir üst katta ise serginin “i-city” isimli ikinci bölümü yer alıyor; burada da bir önceki dönemin ideolojisinin tersine dünyaya tamamen açık, hatta pek çok mimarın tasarımcı olarak sürece davet edildiği, teknoloji üssü olacak Skolkovo isimli yeni bir kent kurma girişimi ve bu kenti oluşturacak mimari projeler aktarılıyor. (Resim 16-18) Alt kattaki karanlık ve merak uyandıran atmosferin tersine üst kat ışıl ışıl aydınlık. Tüm duvarlar çepeçevre QR kodlarıyla kaplanmış ve sunulan projeleri ancak kapıda dağıtılan tablet bilgisayarlarla inceleyebiliyorsunuz. Bu sürreal interaktif sunum dilinin projelerin kendisinden çok konuşulması, projelerin rahatça incelenmesine elvermediği gibi, iddialı Skolkovo projesinin de önüne geçiyor.

Ülke pavyonları arasında ABD Pavyonu’ndaki, David van der Leer ve Ned Cramer’in yardımlarıyla Cathy Lang Ho’nun küratörlüğünü üstlendiği “Anlık Müdahaleler: Kamu Yararı için Tasarım Eylemleri” adlı iş de, kamusal alanda mimarın rolünün geride kaldığı etkileyici işlerden biriydi. (Resim 19, 20) Ho, sıradan bir kentlinin yaratıcılığından, aktivist rolünün seçilmiş küçük bir sınıf yerine genele yayıldığı yeni bir durumdan söz ediyor. Hiç yapılmayacak, yapılsa da kendilerini dahil etmeyecek üst ölçekli planları beklemeyip, kentsel çevrelerine müdahalede bulunan yüzlerce kişinin inisiyatifiyle ortaya çıkan projeler, aslında kamusal hayatı dönüştürecek eylemlerin yönetimlerden değil, demokratik yollarla kullanıcılardan çıktığını gösteriyor. Öğle atıştırmalıkları için birer masaya dönüşen sokaktaki yangın musluklarından, basamak rıhtlarına yazılmış şiir ve öykülerin sıradan merdivenleri renklendirdiği esprili ve küçük müdahalelere, yol kenarındaki otopark alanlarını gerçek bir parka ya da bir parkta açık bir kütüphane açılmasını öngören daha büyük projelere kadar farklı ölçeklerde pek çok sivil inisiyatifin biraraya geldiği ilham verici bir seçki vardı. Farklı kategorilerde 124 projenin rengârenk panolarda, birbirine makaralarla bağlanmış esprili bir düzenekle bir festivali andırırcasına sıralandığı sunum dili de projeler kadar enerjikti.

İsrail Pavyonu, bu gündemin dışında kendi gündemini belirlemişti ve ABD-İsrail ilişkileri çerçevesinde İsrail'in sosyal ve kültürel hayatının dönüşümünü aktarıyordu. (Resim 21, 22) Sosyalist bir ülkeden kapitalist bir pazara dönüşme hikâyesi, sergi için üretilen ve hatta satışa çıkan özel yapım ürünlerle anlatılıyor. Küçük şişelere doldurulmuş “Kutsal Topraklar”dan, “Özelleştirilmiş Ülke” temalı Monopoly oyununa kadar bir dizi esprili ürün pavyonda yer alıyor.

Britanya ise, pavyonunu tamamen gençlere emanet etmişti. “Venedik Paket Servisi: İngiliz Mimarlığını Değiştirecek Fikirler” sergisi için British Council ülkenin 10 genç ve umut vaat eden mimari ekibini çeşitli ülkelere göndermiş ve İngiliz mimarlığını da dönüştürecek, iyi mimarlığı tartıştıracak ilham verici örnekler ve yerler bulmalarını beklemişti. Bu gezi ve incelemelerin sonuçlarının izlenebildiği sergi için Arjantin’den, Çin’e, Nijerya’dan Rusya’ya kadar pek çok farklı ülkeye giden ekipler, 118 başvuru arasından seçilmiş.

Britanya bu konuda elbette tek örnek değildi. Bienalde gençlere fırsat veren, onların söz sahibi olduğu pek çok proje ve ülke katılımı söz konusuydu. Örneğin PAB Mimari Tasarım olarak katıldığımız “Backstage Architecture” sunumu, dünyanın çeşitli ülkelerinden 35 yaş altı genç mimarın davet edildiği paralel bir etkinlikti. Bu sunuşlarda Kıbrıs Rum Kesimi'nden ve İsrail'den gelip işlerini anlatan ekiplerin aynı zamanda bienaldeki kendi ülke pavyonlarının da tasarımcı ekibinde yer almaları kuşkusuz mimarlık ortamında artık çoksesliliğin arttığını ve genç zihinlerin etkin olabildiğini göstermesi açısından önemliydi. Buradan hareketle, Türkiye'nin hâlâ ülke ölçeğinde temsil edilemediği, bienale katılımın ise çeşitli paralel sergi ve sunuşlar kapsamında bireysel davet ve çabalarla sınırlı kaldığı bir yılın daha geçtiğini de not etmeden geçmemek gerekiyor. Bu da aslında mimarlığın kültürel bir politika olarak ülke gündemimizde yer almadığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

Bienalde bu yıl gerçekten mimarların rolünün ikinci planda kaldığı, mimardan çok kullanıcının inisiyatif aldığı işler dikkat çekiyordu. Ancak New York Times yazarı Michael Kimmelman’ın, “Ortak Zemin” temasıyla bienali, iyi niyetli olmakla birlikte kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendirmesi boşuna değil. Kenti ve kentliyi ilgilendiren pek çok konunun yüzeysel geçildiğini söyleyen Kimmelman, gelişmekte olan ülkelere neredeyse hiç yer verilmediğini de ekliyor. Dolayısıyla bienalde bir temsiliyet sorunu olduğu aşikâr.

Üstelik Venedik’te çizilen tabloda büyük bir eksik daha vardı. Tüm Avrupa’daki mimari üretimi yavaşlatmış, hatta kimi ülkelerdeki yeni mezunları farklı pazarlarda iş aramaya itmiş ekonomik krizin hiç yaşanmamışçasına gözardı edilmesi, mimarların ne derece kendi çemberlerinin dışına müdahil olamadıklarının da bir göstergesiydi. Bu konuyla ilgili tek yorum, Luis Fernandez-Galiano’nun örgütlediği işsiz yeni mezunların ellerinde güncel kamu binalarının maketleriyle dolaşarak, İspanya’daki ekonomik krize işaret etmeleri oldu. Bu küresel fenomeni yoksaymak, vurdumduymazlık değil, mimarların ne kadar içe dönük bir gündemleri olduğunun bir göstergesi aslında.

Chipperfield’ın çağrısındaki ortak zemin, mimarın paydaş olarak karar verici mekanizmaların içinde yer almasını işaret ededursun, mimarların ne böyle bir talebi ve endişesi, ne de kendi içedönük gündemlerinin dışında bir ortak zemine katılma niyetleri şimdilik yok görünüyor.

*Fotoğraflar yazara aittir.

Bu icerik 5115 defa görüntülenmiştir.