320
KASIM-ARALIK 2004
 
MİMARLIK'TAN

UIA 2005 İSTANBUL’A DOĞRU

MİMARLIK DÜNYASINDAN

DOSYA Her Daim Gündemde: YARIŞMALAR

  • Şatolar Üzerine
    Gürhan Tümer

    Prof.Dr., DEÜ Mimarlık Bölümü, Yayın Komitesi Üyesi



KÜNYE
DOSYA Her Daim Gündemde: YARIŞMALAR

FORUM: Yarışmalar Üzerine Çok Yönlü Bir Tartışma

10 Ekim 2004, Mimarlar Odası Genel Merkezi, Ankara.

Çelen Birkan (oturum başkanı): Mimarlık dergisinin çağrısı üzerine, bugün yarışmalar konusunu bir kez daha tartışmak üzere burada toplandık. İlk sözü Yayın Komitesi ve Yarışmalar Komitesi adına Metin Aygün’e veriyorum. Bu forumdan beklentilerini ve genel yaklaşımlarının ne olduğunu bize aktaracak.

Metin Aygün (dosya editörü)¬: Yeni dönem Yarışmalar Komitesi olarak yaptığımız toplantılarda, “Önümüzdeki döneme dair, yarışmalar süreciyle ilgili, daha önceden varolmayan yeni koşullarda Oda olarak neler yapabiliriz?” sorusunu tartıştık. Yarışmalar Komitesi’nde, özellikle yarışmaların çıkarılma süreçleri, hazırlık süreçleri ve sonunda değerlendirme süreçleriyle ilgili bir danışma mekanizmasına, bir fikir üretme çabasına gereksinim olduğu konusunda bir irademiz var. Bu amaçla, önümüzdeki dönemdeki yarışmalarda, öncelikle şu anda süren yarışmaların kolokyumlarından herhangi birinde başlamak üzere bir pilot çalışma düşüncesi var. Bu arada tabii Oda yayın çalışmaları da bu sürece tekabül edecek.

Bildiğiniz gibi, 2000’li yıllardan itibaren yarışmalarla ilgili çok ciddi yasal değişiklikler oldu. Türkiye’deki kamu ihale sisteminin değişimine paralel olarak, bir tür hizmet alımı olarak düşünülen yarışmaların elde ediliş biçimi de yeni bir yönetmeliğe bağlandı. Bu yeni yönetmelikle gerek Oda’nın konumu, gerekse bu yarışmaların çıkış süreçleri ciddi değişikliğe uğradı. Daha önceden Bayındırlık Bakanlığı’nın ağırlıkla etkin olduğu süreçler ve Oda’nın etkin olduğu süreçler şu anda değişmiş durumda. Mimarlar Odası Yarışmalar Komitesi, yarışma jürilerinin oluşturulmasına bir üye ve bir yedek üyeyle ancak katılabiliyor. Ama her ne kadar durum bu olsa da, Oda de-facto olarak bu süreçlere öneri getirebilir, bu süreçler içerisinde yer alabilir. Bu konuda, Yarışmalar Komitesi’nde bazı öneriler tartışılmaya başlandı; mesela bir ön kolokyum düzenlenmesi fikri var. Bu forumdan ve bundan sonraki gerek forum, gerek kolokyum, diğer zeminlerden beklenen, bu süreçlere somut katkı ve fikir üretilmesidir.

Oturum Başkanı: Yeni öneriler getirebilmek için, mevcut durumdaki sorunlarımızın neler olduğunu kısaca hatırlamakta yarar var. Halen uygulanan biçimiyle yarışmalarda gördüğümüz başlıca aksaklıkların neler olduğunu düşünüyorsunuz?

Hasan Özbay: Bu yeni yönetmeliği bir parça masaya yatıracağız gibi görünüyor. Yönetmeliğin içerik olarak eskisinden çok farkı yok; bazı detaylarda farklı. Eskiden sadece mimari ve mühendislik proje yarışmaları iken, buna planlama, peyzaj, kentsel tasarım, güzel sanat eserleri gibi eklemeler yapılarak sayısı çoğaltıldı. Bir de multidisipliner yarışmalar tanımlandı. Bu arada enteresan bir şekilde Mimarlar Odası’nın önereceği jüri üyesi sayısı 1’e indirildi. Aslında bunu çok kötü bir durum olarak görmüyorum. Bunun amacı, sürecin içinde bulunmak, sürecin kurallara göre yürümesini sağlamaktır. Aslında, Oda’nın önereceği jüri üyesini belirlemede bir problemi var. Jüri oluşturmanın nesnel ölçütleri veya kriterlerinin olup olmadığı da doğrusu hep sübjektif olan bir boyutta kalmıştır. Bu konuda yarışma kazanmış olmak gibi kriterler de her zaman çok da geçerli değildir.

Yarışmalar Yönetmeliği’nin yarattığı çok büyük problem yok, ama birkaç açık noktası var. Eski yönetmelikte, yarışmayı kazanan kişi, işi doğrudan yapacakken; bu yeni yönetmelikte “Pazarlıkla bu kişiye yaptırılır” gibi bir tavır var; o olmazsa ikinciye yaptırıyor; ondan sonra ne olacağı belli değil. Bu açıdan, yarışmayı kazanan kişinin müelliflik haklarının garantiye alınması, işi yapmaktaki önceliğinin korunması konusunda bir parça sistem gevşek durumda. Yeni yönetmelik şunu diyor: “İdare, yarışmayı istediği zaman iptal edebilir.” Zaman belirsiz. Hatta siz diyelim ki projeleri verdiniz, sonuç bekliyorsunuz, idare o esnada “iptal ettim” diyebilir; yani böyle bir hukuki boşluk var.

Biz yarışma sistemini yeterince kullanmıyoruz. 1993 yılında Oda’da yapılan bir çalışmamız vardı; sanırım ortalama 6 yarışma gibi bir yıllık ortalama çıkıyordu. Geçen sene bu listeyi güncellediğimde sayı daha da düşmüştü. Türkiye’de çıkan yarışma sayısı ve yarışma yönteminin tasarım yöntemi olarak kullanma oranı bir kere çok düşük. Bunu Almanya’yla kıyaslarsak belki yanlış olabilir ama, Almanya yarışmaları çok kullanan bir ülke, yılda ortalama 300-500 arasında değişen sayılarda yarışma düzenleniyor.

Ben yarışmayı şöyle tanımlıyorum: Bir proje elde etme yöntemidir. İki tane yöntem var; biri nicelik ön plandaki değerlendirmeler, Türkiye’de hukuki sistem içinde bu ihale sistemidir. Diğeri de nitelik üzerinden bir değerlendirme. Nitelik iki türlü olabilir: Ben “Sen iyi mimarsın, sana güveniyorum, bu işi yap” diyebilirim, ama kamunun bunu deme şansı çok olmuyor. İkincisi ise, bu durumda da proje üzerinden yola çıkmak, yarışma da bunun karşılığını sağlıyor. Yarışma sisteminin nitelik üzerinden gelişmesi, özellikle toplumun vergileriyle elde edilen yapıların elde edilmesi için doğru bir yöntem. Bunun eğitime katkıları, genç insanlara ortam sağlaması, mimarlık ortamını dönüştürmesi, zenginleştirmesi gibi çoğaltabileceğimiz yararları var.

Oturum Başkanı: Yönetmeliklerin ayrıntısına girmeden, halen uygulanan biçimiyle yarışmalar ne amaçlıyor, bu amaca ne kadar ulaşıyor, bunu tartışalım. Mevcut uygulamada problem olarak gördüğümüz şeyler nedir? Bunlardan hareket ederek acaba daha iyi bir düzen için öneriler getirmemiz mümkün olur mu? Tabii ki yeni çıkan yönetmelikler, Oda’nın bu konudaki etkinliğini iyice kısıtlıyor, ama biz günün birinde Oda’nın yeniden bu konuda etkin olabileceği umudunu beslemek durumundayız. Geçmiş deneyimler şunu da göstermiştir ki, Oda bir konuda gerçekten yeterli bir hazırlıkla ortaya çıkarsa, yönetmelikler ve yasalar ne derse desin, idarelerle doğru ilişkiler kurulduğunda, Oda bu konuda etkin olabiliyor. Genelde idareler, en azından diğer jüri üyelerinin seçiminde Oda’nın yol göstericiliğini istiyorlar; şartnamenin oluşmasında da, birçok başka konuda da; ama Oda gerçekten sağlam bir öneriyle ortaya çıkmışsa. Dolayısıyla bence bugün yönetmeliğin bağlayıcılığından çok, mevcut uygulanan biçimiyle bizi rahatsız eden yönleri tartışırsak sanki daha yararlı sonuçlara varırız. Yönetmelik şu anda bana çok bağlayıcı gelmiyor.

Kenan Güvenç: Ben yalnızca yarışma yoluyla tasarım hayatımı sürdürüyorum. Dolayısıyla zaman zaman kendimi en azından yakın dönem yarışmaları sorunlarının bir özeti gibi hissediyorum. Her şeyden önce yarışmalar, bizim toplumsal hayatımızı yönlendirmek üzere sosyal olanla ilişki kurduğumuz bölgedeki davranış alışkanlıklarımıza toplumsal olarak uyan bir sistematik değil, yani neredeyse tarihsel olarak bu böyle. Çünkü yarışma, kendi içinde toplumsal gerçekler silsilesinin değil, kişisel gerçeklik aracılığıyla toplumsal gerçeklerin genişletilme bölgesi olarak bence görülmesi gerekirken, baştan beri çeşitli baskılar altında kendini tarihsel olarak geliştirmiş bir kurum. Mesela Sergi Sarayı’nın başına gelenler; o tam anlamıyla şaibeli bir seçimdir; 1940’larda siyasi alanda Ankara-İstanbul çatışmasının sonuçlarından bir tanesidir. Holzmeister’le ilgili Meclis binası şaibelidir.

Dolayısıyla yarışmalar, bu açıdan bakıldığında, devletin kendi işleyiş sistematiklerini bir şekilde kültürel alana yayma biçimi olarak görülüyor ki, Ankara merkezli mesela ‘70-‘90 arası yarışmalar tarihi de bu anlamda ihale sisteminin ehlileştirilmiş biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Ankara’nın iş dağıtma mekanizmaları, böyle kültürel bir bulamayla örtük ihale sistemi halinde sürdürüldü. Fakat 90’lardan itibaren iktisadi sistemdeki değişim ve dönüşümler, şu andaki etkileri açısından yarışmalar alanının toplumsal altyapısını boşlukta bırakır bir gelişme göstermesine neden oluyor. Altyapıda iktisadi dönüşümlerin olduğu kadar, üstyapıda da kentsel dönüşümlerin yarışma içeriklerine önemli etkileri var. Sonuçta, yarışma sistematikleri bana göre yavaş yavaş kendi doğasına doğru evriliyorlar. Görüyoruz ki, yarışmalarda giderek jüri olsun, yarışmacılar olsun, bu iki asal kurumsallık, kişisel tercihlerini ve iradelerini belirtmekte daha serbest davranıyorlar. Daha önceleri, neredeyse şartnamenin belirlediği / güdülediği tasarım davranış alışkanlıkları giderek, ne olursa olsun, kendini kişisel olarak ifade etmenin bir bölgesi haline gelmeye başladı. Bu açıdan sürece ilişkin olarak bende bir iyimserlik var.

Oturum Başkanı: Son söylediğiniz oldukça somut bir sözdü: “Şartnamenin belirlediği tasarım süreçlerinden, daha çok kişisel tercihlerin ağır bastığı bir sürece yöneliş var, bu da olumlu bir şey” dediniz. Peki bu, yarışmacılar açısından belli bir eşitsizliği gündeme getirmiyor mu? Yarışmacıların bir kısmı hâlâ eski alışkanlıklarla şartnamenin dikte ettiği kapsam içinde kalma gayretiyle tasarım gerçekleştirirken, diğer bir kısım alabildiğine özgür, onun sınırlarına sadık kalmadan, kendi kişisel tercihlerini ortaya koyuyor ve iyi çözümler getirdiği için kazanabiliyor. Örneğin şartnamelere, “Bu sadece yol gösterici bir metindir, ama yarışmacılar kendi çözümlerini üretmekte özgürdür” gibi bir cümle eklemek mi gerekir? Yarışmacıların eşit koşullarda, eşit özgürlüklerde yarışmalarını sağlamak için şartnamelerde acaba neler yapılması gerekir?

Kenan Güvenç: Söylediklerinizi şöyle dönüştürmek istiyorum: Zaten, yarışmalar eşitsizliklerin yapılanma sürecidir. Eşitsizlikler olmazsa, yarışma sürecinin kendisini tarif edebilir bir yapıya ulaşamayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla, bu haliyle çok eşsiz bir alanı işaret ediyor.

Oturum Başkanı: Eskiden şartnameler metrekaresiyle, fonksiyon şemasıyla hatta çatı biçimiyle son derece bağlayıcı idi. Bu, giderek biraz daha esnek bir şekle dönüştürüldü, ama bu esneklik şartnamelerde yeteri kadar açık bir ifade bulmuyor. Dolayısıyla bazı yarışmacılar, kendilerini o esnekliği sonuna kadar kullanmakta özgür hissederken, diğerleri, mevcut sınırlar içinde davranmak sorumluluğunu duyuyorlar.

Hasan Özbay: Aslında bu geldiğimiz nokta, bence yarışmalardan beklenenle ilişkili bir konu. Kenan şöyle dedi: “Yarışmalar bir iş dağıtım yöntemiydi; yavaş yavaş bu eşitsizlik alanından dönüşüyor”. “Eşitsizlik” sözünü, bu zorlamaların bir parça esnetilmesi olarak yorumluyorum. Çünkü bir jüri, yarışma şartnamesini oluştururken bir tasarım yapmıyor aslında. Ama programın, taleplerin doğru tanımlaması gerekiyor; fakat bazen yarışma sonuçları, jürinin beklentileri dışında bir atmosfer yaratıyor ve bu atmosfer, o kadar etkili olabiliyor ki, başlangıçtaki beklentiyle sonuçtaki nokta arasında bir fark olabiliyor. Kenan bunu olumlu olarak değerlendirdi ve gerçekten de bunun mimarlık ortamında düşünsel açıdan etkili olduğu, yararlı süreçler getirdiği bir sürü yarışma vardır.

Ancak burada bir başka örnekle devam etmek istiyorum: 2002 yılında yeni Yarışmalar Yönetmeliği hazırlanırken, biz de Almanya Yarışmalar Yönetmeliği’ni Mimarlar Odası olarak çevirtmiştik. Diyor ki: “Kamunun yapı elde etmesi pahalı bir süreçtir ve yapılan yapının kent içindeki konumu gibi özellikleri saydığınız zaman bu paha karşılanır.” Yani, bunun pahası neyse ödenmek zorundadır; niteliksel olarak en ucuzu elde etmek değil, en iyiyi elde etme hedefi üzerinde yarışma yapmak doğrudur. Devam ediyor: “Yarışmada amaç, en iyi projeyi elde etmek kadar, ondan da önemli, o projeyi geliştirecek ve uygulayacak ekibe ulaşmaktır.” Yani, bir mekânsal talep var; bu talebi veya programı çözeceğiz; bunun karşılığında bir ekibe ulaşacağız; o yapıyı yapacağız, diyorlar. Bunu da aslında bir iş dağıtımı olarak tarifliyor. Hatta o kadar ki, “Birinci projeyi kazanan, diğer projelerden yararlanır” diyor. Bizde mesela “İkinci projeyi beğendim; kullanıyorum” desem, Türkiye’de yer yerinden oynar. Almanya Yarışmalar Yönetmeliği’nin mentalitesi şu: Bu yapıyı elde etmek için elimdeki her türlü eforu kullanmak zorundayım; o nedenle düşünsel çalışmayı da kullanırım. Hatta, sonuçta projeler geldiğinde jüri tatmin olmuyor; diyor ki: “İkinci aşama daha yapalım; mesela 3 projeyi de çağıralım, bir daha çalışsınlar”. Ama bizdekinden farklı olarak “Bunun emeği verilir” diyor.

Bizdeki farklılık, yarışma sayısının azlığından kaynaklanıyor. Fakat “Kurumlar neden yarışmayı tercih etmiyor da, gidip ihale sistemiyle proje elde ediyorlar?” noktasına geldiğimiz zaman, yarışmalardan biz mimarlar olarak ne bekliyoruz, kamuoyu ne bekliyor veya toplumun beklentisini yarışmalar karşılıyor mu, diye bir soru sordum. Aslında sorun tam bu noktada yatıyor. Yarışma projesiyle elde edilmiş yapılarla, diğer yöntemlerle elde edilen yapıları ortaya koyup, arada inşai nitelik olarak çok büyük fark olmadığı zaman, kamuoyu açısından yarışmalar elzem bir durum oluşturmuyor. Çünkü inşa alanındaki tıkanıklık, kamunun tüm proje elde etme alanlarında zaten var; yani kamu onu ihaleyle de elde etse, yarışmayla da elde etse, sonuç olarak bir şey değişmiyor. Bu nedenle yarışma, elimizde sadece mimarlık ortamını zenginleştirecek, besleyecek, geliştirecek, hatta sizin sorunuzun tam aksine, marjinalliği kaldıracak tek ortam veya araca dönüşmeye başlıyor.

Proje elde etme yöntemi olarak belirli büyüklükteki yapıların yarışmayla elde edilmesini yönünde kamuoyunu zorlasak ve yılda 300 tasarım elde etsek; belki 280 tanesi programatik ihtiyaçları çözen projeler olabilir, ama içinden de 20 tanesi gerçekten üzerinde tartışmaya değer olabilir ve sonuçta bu projelerin mimarlığı dönüştürme gücü çok daha fazla olur. Şu an, yılda çıkan 3 yarışmanın mimarlığı dönüştürme gücü ancak tesadüflere indirgeniyor.

Türkan Uzun: Aslında yarışma olgusunun tartışılacak çok fazla platformu var. Ancak, genel olarak “Yarışmaların amaçları ve kazandırdıkları neler olmalıdır?” sorusunun cevabı öncelikli olmalı. Şartnameleri ve jüri sorunlarını ise ayrı değerlendirmek gerekiyor. Çünkü yarışma başından sonuna kadar mimarlık camiasının yakından izlediği bir etkinliktir. Doğal olarak yarışmaların birincil amacı nitelikli bina elde etmek olmalıdır. Diğer ülkelerle aradaki sayısal farklara da bakmak gerekiyor. Örneğin, ‘80-‘91 yılları arasında Almanya’da düzenlenen yarışma sayısı 4.057 olarak görülürken, Türkiye’de sadece 97. Bu noktada, şartnamelerdeki eksiklikler veya eşitsizlikler de aslında yarışmanın çıkış noktasına bağlı. Şartnameler proje elde ediş amacına göre her yarışma için özel olarak düzenlenir. Yarışmalarda amaç gerçekliğe en yakın olmaktır. Ama yarışma fikir projesiyse, elbette tasarımcıya sonsuz tasarım hakkı tanıyor. Bu yüzden amaçlar ayırt edilmeli, yani “amaca hizmet eden sonuç” elde etmeyi hedeflersek, daha çok uygulamaya yönelik netice almış oluruz. Tabii yarışmaları salt proje edinme yöntemi olarak basite indirgememeli; bir buluşma noktası, beyin fırtınası olarak düşünmek gerekir. Yarışma ortamı, farklı disiplinden ve yaş grubundan, farklı kentlerden gelen mimarların aynı problem üzerinde ürettikleri çözüm yollarının tartıştığı ve karşılaştırıldığı bir zemindir.

Oturum Başkanı: Almanya’dan örnekler vererek ülkemizdeki durumla kıyaslıyorsunuz, ama sadece yarışma konusunda örnek veriyorsunuz. Genelde Almanya’da mimar elinden çıkmamış yapı sayısı yüzde kaçtır, bizde yüzde kaçtır, bir kere de ona bakmak ve proje ve yapı üretim sisteminin bir bütün olduğunu gözden kaçırmamak gerek.

Kenan Güvenç: UIA Kongre Vadisi Yarışma Şartnamesi’nde sadece üst başlıkların belirlenmesi, yarışmacıların büyük bölümünde sıkıntı yarattı; çünkü yarışmanın doğasına aykırı bir davranış alışkanlığı var. Bize çerçeveler çizilmediği zaman, kendimizi çok güvenli bir alanda hissetmiyoruz. O zaman da, yarışmanın gerçekleşmesine ilişkin esas sorunlar yarışmacılar açısından boy gösteriyor. Dolayısıyla metrekarelerin belirlenip belirlenmemesi konusu, çok böyle kenarda köşede bir konu gibi durmasına rağmen, problemi inşa etmemiz gerektiği hususunda size kişisel bir yargılama alanı bırakmıyor. Almanya ile karşılaştırmalı rakamlar da, onların toplumsal ya da kamusal alanının gelişkinliğini gösteriyor. Kamusal hayatınız gelişmedikçe, yarışmaların sayısı artmayacaktır.

Hasan Şener: Bir yarışma ile amaçladığımız sonuçla, yarışma olmadan, bir işverenin sizin aracılığınızla elde etmek istediği şey arasında pek bir fark yok aslında; sonuçta biz onun nitelikli bir ürün olmasını bekliyoruz. Yoksa amaç çok basit olarak aynı: Yaşadığımız nitelikli çevreleri üretmek. Yarışmalar, proje elde etmek, ürün elde etmek için bir araç, bir yaklaşım biçimi; bunu süreç olarak değerlendirmek söz konusu olabilir. Bu tartışmalar üzerinden bazı sonuçlar alacaksak, yarışmalar sonucu elde edilen ürünü değerlendirmemiz gerekebilir. Yani sadece sürecin belirli problemlerini irdelemememiz yetmeyebilir.

Oturum Başkanı: Hasan Şener’in belirttiği, geçmişe yönelik değerlendirme ve bunu bir sistematik içinde yapma yönteminin bir başlangıcı olarak şunu söylemek istiyorum: Yarışmalar sürecinde ilk aşama, herhangi bir idarenin kendi yapısını elde etmek için bir yarışma açma isteğidir. Bu istek ortaya çıktığı anda da yarışmacılara bir belge sunmak zorunluluğu ortaya çıkar. Ancak bu belgenin yeterli bir düzeyde hazırlanması için çoğu zaman kurumun elinde de yeterli veri yoktur. Belki sürecin en aksayan ve en çok tartışmaya yol açan aşaması, bu ilk aşamadır; yani şartname hazırlama sürecinde ihtiyaç programının hazırlanması. Bu, eğer belli bir teknik ekibin ciddi analizleri sonucunda üretilmiş bir metin değilse, sadece yarışmalar için kısıtlayıcı olmakla kalmaz, nihai ürünün de istenen işlevsel performansı göstermemesine neden olur. Bunun yapılmaması halinde ne olabilir? Kenan Güvenç, “Siz mekân isimlerini belirttiğinizde, bunların karşısına bir metrekare koyduğunuz anda, zaten mimarları sınırların içini dolduran kişi durumuna düşürmüşsünüzdür” diyor. Bu ön hazırlık aşaması için yarışmayı açan kurum, gerekli teknik desteği ve yönlendirmeyi alırsa, hiç değilse yarışmacılara belli bir başlangıç noktası sunmuş olur. Ama, örneğin Kongre Vadisi gibi çok da esnek olabilecek bir konuda, sınırlar ve fonksiyonlar bu ayrıntıda tanımlanmış olmayabilir; hatta öyle tanımlanmamış olması daha bile iyi olur. Tartışmanın bu noktasında, belli bir sistematik içinde, amaç, süreç ve değerlendirme diye gidersek, somut önerilere ulaşmak belki daha kolaylaşır.

Hasan Özbay: Mesela Almanya’da başka bir uygulama var; programı profesyonel bir firmaya veriyorlar, o hazırlıyor. Hatta biz, Almanya’da bir okul yarışmasına katıldık. Yarışma şartnamesi içinde böyle ciddi bir kitap vermişlerdi. Hazırlayan firma, alternatifler de hazırlamıştı; mesela “Bloğu şöyle yerleştirirsiniz, bu durumda derslikler güneye bakar, ama güneyde de bir ana cedde var, trafik gürültüsünü alırsınız. Böyle bakarsanız, bu sefer bu gürültüler azalır, ama bu durumda da iyi yöne bakmaz, fakat yeşil alan sürekliliği sağlanır” diye 15 tane şema hazırlamışlardı. Şemaların avantaj ve dezavantajlarını da raporlarında yazıyorlardı. Bu bir kültür meselesi. Fakat bu tür uyulamaya yönelik yarışmalarda metrekare taleplerini, herkesi eşit değerlendirmek için aynı ölçüler içinde tartıyorlar. Buna karşın, çok serbest yarışmalar da var. Mesela Mısır Müzesi Yarışması’nda 5 tane A3 pafta istediler. Orada beklenen bir imgeydi.

Türkiye’ye gelince, uygulamaya yönelik bir yarışma projesi elde etme sürecinde yönetmeliklerin veya şartnamenin getirdiği bir sorun yok aslında. Buradaki sorun, yarışma ölçeğinde hedeflerin belirlenmemesinden kaynaklanıyor. Bugünlerde Kongre Vadisi Yarışması tartışılıyor; ödül alan projenin çok parlak, iç mekânı dışlayan ilginç bir görüntüsü var. Ama birilerinin boş bıraktığı bir alan var; o da mekânın zemin üzerinde tasarlanması. Sonuçta, doğal olarak yarışma sürecinde tartışılır hale geliyor. Ama bu, aslında projenin niteliğinin tartışılır hale gelmesi değil belki. Önemli olan şu: Ortak bir jüri değerlendirmesini sağlayacak ortak payda nasıl oluşturulabilir ve bu nasıl tariflenebilir? Burada yönetmelik doğrusu çok az yardımcı oluyor. Doğrusu program taleplerinin belirlenmesi noktasına geldiğimizde, bunun ciddi bir problem olduğu bir gerçek.

Metin Aygün: Kenan kamusal alan konusuna değindi; bence anahtar kelime bu. Geçmişi değerlendirirken, genel anlamda mekânın oluşum süreçleriyle ilgili bir fikrimiz olması lazım; kentten başlayıp, tek binaya kadar. Tabii bu süreçleri algılayabilmemiz için, toplumsal örgütlenmenin niteliğini de biraz kavramamız gerekiyor. Yarışmalar konusu, Türkiye’de uzunca yıllar merkezi idarenin bir tür hizmet alım mekanizması olarak süregeldi. Yani, yarışmaları biraz daha toplumun demokratikleşme süreçleriyle ilişkilendirmek gerekiyor. Toplumun demokratikleşme süreçleri, kamusal alanda kimlerin mekânın oluşumuna katkıda bulunabilip bulunamadığına bağlı. Ama şimdi paradigma değişiyor, yani daha önce tamamen merkezi olarak örgütlenmiş olan bu süreç, 80’lerden sonra genel liberalleşmeye paralel olarak gelmişti. Ekonominin liberalleşmesi, siyasi liberalleşme vs. Bugün de AB sürecine paralel olarak, mekânın oluşumu, toplumsal güçlerin ne derece katılabildiğiyle ilişkili olarak değişiyor. Bugün Türkiye’de yasalar, Dünya Bankası’nın verdiği paralarla, devletin içinde oluşturulmuş kurullar tarafından yeniden düzenleniyor. Kenan’ın bahsettiği, bireysel tavırların ortaya çıkmasını sağlayacak ortamlar, ancak kamusal alanın demokratikleşmesiyle mümkün olabilecek. Herhangi bir konuda, herhangi bir mekânla ilgili karar veren bir mekanizma olacak. Şu anda merkezi idare, yerini, Belediyeler Yasası’yla birlikte yavaş yavaş başka sürece bırakmak üzere. Merkezi sistemin desantralize olmasıyla, bugün yatırımlar belediyelere ve özel idarelere doğru kaymaya başladı.

Yarışmalarda olsun, diğer taleplerde olsun, mekânla ilgili herhangi bir talepte, mimardan şimdiye kadar beklenen, her şeyi halletmesiydi. Halbuki asıl konu, yarışmalara kadar gelen süreçte kararları kimin verdiğiyle ilişkili; yani programa gelinceye kadar, herhangi bir yatırımın yapılması dahi bir demokratik süreçten geçmek durumunda. Yarışmaların sayısının artması, biraz da bu sürecin ne kadar hızlı hayata geçeceğiyle ilişkili. Proje yönetimi diye bir şey var; dolayısıyla Hasan Özbay’ın önerisi doğru, yani herhangi bir yatırım hayata geçecekse, o yatırıma ilişkin çok farklı disiplinden insanların bir ön çalışma yapması gerekiyor ve bu, bir profesyonel kategori olarak da zaten hayata geçmeye başladı.

Bir sivil toplum örgütü olarak bizim tek sorunumuz, mimarların yarışmaya katılımını sağlamak olmamalı. Yarışmaların bence en önemli işlevi, toplumun da bu süreçlere katılımına katkıda bulunmasıdır. Mimarlar Odası, bu süreçlere bir sivil toplum örgütü olarak nerede katkıda bulunabilir? Çelen Birkan biraz önce söyledi; sivil toplum örgütlerinin görevi, bu yönetmeliklerin ve düzenlemelerin dışında ve bunların dışında kalarak olaya müdahale etmektir. Bu ön süreçlerle ilgili şöyle düşündük: Herhangi bir yapı edilme işi yarışmaya çıkacaksa, diyebiliriz ki, “Finansmanı nerede?”, “Bu yatırım alanı yasal mıdır?” Bunlar gibi temel, proje yönetimi açısından somut bazı şeyler isteyebilir miyiz, diye düşündük. Birinci konu bu.

İkincisi, yarışmalardan beklenen, nihai olarak tarihsel çok büyük bir başarı da olmamalı. Yarışmalar, sonuçta profesyonellerin de katıldığı bir seçici kuruldan geçtiğine göre, önünde sonunda belli kriterlerde uzlaşılmış platformlar olarak ortaya çıkmak durumunda. Dolayısıyla,

Komite olarak beklentimiz, biraz önce ana başlıklarıyla söylemeye çalıştığım ön çalışmalarla ilgili somut önerilerin geliştirilmesi. İkincisi de, yarışma süreçlerinin bir tür eğitim süreci olduğunun bilincinde olarak ya da bir tür iletişim ortamı olduğunun bilincinde olarak, kolokyumların da dönüştürülmesi için önerilere ihtiyacımız var.

Semra Uygur: Yarışmalar konusu, uzun zamandır tartışılagelen ve yokluğu nedeniyle de endişelendiğimiz bir konu. Ama yarışmayı tek bir yapı elde etmek için mi yapıyoruz; yoksa fikirlerin ortaya çıkıp, bunların tartışılıp en iyi fikri elde ederek sorunlu alanlara çözüm üretmek için mi; siyasetçilerin elde edecekleri yapıya ait üzerlerine herhangi bir atıfta bulunulmayacak nitelikte bağımsız bir yapı ya da çevre elde etmelerinde kullandıkları bir süreç mi… Aslında yarışmaların, bu anlamda alet edilen bir süreç olduğunu düşünüyorum.

Ama yarışmalara tasarım açısından baktığımızda, tartışma ve katılımcılıkla en iyi fikirlerin elde edildiği bir ortam olmalı. Bunun içerisinde evet, mesleğe yeni atılmış, mimarlık alanında fikir yürütmek gayreti içerisinde olan meslektaşlarımıza, aynı zamanda kendi içimizde de bir meslekiçi eğitim olarak görülmeli. Yarışmayı sadece sonuca giden bir süreç olarak algıladığımızda, o zaman tek tek metrekareleriyle, programıyla, jürinin teşkiliyle, şartnamesiyle irdelememiz gerekiyor. Böyle olduğu durumlar var, ama yarışmanın asıl amacı, kamusal alanları arttırmaya yönelik bir süreç, bir alan olarak tariflenmesi ki, bunu da daha fazla meslek grubunun, kişinin, kenti ve o çevreyi kullanan insanların fikir yürütecekleri bir alan olarak görmemiz gerekiyor. Sonuç ürünü elde etmenin, aslında bundan sonraki ikinci aşama olması daha anlamlı. Biraz önce değinildiği için söylüyorum; önemli olan metrekareler değil aslında, yapılacak işlerin bilen eller tarafından niteliğinin tanımlanmasıdır. Sayılar ve nicel olanın dışında, niteliklere yönelik olarak yarışmaya bakılmasını daha doğru buluyorum.

Kıvılcım Keskiner: 15 veya 20 yıl önce yarışmalarla ilgilenmeye başladığımda, kalkıp otobüslere binip, kolokyumları izlemeye giderdik; oradaki tartışma ortamında biz gençler adına öğrenilecek çok şey vardı. Ama bu olayın heyecanı ve tartışmalar, belki sayıya, belki mimarlık ortamındaki krizlere paralel olarak azaldı. Bugün, yarışmalara olan ilgisizliği büyük sıkıntı olarak görüyorum.

Şartnamelerdeki katı kuralları çok önemsemiyorum aslında. En son İzmit Yarışması örneğini yaşadık; idare, istediklerini şartnamede dikte etmişti; şartnameyi okuduğunda insanın aklına hemen somut bir biçim getiriyordu. Halbuki duyduk ki, katılanların % 50’si bambaşka bir yaklaşımla bunu bir kentsel tasarım projesi olarak sunmuş. Yani yarışmacılar, aslında doğru olanı, bazen şartnameye rağmen jüriye dikte etme hakkına sahip oluyorlar. O noktada Kenan’a katılıyorum, eşitsizliğin doğru olduğunu düşünüyorum.

Son 3 yıldır bir yerel yönetimde bürokrat olarak çalıştığım için, yerel yönetimlerin neden yarışmalara karşı olduğunu biraz öğrenmiş durumdayım. Yerel yöneticiler, proje elde etme biçimini seçmenlerine karşı bir sorumluluk addettikleri için, kendi seçmenlerinin iş elde etmesine mani olarak görüyorlar. Bir yarışmanın yerel, bölgesel bir yarışma olabilmesi için, 5.000 metrekare şartı var. Bu acaba yönetmelikte değiştirilirse, yerel yönetimler yarışmalara daha çok rağbet eder mi, diye düşünüyorum.

Semra Uygur: Belediyeler eliyle çıkartılmış yarışmalara baktığımızda, bunların içinde bugüne kadar hayata geçmiş olanın sadece Fethiye Kültür Merkezi olduğunu görüyorum. Siyasi iradeler elbette tercihte bulunma hakkına sahipler ve böyle olmalıdır da. Ancak iradelerin devamlılığı da gündeme gelmediği için, bir önceki irade bunu kullanıyor ve o konuda oluşmuş fikirlerin hayat geçmesi, kullanılabilmesi, yaşam bulması da mümkün olamıyor.

Hasan Özbay: Bir örnek vereceğim size: Isparta Çarşamba Pazarı Yarışması vardı. Selim Velioğlu ve ekibi kazandı, ben jüri üyesiydim. Bir sene sonra belediye başkanı değişti; yeni belediye başkanı mimar, yarışmaya girmiş ve projesi seçilmemiş. Başkan olunca, seçilen ve uygulanmaya başlayan projeyi durdurarak kendi projesini uygulamaya başladı. Son yerel seçimlerde, seçimi kaybettiği için, o proje de yarım kalmış. Şimdi, tümünün yıkılıp yerine yeni bir alışveriş merkezinin yapılacağı söyleniyor. Yani, süreçler böyle olduğu sürece, yarışmalardan bu anlamda bir sonuç bekleyemeyiz.

Oturum Başkanı: Biz yalnızca yarışmanın nihai ürünü olan bina veya yerleşme önerisiyle ilgilenir veya seçilen müellifin yetkinliğini tartışırsak, yarışma sürecinin gerek meslek alanımız ve özellikle genç meslektaşlarımız için, gerek toplumun diğer kesimleri için bir yarar sağlamasını bekleyemeyiz. Bu nedenle, süreçteki eksik veya yanlış uygulamaları da biraz tartmamız, değerlendirmemiz ve gerekirse teşhir etmemizin doğru olacağını düşünüyorum.

Asgari birtakım yükümlülükler yönetmeliklerde bile tanımlanmıştır, örneğin sergileme, kolokyum vs. Yarışmaların proje veya müellif elde etmekten öte başka bazı amaçları olduğu da önceden beri bilinen bir şey, yeni icat edilmiş değil. “İdareyi ilgilendirir, ilgilendirmez” tartışmasına gelince, bence ilgilendirmesi gerekir; çünkü eninde sonunda hizmet beklediği topluma karşı idarenin de bazı sorumlulukları vardır. Kaldı ki yarışma hükümlerinin yerine getirilmesi, idarenin de dışında, jürinin sorumluluğudur. Jüri üyelerinin bu sorumluluğu yerine getirecek bilinçte kişiler arasından seçiliyor olması gerekir. Dolayısıyla onlar da işin tüm gereklerini yerine getirmemişlerse, eleştirileri göğüslemeye hazırdırlar demektir

Kenan Güvenç: Hasan Özbay, ürün ve süreç diye bir ayrıştırma yaptı; ben süreçle ürün arasındaki bağlantıyı kurmak, böylece bunun yarışmayla ilişkisini tartışmak istiyorum. Süreç ile ürün arasındaki bağlantıyı program taşıyor, yani şartname, esasında iki alandan müteşekkil: Bir, alanın teknik bölgesi var; yönetmelikler, hukuksal boyut vb. Bir de niyetler var, kültürel tarafı var; esas orada toplumsal beklenti açığa çıkıyor. Bu yüzden, süreçle ürün arasındaki bağlantıyı program dışı bir örnekle açmak istiyorum: Haldun Usunal’ın kazandığı Anayasa Mahkemesi için açılan ikinci yarışma sanıyorum. Yapının iki parçası var. Büyük parçası, bildiğimiz bürokratik anonim aygıta ait. Anayasa Mahkemesi mi, Devlet Malzeme Ofisi mi belli değil. Üç kere yarışmaya çıktı bina, şu anda sürmekte olan yarışma üçüncü yarışma. O günden bugüne toplumsal süreçler değişti; Anayasa Mahkemesi’yle ilgili aklımıza gelen şeyler çok değişti. Dolayısıyla, ilk olarak bu programın, bu bürokratik anonim aygıtına ilişkin elemenin bir yolunu bulmamız gerekiyor; birincisi bu.

İkincisi, yerleşik sosyal davranış alışkanlıklarımızla, yarışma formatı çatışıyor. Mesela, proje yönetimi denilen şey, sistemin bugünkü geldiği noktada ürünün entelektüel kontrol teknolojisidir. Ama yarışmada ortaya çıkan sonuçlar bir ürün müdür? Artık bütün hatlarıyla parantezi kapatılmış, iktisadi alana taşındığında maddileşmesinin bütün kaynaklarını yarışma projesinde bulan şey midir? Bence değil, hep ucu açık oldu. Dolayısıyla, yarışmada elde edilen, mimari ürün değil. Bu yüzden proje yönetimi gibi, kontrol teknolojisine bağlı olan şeylerle yarışma şartnamesi hazırlanamaz.

Hep bahsediyoruz “Yerel yönetimler yeni dinamiklerdir” diye. O halde yerel yönetimlerin yeni dinamiklerini, bugünkü o belirsiz, kimsesiz alanlardaki şekillenmelerini mimari olarak nasıl bir tarafa taşıyabiliriz, nasıl maddileştirebiliriz, nasıl biçimselleştirebiliriz? O şartname, bunun şartnamesi olmak zorunda.

Semra Uygur: O özgürlük ortamını, düşünce ortamını…

Kenan Güvenç: Elbette, bunu belirlemek zorunda. Eğer siz ürüne dönük bir şartname hazırlamışsanız -ki, Eskişehir Tepebaşı Belediyesi Yarışması ürüne dönük bir şartnamedir- o zaman yarışmalara ait olanı yerine getiremiyorsunuz demektir.

Hasan Şener: Bir kişi ya da bir grup, ihtiyacına karşılık verecek bir binayı veya çevreyi tasarlatacaksa, tasarımcıya verilecek olan belgeler, yarışma şartnamesinden çok da farklı olamaz. Yarışmayı bunlardan farklı kılan, biraz önce değinildi, bunun kamusal yararıyla ilgilidir. Asıl önemli olan, bizim gibi toplumlarda özellikle, kamuoyunda mimarlık kültürünün ve bilincinin gelişmesinde, dolaylı ve dolaysız çok önemli katkılar yapmasıdır. Kurumların, hatta kişilerin yarışmalar yoluyla bu tür ürünleri elde etmeleri konusunda özendirilmesi gerekiyor. Türkiye’de bu görevi devletin organlarının, bir de yerel yönetimlerin üstlenmiş olduğu görünüyor.

Gördüğüm kadarıyla, yarışmalara karşı bir korku var. Bunu aşmanın yolları nedir? Birincisi, gönüllü olarak, onları bilinçlendirerek yapmak. İkincisi, birtakım sınırlamaları, yasal belgeleri geçirerek bunu sağlamak mümkün. Bu konuda, gelişmiş ülkelerde mimari çevre problemleri muhakkak yarışmalar yoluyla çözülsün, kamuoyunda tartışılsın isteniyor. Bunu sağlamanın yollarına bakmalıyız diye düşünüyorum.

Yarışma şartnamesi, bana göre çok sınırlı bir belge. Jüri bazen şartname hazırlama sürecine hâkim, bazen değil. Şartnameler böylesine parçalı, bütünlüğü olmayan değişik kararların buluştuğu bir belge haline gelebiliyor. Mesela, elektrik mühendisinin istediğiyle mal sahibinin istediğini yan yana koyduğunuz zaman, hepsi birbiriyle çelişebiliyor ve bu yarışmacı için tabii büyük bir handikap. Şartnamenin gelişmesi için aslında bu konuda bugüne kadar deneyim kazanmış olan kurumların, kişilerin, üniversitelerin, mimari programlar gibi konularda birikimlerini yansıtmaları gerekiyor. “Ön kolokyum”, “son kolokyum” gibi tartışmalar var. Kolokyumların, yarışma sonunda bilinçlendirmeye yönelik bir değerlendirme platformu olmasının doğru olduğunu düşünüyorum; yani parçalanmanın çok doğru olmadığını düşünüyorum.

Oturum Başkanı: Burada üzerinde durmak istediğim bir tek cümle var: “İdareler yarışmalardan korkuyor” dediniz. Bu korkunun nedenlerini biraz irdeleyelim; bu bir.

İkincisi, “Yarışmaların sayısı artarsa üstünde tartışmaya değer; yoksa, bu kadar minimal düzeyde kaldığında zaten bir yararı yok” dediniz. Minimal düzeyde olduğunda bile, yarışmaya atfettiğimiz amaçlar, hedefler ne oranda yerine getiriliyor? Ne kadarı gerçekten arzu edilen amaca yönelik olarak işliyor, ne kadarı idareler kendilerine bir prestij sağlasınlar diye yürüyor? Bir şeyi yaygınlaştırmak için, önce onu hakikaten yararlı kılmak önemli.

Semra Uygur: Bu durumda biz mimarlar da kendi kendimizi sorgulamak durumundayız. İnsanlar değişiyor, süreç değişiyor, işlevler değişiyor, ortam değişiyor. Mimarların da o değişikliklerin içerisinde kendi esnekliklerini bu işi yapan insanlara karşı hissettirmeleri gerekiyor. O kemikleşme oluştuğu durumda, aslında yatırımcı ya da iş yaptıran kişiler mimardan çekinip, taleplerini karşılamaz kişi olarak onları görüyor. İnsanlarda, yarışmadaki müellifliğin çok daha güçlü olduğu gibi bir kanı var. Bu nedenden kaynaklanıyor; o da bizim kendimizi durumlara adapte edebilmemizi gerektiriyor.

Yarışma süreci de kolokyum ve sergi bütün kamuoyuna açılmış olsaydı; kullanıcılar o konuda fikir yürütmüş olsaydı; yani katılımcı olup oradan elde edecekleri yararların farkına varmış olsalardı, kullanıcılar da oranın sahibi olacaktı. Benim “kamusallaşmak” derken, kastettiğim buydu. Özellikle kentsel yarışmalar çoğulcu olarak tartışılmalı, sahiplenilmeli ve yararları da belirlenmeli ki, iyi bir şey çıkabilsin. Yoksa tek kişinin sahipliğiyle, koca alanları elde edebilmemiz maalesef mümkün değil.

Metin Aygün: Demokratikleşme, katılım gibi kelimelerin içini doldurmak lazım. Mimarlar “Siz mekânda bir şey yapacaksanız bize bir fırsat tanıyın, yani bizim camiamız burada bir fikir söylesin” diyor. Demokratikleşme tabii tek taraflı değil. Yani toplumdan bir şeyleri talep ediyorsak, onların taleplerine de karşılık verecek sağduyuyu ve duyarlılığı göstermemiz gerekiyor.

Yarışmalar konusunda mimarlarda da bazı mitler oluşmuş durumda. Semra Uygur bir kısmına değindi; gerçekten mimarlar yarışmaları bir tür statü mücadelesi olarak algılıyorlar. Halbuki, daha rahat davranıp, bu süreçleri gerçekten kentliyle, yerel yönetimle buluşmak gibi bir demokratik süreç olarak algıladıkları andan itibaren, bu ortama çok daha rahat katkıda bulunabilecekler gibi geliyor. Bu konu, Mimarlar Odası’nda masaya yatırıldıysa, Oda’nın bu süreçlere nasıl katılabileceğine dair ipuçlarını biraz yakalamak istiyoruz.

Kıvılcım Keskiner: Biraz önce Hasan Şener “ön kolokyum”dan bahsetti. Üyelerimizin bizden ön kolokyum talebi yarışmaların “soru-cevap” kısmına çare olarak getirilen bir çözüm. Eğitim sistemindeki bir ara jüri gibi, jürinin isteklerini açıklayacağı bir durum değil. Çünkü “soru-cevap” kısmının çalışmadığı, yarışmacıların çok ciddi olarak bilgilenmediği konusunda ciddi bir şikâyet var. Jürinin bilfiil hazır bulunduğu, yarışmacıların da orada olduğu, netlik gösteren bir durum olsa da, yine de “ön kolokyum olmasın” fikrinde misiniz?

Hasan Özbay: Bana göre, öyle bir ön kolokyumda, çözüme ilişkin, değişik düşüncelerin tartışılması söz konusu olabilecek. Biliyorsunuz, tartışırken, her jüri üyesi kendi inandığı, çözüme ilişkin sınır değerlerini oraya yansıtmaya çalışabilir. Benim kişisel görüşüm, bir yarışmada, jüri üyelerinin hiçbir şekilde kendi sınır değerlerini oraya koymamasıdır. Bu kötü niyetten değil; öyle bir kolokyumda ister istemez bu düşünceler dile gelecektir. Özünde böyle bir yararı var, ama biçim olarak baktığımız zaman, yarışmacıların yanlış yönlenmelerine de yol açabilir diye düşünüyorum.

Oturum Başkanı: Az önce “demokratik katılımcılık, kamusal katılımcılık” tan söz edildi. Ama doğrudan yarışmacıların ve jürinin katılımcılığı konusunu da belki biraz tartışmamız gerekiyor. Bugüne kadar yarışma oldukça gizli bir süreç olarak ortaya çıkıyor. Yarışma sonuçları ilan edildiğinde, dereceye giren ve mansiyon alanlar ilan ediliyor; diğer kimlerin katıldığı hiç belli bile olmuyor. Bu uygulama, bizim yarışmadan beklediğimiz amaçlara ne kadar uygun? Acaba artık bu gizliliği ortadan kaldırıp, programın oluşmasında da, projenin geliştirilmesinde de, değerlendirmede de, belli bir katılımcılığı teşvik etmek bazı sonuçlar açısından daha doğru mu olur?

Hasan Özbay: Sorduğunuz soru üzerinden, bu “son”, “ön” kolokyum üzerinden duralım. Aslında Türkiye'de soru-cevap aşaması çok da iyi kullanılmıyor. Soruların % 90’ının amatör sorular olduğu görülüyor; yani genç insanlar sistemi bilmiyorlar ve soru olarak öğrenmeye çalışıyorlar. Fakat bu “ön kolokyum”da, eğer soru-cevap aşaması olarak kullanacaksak, çok da yararlı olacağını sanmıyorum. Çünkü, sanıldığının aksine, profesyonel bürolar yarışmalara girdiklerinin bilinmesini istemiyorlar; o yüzden de çoğu kez gelmeyeceklerdir. Yani girdikleri bilinmesin; kendisine antipati ile yaklaşan biri onu elemesin perspektifinde böyle bir gizlilik durumu var.

Biz yarışmalara çok fazla misyon yüklüyoruz. Mimarlık ortamımızdaki kısırlığı, kentsel problemlerimizi hep yarışmaların çözmesini bekliyoruz. Fakat, yarışmalar bu kadar yükü kaldıramaz. Bunun nedeni bence bizde bir ara kademe yarışmaların olmaması, o da şu: Fikir düzeyinde biz yarışma yapmıyoruz. Türkiye'deki genel yarışma modeli, uygulamalara dönük yarışmalar. Biz böyle bir sürü beklentiyi tek bir yarışma modeli içinde karşılamaya kalktığımız için, problemler yaşıyoruz.

Biz bunu geliştirmek amacıyla, 1987 yılında Mimarlar Odası’nın Yarışma Yönetmeliği elden geçirilirken, “bölgesel yarışma” kavramını ekledik. Buradaki amaç da, ulusal yarışmalara, bölgesel ekipler katılmıyorlar, katılamıyorlar; çünkü, deneyimleri, birikimleri buna yetmeyebiliyor. İkincisi de, böyle bir yarışmaya katılma cesaretini de bazen gösteremiyorlar.

Geniş bir kitleyi bu yarışma alanının içine çekme için, bölgesel yarışmalar bir araç gibi gözüküyor. Odanın birimleri buna biraz sahip çıktılar; özellikle Antalya’nın başını çektiği bazı illerde, bir sürü yarışma bu şekilde elde edildi. O ildeki 20-30 mimarın katıldığı bir mesleki hareketlilik olarak daha şeffaf bir uygulamanın daha geniş bir kitleye yansıdığı bir model olarak gelişebilir diye umuyorum.

Bu toplumun tasarıma ihtiyaç duymaması, tasarımın gerekliliğine inanmaması, bizim de meslek ortamı olarak böyle bir ihtiyacı oluşturamamamızdan kaynaklanıyor. Biraz yumurta tavuk hikayesi gibi, ama kendimizi de doğrusu suçluyoruz. Sonuçta, mimarlar da topluma “Mimar eli değdiği zaman, bakın böyle daha iyi oluyor” mesajını verebilmiş değiller.

Oturum Başkanı: Siz birkaç defadır Mısır Müzesi Yarışması örneğini kullanıyorsunuz. Orada yarışmacılara öylesine kapsamlı bir araştırma sunuldu ki, artık onun ötesinde sunulacak fikir, birkaç A3 paftayla, çok basit bir şekilde ifade edilebildi. Aynısı, Gelibolu Yarışması’nda oldu; rahmetli Raci Bademli’nin yürüttüğü çalışmada, çok kapsamlı bir şartname hazırlandı, hemen hemen çözülmüş bir proje izlenimini veren bir çerçeve çizildi. Buna rağmen, bir sürü alternatif fikir üretildi. Ama örneğin Kadıköy-Harem Yarışması’nda, hiçbir ön çalışma yapılmadığı için, 7 adet A0 pafta istenmişti. 100 küsur yarışmacı katılınca da, Kadıköy ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi projeleri asacak yer bulamadı. Dolayısıyla, her şeyi sürecin bütünü içinde değerlendirmek gerekir.

Türkan Uzun: Yarışmalarda “soru-cevap” kısmı bence önemli, tabii amacından sapmadığı müddetçe. Art kolokyum daha da önemli, çünkü projeler iki boyutta kalıyor, sadece dergi sayfalarında görüyoruz, sergiler düzenleniyor ancak yetersiz kalıyor. Katılımcıların ve yarışmaları izleyenlerin diyalogta olabilmelerini, kendi aralarında da sorunları tartışmalarını sağlıyor. Hasan Özbay da “Yarışmalara çok fazla şey yüklüyoruz” dedi; bence aksine geliştirici ve ilerletici etkilerin tümü yarışmalardan beklenenlerdir. Yarışmaları içine alan sistemler arasındaki uyumsuzluklardan dolayı birtakım sorunlar var; üstelik bu sorunlar yarışmalar tarihinde çözülemeden gele gele birikmiş...

Benim bir tespitim var: Tüm eleştirilere rağmen, davetli yarışma sonuçlarının uygulanma oranı yüksek. Dolayısıyla, Metin Aygün’ün dediği gibi, yarışma sonuçlarının kamuya mal edilebilmeleri konusunda bizim çok fazla düşünmemizi gerektiriyor. Matthias Sauerbruch, Ekim’de İstanbul’daydı; birincisi olduğu bir yarışmada, projesinin 6 yıl diğerinin 7 yıl sonra uygulandığından bahsetti. Kazandığı üçüncü yarışma projesi ise uygulanamıyor. Bunun nedenini şöyle açıkladı: “Halka açık bir oylama yaptık, halk projeyi benimsemedi” dedi. Üstelik belediye başkanı tarafından istenen üç boyutlu bir sunum ile proje tanıtılmış. Yarışmaların kamusallaştırılmasının, halkın katılımının nasıl olabileceği bağlamında örnek olsun diye verdim. Yerel yönetimlerimizin böyle bir söz hakkını kullanıcıya vermesi biraz hayal gibi görülse de, kamu kurumlarına bu misyonu yüklemek gerekiyor.

1980-1992 arasında Ulusal-uluslararası ayrım yapılmaksızın, yarışmaların uygulanma oranı %49 olarak görülüyor; kalan %51’lik bölümde de, ya proje sonuçlanmamış, ya hiç uygulanmamış ya da bambaşka bir proje uygulanmış. Bu kısa bir aralık olduğu için çok sağlıklı bir rakam değil ama genel olarak bakıldığında kazanan projelerin uygulanma oranı %40’lardadır.

Semra Uygur: Yarışmalar aslında, Hasan Özbay’ın söylediği ve hepimizin bildiği gibi bir gizlilik ortamı olmamalıdır. Yarışma ortamını, bizim birbirimizi rakip olarak gördüğümüz bir ortamdan çıkartmak durumundayız ki, bu geniş tartışma, bilgilenme, katılımcı, özgür tasarım ortamını ortaya koyabilelim. Yani yarışmaya kişisel bir rekabet açısından değil, fikirlerin tartışmaya açıldığı bir ortam olarak, öncelikle kendimizden başlayarak, bu amaçla güncellememiz gerektiğini düşünüyorum.

Kenan Güvenç: Gerçekten de bazı yarışmalarda ön kolokyum yapmak, neredeyse zorunlu hale gelebilir; ama bazı yarışmalar için ön kolokyum, anlamsız hale gelir. Fakat, siz bunu yönetmelik maddesi haline getirdiğinizde, her seferinde ön kolokyum yapmaya kalkıştığınızda, hiç kimseyi bulamazsınız. “Soru-cevap” bence yarışmanın son haftasına ya da bir hafta öncesine kadar sürdürülmeli. Yani ilk başta okuduğunuz zaman anlayamadığınız, yalnızca tasarımın içine girdiğinizde bazı meseleler ortaya çıkıyor. Herkes ismini belirtemeden internet ortamına son ana kadar soru atabilmeli; raportör bunları danışarak cevaplamalı.

Çok önemli bir konu daha var: Sınırlı davetli yarışmalar. Bunlar, bir yarışma ortamı değil; kesinlikle bir çoklu ihale yöntemidir. Benim bildiğim, sınırlı davetli yarışmalar artık iş almada, sümenaltı yönteminin bir parçası haline gelmiş durumda. Bölgesel yarışmalar da kemiren yarışmalardan biri; dinamiklerin kendisiyle çatışıyor. Mesela Antalya’da bir yarışma açılıyor; büroda çalışan elemanı Mimarlar Odası Antalya Şubesi’ne kayıtlı ise, o büro orada da yarışmaya giriyor. Bölgesel yarışmalar bu ülke için geçersiz bir şey. Kendi içerisinde statükoyu güçlendiriyor.

Türkan Uzun: Aslında düşünce olarak bölgesel yarışmaya ben de karşıyım ama davetli yarışmaların, yarışmalar türü içinde bulunması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, davetli yarışmada amaç projeyi hızlı bir şekilde edinmek ve uygulamaktır. Davetliler konuya hakim, tecrübeli kişiler arasından da seçilebilir; çok tanınmış mimarlar ya da ofisler arasından da. Yarışmayı düzenleyen işveren konumunda olduğu müddetçe tercihler ona kalmış oluyor. Amaç süreci hızlandırmak ve projenin bir an önce hayata geçirilmesi gibi iyimser bir tavırsa davetli yarışmaların yarışma sitemi içinde olması gerekir. Aksi taktirde yarışmayı ihaleden ayıran ince çizgiyi koparmış olursunuz...

Hasan Özbay: Avrupa Birliği Uyum Yasası çerçevesinde, yarışmaya katılmak isteyenleri sınırlandıran bir yarışma sistemi geliyor. Yani bir yarışma çıkıyor; siz referans dosyanızla beraber başvuruyorsunuz; bunu değerlendiriyor, seçiyor. Bu jüri olabilir veya idarenin görevlendirdiği bir kurul olabilir; bu tam kesinleşmiş değil. Yani davetli yarışma kaldırıldı. İdare insanları davet edemiyor.

Oturum Başkanı: Şu anki yönetmelikte, az önce Metin Aygün’ün açıkladığı gibi, Mimarlar Odası sadece bir asli jüri üyesi, bir de yedek jüri üyesi belirleyebiliyor. Ama bu jürilerin nasıl seçilmesi gerektiğine dair ölçüt oluşturmasına engel değil bence. Ama bu yarışmayı çıkaracak olan idare de, kendi seçeceği jüri üyelerinde ne tür özellikler arayacağını bilmek zorunda ve bu konuda da Oda’nın bir yardım sunması gerekir diye düşünüyorum.

Forumun sonuna doğru, son değerlendirmelerinizi alabilir miyim.

Hasan Şener: Son değerlendirmem, ürünlerle ilgili olacak. Ürünle ilgili değerlendirmelerin yarışmayla bitmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu uzun bir süreç. Burada, sanki yarışmayla her şey bitiyor, onun uygulamasına yönelik belli bir aşama da kat ediliyor, ondan sonra bu kapanıyor gibi algılanıyor. Bence, dersler çıkarmak istiyorsak, bu süreci devam ettirmeliyiz. Buna yönelik araçları, yaklaşımları önermeliyiz. İnsanlara yarışmaların yararlılığını kanıtlamak istiyorsak, yarışma sonuçlarının gerçekten kalıcı, değerli, bizim her zaman savunduğumuz sonuçlar verdiğini de kamuoyuna göstermemiz lazım. Eğer onu gösteremezsek, kuşku artar, korku artar diye düşünüyorum.

Kıvılcım Keskiner: Bu dönem, Genel Kurul’un Oda Merkez Yönetim Kurulu’ndan talebi, Yarışmalar Komitesi’nin işlevinin arttırılması ve yarışmaların daha fazla sayıda, daha nitelikli, daha fazla kamuoyunun dikkatini çekici ve mesleki eğitime katkıda bulunur hale getirilmesiydi. Bugünü bir başlangıç olarak görüyorum.

Hasan Özbay: Yarışmaların çoğaltılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun geliştirilmesi, toplumun tüm birikiminin o kanala aktarılmasını sağlamak anlamına geleceği için bunu değerli görüyorum. Türkiye’de uluslararası yarışmaları artırmak gerekiyor. Bu bizim uluslararası ortamla karşılaşmamızı ve daha da gelişmemizi sağlayacağı için rekabetten korkmuyoruz. Hatta, Olimpiyat Köyü, Formula 1 pisti gibi birtakım uluslararası projelerin de daha geniş katılımla elde edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu açıdan yarışmalar daha geniş bir tartışma alanı yaratmaları nedeniyle kullanılmalı. Türkiye bunu çok sınırlı, çok spesifik, özel yapılar için kullanıyor. Bunu artırmak, kamunun vergileriyle elde edilen tüm yapıların bu yöntem içinde yapılması, bence bugün tartıştığımız sorunları aşmak için yararlı olacaktır.

Kenan Güvenç: Bence yarışmalar, sonuçlarından jürinin de, yarışmacıların da, yarışmayı açan idarenin de tedirgin olduğu zaman kendi tanımını yapmış ve gerçekten de içeriklerine kavuşmuş olacaklar. Çünkü, yarışmalar olağandışılığı, düzen dışılığı içinde barındıran bir sistem gibidir. Yarışmalarla biz, kent merkezlerini duman ettik. Hükümet konakları, kent merkezlerinin gelişimlerinin önünü tıkayan yegâne şeylerdi. Buna belediyeleri, diğer resmî binaları da ekleyebilirsiniz. Yarışmalar kendi doğal biçimlerinde durmadıkları zaman, bir ucube haline gelip toplumsal hayatı hızla tahrip eden bir şey haline gelebilirler. Yarışmaları kendi mecrasına çekmek, Mimarlar Odası’nın temel görevi gibi gözüküyor.

Metin Aygün: Mimarlar Odası, her an mesleki dayanışma ile her türlü yarışmayı istediği gibi yönlendirme şansına sahiptir; çünkü veto hakkı var. Mesleki dayanışmayla, şu anda bahsedilen sıkıntıları aşabiliriz gibi geliyor bana. Katılımınız için teşekkür ederim.

Oturum Başkanı: Katılımınız ve katkılarınız için ben de çok teşekkür ederim. Sanıyorum, bugün burada tartışılanlar, daha kapsamlı bir tartışma için gereken ipuçlarını verdi. Varılan noktaların bir sentezi yapılırsa, yeni tartışmaları onun bir adım ötesine geçecek şekilde yapmak mümkün olur.

Kenan Güvenç’e ufak bir eleştirim var. Yarışma devrimci bir süreç olacak, ortaya alışılmadık birtakım şeyler koyacak, ama işlevini çok iyi çözümlemiş ve üstelik bunu son derece çağdaş malzemeler ve yapım teknikleri kullanarak, düşük bir maliyetle gerçekleştirebilmiş bir yapı da, aynı derecede heyecan verici olabilir. İlla ki devrimci bir yapı için, böyle çok olağanüstü, fantastik projeler ortaya çıkması gerekmez. Türkiye gibi, binalarda tasarım öğesinin ve işlevselliğin tamamen ihmal edildiği bir ülkede iyi işleyen, gerek kullanıcıların, gerek sokaktan geçen insanların “Ne iyi bir bina yapılmış” diyebileceği bir bina bile çok heyecan verici olabilir. Mimarlık gibi, doğrudan doğruya insanların kullanacağı bir mekân üretmek üzere yola çıkan bir meslekte, insanları düşünmek zorundayız; ürünün sadece mimarın kendini tatmin için yapacağı bir şey olması söz konusu değil.

Bu icerik 2529 defa görüntülenmiştir.