362
KASIM-ARALIK 2011
 
MİMARLIK'tan

MİMARLIK DÜNYASINDAN

  • Yerin Deneyimlenmesi: KAYAKÖY
    Dilay Güney, Yrd. Doç. Dr., Beykent Üniversitesi, Mimarlık Bölümü
    Levent Arıdağ, Yrd. Doç. Dr., Beykent Üniversitesi, Mimarlık Bölümü

YAYINLAR



KÜNYE
GÜNCEL

KORUMA ALANI YENİDEN TARİFLENİYOR: Gelişmeler Üzerine Uzman Görüşleri

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kuruluşunu düzenleyen 644 sayılı KHK’de değişiklik yapan 648 sayılı KHK’ye göre, ülkedeki tüm Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları ve Yüksek Kurul üyelerinin görevlerine de 17 Ağustos 2011 tarihi itibarıyla son verildi. Yeniden oluşturulmaya başlanan ve adı sadece “Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu” olacak kurullara YÖK kanalıyla üniversitelerden üye atanması da yürürlükten kaldırıldı. Bugüne dek belirlenen tüm doğal sitler ile korumaya alınmış tabiat varlıkları hakkında değerlendirme yapmak, doğa koruma alanlarını yeniden belirlemek için yeni bakanlığa bağlı “Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü” kuruluyor. Bu gelişmeler hakkında Zeynep Ahunbay, Hümeyra Birol Akkurt, Cafer Bozkurt, Neslihan Dostoğlu, Oktay Ekinci, Emel Kayın, Emre Madran ve Mete Tapan sorularımızı yanıtladılar. Konuyu farklı boyutlarıyla tartışmayı sürdüreceğiz.

Koruma Kurulları’na Yeni Düzenlemeler Getiren ve Kurulların Özerkliğini Yokeden, 644 Sayılı KHK’de Değişiklik Yapan 648 Sayılı KHK Düzenlemesi Konusunda Ne Düşünüyorsunuz?

Kurulların bilimsel nitelikleri giderek azaltılmıştı. Simdi daha da zayıflatılacak gibi görünmesi endişe verici. Koruma gibi ciddi bir konunun sulandırılması, politikaya bağımlı hale getirilmesini çok sakıncalı buluyorum. (ZEYNEP AHUNBAY)

***

648 sayılı KHK düzenlemesi, koruma kurullarının bugün iptal edilen kurgusunu şu yönleri ile olumsuz etkilemektedir:

  • Kurul üyelerini oluşturan Bakanlık ve YÖK temsilcileri, akademik / bilimsel ve uygulama alanlarını temsil etmektedir. Yeni düzende YÖK temsilcilerine yer verilmemesi, bu dengeyi zedeleyecektir. Öte yandan, tüm üyelerin Bakanlık tarafından seçilmesi, atanması ve istenilen / gerekli görülen durumlarda yer değiştirilebilmesi veya görevden alınabilmesi, kurulların bilimsel özerkliğini olumsuz etkileyecektir.
  • Özellikle doğal sit alanlarının kullanıma açılması yönündeki yoğun talep ve hatta baskının olduğu bu dönemde tüm doğal sitlerin yeniden gözden geçirilecek olması, bu alanların büyük oranda kullanıma açılabileceğini düşündürmektedir.
  • Yeni düzenleme ile doğal sit alanları üzerindeki planlama yetkisinin tamamen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devri söz konusudur. Bu durum, Bakanlığın yetkilerini olabildiğince genişletmekte, yerel yönetimlerin yetki alanlarında bütüncül planlama yapma imkânlarını daraltmaktadır. (HÜMEYRA BİROL AKKURT)

***

644 sayılı KHK ve 684 sayılı KHK çerçevesinde Koruma Kurulları ile ilgili yapılacak değişiklikleri doğru bulmuyorum. Çünkü böyle bir kanun değişikliğinin, parlamentodaki komisyonlarda tartışılıp, sorunlar tüm yönleriyle ortaya konularak kanunlaştırılmasını daha demokratik bir yöntem olarak görüyorum. (CAFER BOZKURT)

***

 648 sayılı KHK, mülkiyeti kamuya ait olan araziler üzerinde yapılacak her türlü yapıya ilişkin her türlü plan kararı verme, yetkili idarelerin 2 ay içinde ruhsat ve yapı kullanma izni verme yetkisini Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na vermiştir. Bu düzenleme yerel yönetimlerin yetkilerini kısıtlarken, aynı zamanda kamu mülklerine ayrımcılık getirmekte, dolayısıyla kentlerin planlarında bulunması gereken bütünlüğü zedelemektedir. Ayrıca, ülke genelinde kamuya ya da kişilere ait olan taşınmazlara ait tüm etüd, harita, plan işlerinin yetkili idare tarafından üç ay içinde onaylanmaması durumunda tekrar yapma ve hatta ruhsatlandırma yetkisi de söz konusu Bakanlığa verilmiştir. Bu madde Bakanlığın yetkilerini tüm yerel yönetimlerin üzerine çıkarmaktadır. Bunun yanı sıra, köy yerleşik alanlarının imar planı kapsamı dışına çıkarılması ve buralardaki çeşitli kamu binaları için imar planı yapılması şartının kaldırılması, çeşitli binalarda yapı ruhsatı aranmaması, bu alanlarda denetimsizliği artıracak ve insan hayatını tehlikeye sokacaktır. (NESLİHAN DOSTOĞLU)

***

Haziran 2010'daki genel seçimlerden önce yasama gündeminde “Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı” vardı. Yaklaşık bir yıl tartışılan ve sadece çevrecilerin değil, özellikle doğal sit kararlarıyla korunmakta olan “zeytinlik”lerden geçinen ve tarım kesiminden yurttaşların da “adıyla çelişen” bu taslağa STK'lerle birlikte direnişleri etkili oldu, seçime kadar TBMM'ye gelemedi. Şimdi ise söz konusu KHK ile özellikle doğa koruma alanlarında “yatırım” dedikleri inşaatlara olanak sağlayan bu taslağın da önemli oranda “kanunlaştı”ğını görüyoruz. Yani bu KHK ile bir anlamda, TBMM ve kamuoyunun yanı sıra tüm ilgililer devredışı bırakılarak, çevre ve kent değerlerini gözardı eden arazi kullanımlarının ve buna yönelik kamusal alan pazarlamasının önü açılıyor.

Konunun birinci boyutu kuşkusuz demokrasiye indirilen darbedir. KHK kavramı 12 Mart faşist müdahalesinin bir buluşuydu ve o dönemde özellikle siyasî hedefli düzenlemelerde olası parlamento engelini aşmak amacıyla yaratıldı ve kullanıldı.

Şimdi de benzer amaçla kullanıldığı çok açık. Çünkü 12 Eylül'e ait Anayasa'da bile KHK için TBMM’nin hükümete yetki verdiği “zorunlu ve acil durum”lar koşulu yer almasına rağmen, hiç de acil ve zorunlu olmayan, hatta kimi uygulamaları aylar sonraya bırakacak kadar acelesi olmayan konularda karşımıza çıkıyor. TBMM’nin yasama yetkisi, çok geniş kapsamda hükümet tarafından devralınmış oluyor!

Bir başka deyişle, “darbe”lere karşı çok hassas olduğu belirtilen bir iktidar, hemen her konuda, siyasî amacına ulaşmak için, eskimiş bir “darbe hukuku”nu yeniden devreye sokuyor. Üstelik bunu TBMM kapalıyken ve ülke gündemi dış politikaya odaklanmışken yaparak, demokratik yasama süreçlerini ve kamuoyu ilgisini de, deyim yerindeyse “atlatarak” sürdürüyor; Cumhuriyetin elde kalan son temel yasaları KHK darbeleriyle değiştiriliyor. Bunun hangi yönde olduğu ise söylememize gerek kalmayacak kadar açık ve herkesçe biliniyor.

İkinci boyut ise bizim, yani mimarlar, plancılar ve meslekleri gereği kente ve çevreye karşı doğrudan toplumsal sorumluluk taşıyanlar açısından özel önem arz eden 644-648 sayılı KHK'lerdeki, hem yine ulusal demokratik birikimlerimize hem de açıkça bilime, toplum ve ülke çıkarlarına tümüyle aykırı, hatta hukuk mantığı ve ilkeleriyle de çelişen düzenlemelerdir.

Sayfalar tutan ve kimi maddeleri uzun makaleler şeklinde yazılmış bu KHK’lerin yayımlandıkları tarihlere yakın günlerde değil, aylar önceden ve uzun çalışmalarla hazırlandığını sanıyorum. Büyük bir gizlilik içinde, hatta genel seçimlerden çok önce başlayan bu çalışmalarla hazırlanan KHK’ler, eğer kanun şeklinde düzenlenseydi, Başbakanlığa ve ardından TBMM Başkanlığı’na sunulduğunda herkesin haberi olacak ve ilgili kurumların da davet edildiği meclis komisyonlarında ve kamuoyunda da tartışılma süreci yaşanabilecekti.

KHK’lerin hazırlanma ve onay sürecindeki bu gizli kapaklı durum, hiç de “masum” hükümler taşımadıklarının açık göstergesidir. O kadar ki, 12 Eylül faşizminin bile “özerk” yapılanmalarına fazla dokunmadığı meslek Odalarını, tutup merkezî hükümetin birimi haline getirerek doğrudan siyasî denetim altına sokmak, yine bu iktidarın pek meraklı olduğu Osmanlı dönemindeki meslek örgütlenmesi ilkelerine de tümüyle terstir. Hele, üyelik peşinde koştuğumuz AB'de ve dünyanın aklı başındaki tüm ülkelerinde rastlanmayan bir durumdur.

Konunun ayrıntıları Mimarlar Odası açıklamaları ile meslektaşlarımızın makalelerinde yer aldığı için uzatmıyorum, ama bir meslek Odasının kendi çalışma kurallarını belirlemeyi, kendi üyeleri arasından seçilerek oluşmuş demokratik organları elinden almak, mesleğin özerk örgütlenmesine yönelik çağlar boyu süren evrensel geleneği bir KHK ile ortadan kaldırmak, etik açıdan burada tanımlayamadığım bir anlayıştır.

Artık herkes biliyor ki demokratik çağdaş parlamenter düzenin temeli kuvvetler ayrılığıdır. Bu kavramdaki, halkın demokratik iradesine dayalı bir “yasama”, yasalara bağlı “yürütme” ve yürütmeyi mahkeme kararlarındaki deyimle “Türk Milleti Adına” denetleyen bağımsız “yargı”, en genel tanımlar olmakla birlikte, özerk meslek kuruluşları ve Koruma Kurulları gibi kurumlar da yürütmenin denetlenmesinde çağdaş ve gelişmiş demokrasilerin temel kuvvetleri arasındadır.

Şimdi yürütme, bu KHK darbeleriyle ne yapıyor? Birincil amaçlarından biri “çevrenin korunması” olan meslek kuruluşlarının denetimini, aynı kuruluşların dava yoluyla sağladıkları yargısal denetimi ve koruma kurullarının yasal ve bilimsel denetimini yok ediyor. Hatta Özel Çevre Koruma Kurumu’nu bile kapatarak, doğanın gözetilmesini amaçlayan devlet birimini ortadan kaldırıyor!

Üstelik belediyelerin çevre düşmanı yatırımları engelleme olasılığına karşı da önlem getirerek, hiçbir tanım ya da koşul koymadan, çevre ve şehirciliğe aykırı yapılaşma taleplerine “hayır” diyen belediyeyi 3 ay sonra yetkisiz kılarak “o halde ruhsatı ben veririm” diyebilen bir bakanlık bile yaratıyor. Belediye başkanlarımızın, eminim ki “aday” olma ve hatta “seçilme” nedenlerinin de başında gelen imar yetkilerini böylesine pervasızlıkla ellerinden alınmasına karşı süren suskunluklarını ise garipsediğimi eklemeliyim.

O yetkiler ki aslında yerel halkın kentle ilgili imar ve yaşama haklarının karşılığıdır. Yanlış ya da yanlı kullanılmaları yaygın olsa bile, yapılması gereken, katılımcı anlayışı devreye sokarak toplum çıkarına demokratik ve bilimsel imar denetimini sağlamak iken, sadece yatırımcının beklentilerini kollamak amacıyla kentin ve kent halkının yazgısını, tutup merkezî yönetime bağlamak, en totaliter rejimlerde bile görülmüş durum değil.

Kısaca şunu ekleyelim ki bu KHK, Anayasa Mahkemesi’nce ya da doğrudan TBMM’de gündeme getirilerek asıl yasama organı tarafından iptal edilmezse, Türkiye, çevre ve şehircilik açısından tüm dünya karşısında “yüzü kızaran” bir ülke durumuna düşecektir. (OKTAY EKİNCİ)

***

Her konuda olduğu gibi koruma konusundaki yasal düzenlemeler de, yasanın uygulama zemini bulacağı ortamın sosyo-ekonomik, politik, kültürel vb. koşullarıyla birlikte değerlendirilmelidir. En ideal yasa bile, yasanın yürürlüğe girdiği ortamın bilinç ve eğilimleri, uygulama araçları, olası baskılara karşı koyma olanakları vb. koşullar yeterli değilse olumsuz sonuçlar yaratabilir. Toplumsal boyutta koruma bilincinin yeterince gelişmemiş olduğu, ekonomik açmazlar yüzünden çoğunluğun yapıdan elde edilecek rantı bir gelecek güvencesi olarak gördüğü, sermayenin doğal alanlar üzerinde mega yapılaşma eğilimleri içinde olduğu, küresel düzeneklerin “kültürel-doğal kaynaklarına merkezî-yerel yönetimleri, sivil inisiyatifleri, meslek Odaları, akademi camiası, uzmanları ve halkın işbirliği ile sahip çıkamadığı tüm ülkeler gibi ülkemizdeki kaynaklar üzerinde de tehdit oluşturduğu” bir dönemde yasal düzenlemelerin, ideal bir ortam varmış gibi davranmak yerine, sayılan riskleri gözönünde bulundurarak geliştirilmesi gereklidir. Bu çerçeve içinde kültür ve tabiat varlıklarının korunması ile ilişkili 648 sayılı yeni yasal düzenlemenin bazı tartışmalı boyutlarının bulunduğunu söylemek mümkündür.

Yeni yasal düzenlemeye yönelik olarak irdelenmesi gereken birinci konu, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” olarak nitelenen kurgudur. Çevre ve kentleşme stratejilerini bütünleşik biçimde oluşturma niyeti ilk bakışta olumlu bir tutum olarak değerlendirilebilirse de, içerikte “çevre” olgusunun değil, “şehircilik” olgusunun ön planda tutulduğu görülmektedir. Çevre, kimi durumlarda doğa-kent ilişkisi içinde ele alınarak kimi durumlarda ise doğanın kendi özerkliği içinde tartışılması gereken karmaşık bir sistemi oluşturmaktadır. Doğa yoksa aslında kent de varolamayacağından, buradaki yasal dengenin şimdi kayıt edildiğinden daha incelikli bir biçimde tariflenmiş olması gereklidir. Koruma alanı benzer bir deneyimi “Kültür ve Turizm Bakanlığı” kurgusunda yaşamış; bu deneyimde “kültür” olgusunun ön planda olması gerekirken, sermaye erkini elinde tutan “turizm” olgusunun ön planda olması gibi bir sonuç doğmuştur. Kültürel ve doğal mirası ilgilendiren yeni yasal düzenlemede, kentsel dönüşüm, yenileme, transfer alanları ve çeşitli yapılaşmalar açısından yerel karar alma mekanizmalarını geri planda bırakan merkeziyetçi bir yapı oluşturulmasının yanı sıra, tarım arazileri, mera, yayla ve kışlaklar üzerindeki yapı tasarruflarını cesaretlendirebilecek öneriler de kaygı yaratmaktadır. (EMEL KAYIN)

***

648 sayılı KHK’nin birkaç temel vurgusu var:

  • Doğal sit alanlarının diğer sit alanlarından yönetimsel olarak ayrılmasını öngörüyor. Doğal alanların saptanması, tescil edilmesi, planlanması, tescilin kalkması vb. tüm süreç Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından gerçekleştirilecek. Örneğin, “Tabiat varlıkları, doğal sit alanları ve bunlara ilişkin koruma alanları ile ilgili hususlarda karar almak […] üzere; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı merkez teşkilatı bünyesinde [...] söz konusu varlıkların ve alanların özelliklerine göre konusunda uzmanlaşmış biyolog, peyzaj mimarı, ziraat, çevre, orman ve su ürünleri mühendisleri ve hukukçular ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca uygun görülecek uzmanlardan Tabiat Varlıklarını Koruma Merkez Komisyonu “ oluşturulacaktır. Bu hüküm analiz edildiğinde şu olumsuzluklar görülmektedir:
  • Komisyon ÇŞB bünyesinde oluşturulacağı için bilimsel bir özerkliğinin bulunmayacağı açıktır. Bir diğer deyişle, siyasal otoritenin öngördüğü yönde tavır geliştirecektir.
  • Alınacak kararlarda evrensel bilimin öngördüğü ölçütlere ve bunlara dayalı müdahale biçimlerine yer verilmeyebilecektir. Sergilenecek yeni politikanın “koruma” değil, “koşulsuz kullanıma açma” ağırlıklı olacağı açıktır.
  • Sayılan meslek gurupları arasında mimar ve şehir plancısı yoktur. Bunun bir “unutkanlık (!)” olduğu söylenemez. Uzun yıllardır kültürel ve doğal değerlerin korunmasında çaba gösteren bu iki mesleğin sistemin dışında tutulması yeni düzende bu mesleklerin yanında yer almayacağı “başka şeyler”in ağırlık kazanacağını göstermektedir. Bu “unutkanlık (!)” ayrıca siyasi otoritenin doğal alanlarda planlama ve tasarım eylemlerini de yok saydığının bir diğer göstergesidir.

Türkiye’de ilke oluşturan ve koruma süreçlerine ilişkin kararlar alan ilk kuruluş olan Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu üyeliklerinin ömür boyu olduğu ve eksilen üyelerini kendi seçtiği hatırlandığında, koruma sektöründe çağdışılığa doğru hızla gidildiği kolayca görülecektir.

  • Siyasal iktidarın müdahalesi o denli artmıştır ki, yeni oluşturulan Koruma Merkez Komisyonu’nca ve Koruma Bölge Komisyonları’nca alınan kararlar, Bakanlığın onayıyla yürürlüğe girecektir.
  • Mevcut koruma bölge kurullarının tüm üyeleri Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından seçilecektir ve gerektiğinde görevden alınabilecektir. Böylesine “yönetsel” ve “akademik” güvenceden yoksun bir kurumun alacağı kararların “bilimsel ölçütlere uygun “ ve “kamu yararına” olması ne denli olasıdır.
  • KHK’nin Ek Madde 4’de yer alan “Bu komisyonların (doğal sitler için oluşturulacak yeni birimlerin) iş, işlem ve kararları konusunda, bu Kanunun Koruma Yüksek Kurulu ve koruma bölge kurulları ile ilgili hükümleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca alınan ilke kararları çerçevesinde kıyasen uygulanır.” hükmünü yorumlayamadım. Ancak KHK’nin tümüne bakıldığında “hayırlı” bir hüküm olmadığı düşünülebilir. (EMRE MADRAN)

***

Bu düzenlemeyle kurulların (Kültür Varlıkları Bölge Kurallarının) özerkliğinin niteliği konusunda bir değişiklik olmamıştır. (METE TAPAN)

 

“Kültür” ve “Tabiat” Varlıklarını Koruma Kurulları Birbirinden Ayrılabilir mi?

Doğa ve kültür varlıkları, tarihî, arkeolojik sitler birçok noktada birbiri içine geçmiş durumda. Bu birlikteliği ayırmak oldukça yapmacıklı bir durum. (ZEYNEP AHUNBAY)

***

 

Kültür ve tabiat varlıkları, ilk bakışta farklı disiplinleri ilgilendiren, farklı değerlere sahip kavramlar gibi görülse de, bu değerlerin birçok alanda birarada bulunması ve farklı katmanlarla üst üste yer alması, bu alanlara yönelik karar üretme yetkisinin hangi kurumda olacağını düşündürmektedir. Yeni düzenlemenin bu tür çakışmalarda (karma sit alanlarında) nasıl bir kurgu öngördüğü net değildir. Bu belirsizlik alana özel çözümlerin üretilebileceği ve hatta bu çözümlerin yatırım planları ve rant beklentileri ile ilişkilendirilebileceği konusunda endişe yaratmaktadır.  Öte yandan, koruma kurullarının iptal edilen düzeninde tabiat varlıklarına yönelik kararların bu konuda uzman kişilerin (ziraat mühendisi, yer bilimci, su bilimci, orman mühendisi gibi) yer almadığı bir oluşum tarafından alınması sağlıklı değildir. Ancak bu olumsuzluğun çözümü kültür ve tabiat varlıklarına ait karar mekanizmalarının birbirinden ayrılması değil, her iki alanın uzmanlarını biraraya getirecek yeni bir düzenin oluşturulması ile mümkündür. (HÜMEYRA BİROL AKKURT)

***

Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulları’nın birbirinden ayrılmasının belirli yönlerden faydalı sonuçlar ortaya çıkarabileceğini düşünüyorum. Mevcut kurullar; mimar, şehir plancısı, restoratör, sanat tarihçisi, arkeolog ve hukukçu gibi uzmanlık dallarına mensup üyelerden oluşmaktadır. Bu üyeler “kültür varlıkları” ile ilgili konular için yeterli olmaktadır. Ancak “tabiat varlıkları” için yerbilimci, su bilimci, ziraat mühendisi, orman mühendisi, doğa bilimci, şehir plancısı, peyzaj mimarı ve hukukçu gibi uzmanlardan oluşan kurulların oluşturulması daha doğru olacaktır. (CAFER BOZKURT)

***

Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulları birbirinden ayrılmamalıdır; çünkü bazı durumlarda kültür ve tabiat varlıkları yan yana bulunmakta ve birinin korunması diğerini etkilemektedir. Buna örnek olarak Kapadokya bölgesi verilebilir. Kurul üyelerinden biri peyzaj mimarı veya ziraat mühendisi olursa kurulların ele aldığı konularla ilgili daha donanımlı hale gelmesi sağlanabilir. (NESLİHAN DOSTOĞLU)

***

İnsan yaşamında kültür ile doğanın birbirlerini tamamlayan ve geçmişten geleceğe adeta yazgı birliği içinde olan “bütünleşmiş” bir kavram olduğuna dair sayısız uluslararası sözleşmede imzamız var. KHK’yi yazanlar ve onaylayanlar, o sözleşmelere göz atsalardı şunu kavrarlardı: “Kültür”ü insan yaşamı yaratır, yaşamın güvencesi ise korunmuş doğadır. Bu nedenle hemen tüm ülkelerde olduğu gibi bizde koruma kurullarının kültür ve tabiatı “birlikte” gözetmeleri, asla rastlantı ya da bilinçsizlik değil, evrensel koruma ilkelerinin temel koşuludur.

Türkiye bu birlikteliği yıllardır gözetmenin onurunu taşırken, tutup yazımı ve madde içerikleri bile bir yasaya asla yakışmayan KHK emirnamesiyle “kültürü ve tabiatı ayırdık” demek, hatta bununla böbürlenmek, ülkemiz gibi, kültürün ve doğanın binyıllardır “iç içe” olduğu, kültürün doğadan beslenerek uygarlıkların temelini yarattığı, doğanın da kültürle sarmaş dolaş bugünlere geldiği bir coğrafyanın yöneticilerine asla yakışmıyor.

Kaldı ki birçok doğal sit, sadece “tabiat” değerlerinden ötürü değil, insanın doğayla içi içe ve onunla uyumlu yaşamasının geleneksel birikimlerini ve bundan doğan kültür değerlerini içerdiği için, bu tanımla koruma altına alınmıştır. Bu ne cahilane bir anlayıştır ki, örneğin kırsal mimarinin geleneksel örnekleriyle bezeli doğal sitleri “balta girmemiş orman”la aynı kefeye koyuyor.

Barselona Sözleşmesi, işte bu cahilliğe düşülmesin diye “doğal sit” kavramı ile “özel çevre koruma bölgesi” kavramını zaten birbirinden ayırmıştır. Öyle ki, bırakın insanın kırsal yaşam kültürünü yaratmasını, insanın bile girmesi ve kullanması sakıncalı görülen lagüner alanlar, deltalar, balıkların ve deniz kaplumbağalarının yumurtlama alanları, “günlük” ağaçları ya da longozlar gibi çok ender bulunan ormanlık alanlar ya da yine dünyada az rastlanan bitki türleri ile kaybolmaya yüz tutmuş fauna (hayvan varlığı) ve flora türlerinin yaşadıkları yerler zaten doğal sit yerine özel çevre koruma alanları olarak belirlenmektedir.

Bu uluslararası kurala Türkiye de imza atmış ve Özel Çevre Koruma Kurulu da bu amaçla kurulmuşken, örneğin Karadeniz yaylaları, özgün yayla evleri, göz dolgu yapıları, ahşap serenderleri ve hatta köy teleferikleriyle, doğaya saygılı seyrek yerleşim dokularıyla; ya da Muğla Karabağlar yaylası yerel yayla mimarisi, kahveleri, camileri hatta meydancıklarını çevreleyen kır kahveleri ve dükkânlarıyla; Yörük obalarımız eşsiz yaşam kültürleriyle; dahası İstanbul’da “Boğaziçi”, “kuzeydeki köyler ve çevresi”, hatta “Adalar” ve daha birçok örnek, “doğal sit” oldukları için, kültür yoksunu bir anlayışla kültür-doğa ayrışmasına nasıl tabi olabilirler?

Ben bu KHK’nin tez zamanda düzeltileceği kanısındayım, çünkü ülkemin yasalarında böylesine garipliklerin yer almasını hem kabul edemiyorum, hem de aynı KHK’yi yazanlara ve onaylayanlara asla yakıştırmıyorum. Kaldı ki Başbakan, Sayın Bakanlar ve KHK’yi belli ki hiç irdelemeden onaylayan Cumhurbaşkanı, kendi memleketlerindeki kırsal yaşamla bütünleşmiş doğal alanların “kültür ve tabiat” bütünselliği içindeki zenginliğini bir düşünsünler, yapılan yanlışı hemen göreceklerdir. (OKTAY EKİNCİ)

***

Yeni yasal düzenlemenin “kültür” ve “tabiat” varlıklarının korunması konusunu iki ayrı kurulda çözümlemiş olması durumu da, bazı sorular içermektedir. Evrensel koruma anlayışının “bütünleşik koruma” düşüncesini benimsemiş olması ve kültürün kendisini vareden doğa içinde bir denge halinde yaşamak zorunda olduğunun çağımızda yüz yüze gelinen çeşitli felaketler yüzünden iyice anlaşılmış bulunması; dolayısıyla “kültür” ve “tabiat” olgularının aynı kurul içinde değerlendirilmesinin daha doğru olacağı söylenebilir. Böyle bir düzeneğin yetkin biçimde işleyebilmesi için kurul yapısı içindeki uzman sayıları artırmalı ve uzmanların disiplinlerarası çalışma koşulları geliştirilmelidir. (EMEL KAYIN)

***

Bu konuyu irdelemeden önce, kavramsal bir başka konuya değinmek gerekmektedir. Mevcut koruma mevzuatında, doğal değerlerle kültürel değerlerin birlikte olduğu alanlar için bir kavram ve tanım bulunmamaktadır. Yabancı literatür ve uygulamada “kültürel peyzaj = cultural landscape” olarak yer alan bir tanım, özellikle Mimarlar Odası’nın çabalarına karşın uygulamaya girememiştir.

Kültürel Peyzaj Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) tarafından “kültürel ve doğal kaynakları ve bu bağlamda yaban hayatı ve evcil hayvanları içeren, tarihî bir olay ve bir etkinlikle birlikte olan ya da çeşitli kültürel ve estetik değerler sergileyen coğrafi alanlar” olarak tanımlanmaktadır. Bu alanlarda doğa ve insan eliyle oluşturulmuş öğelerin uyum içinde olması; tarihî, estetik, etnolojik ve antropolojik olarak değer taşımaları; o bölgedeki hâkim doğa unsurlarını, arazi kullanım biçimlerini ve geleneksel yaşamın sürdürüldüğü dokuları bölge adına temsil edebilmeleri, aranan diğer nitelikler arasındadır.

Kültürü ve tabiatı birbirinin ayrılmaz parçası olarak göremediğimiz bir ortamda, “Kültür” ve “Tabiat” Varlıklarını Koruma Kurulları’nın birbirinden ayrılması yadırganmamalıdır. Kaldı ki, UNESCO bünyesinde hizmet veren Dünya Miras Komitesi, çeşitli ülkeler tarafından Dünya Miras Listesi’ne girmesi için önerilen değerleri uzun yıllar “doğal” ve “kültürel” olarak ayırmışken, bu iki tanımın tüm değerleri kapsamadığını görmüş ve son yıllarda “kültürel peyzaj alanları”nı üçüncü bir kategori olarak kabul etmiş ve uygulamaya sokmuştur. (EMRE MADRAN)

***

Sorunun yanıtı, konuların özelliklerine göre değişebilir. Koruma Kurullarında bugüne dek tabiat varlıkları konusunda uzman üyelerin olmadığı bir gerçektir. Tabiat varlıklarını salt bitki dünyası olarak görmemek gerekir. Doğal dünyanın tümü tabiat varlıkları şemsiyesi altındadır. Nehir ve yatakları, kayalıklar, sarkıtlar, doğal peyzajlar, şelaleler, peri bacaları, göller, adalar vb. tüm bu doğal varlıklar bugüne dek Koruma Kurulunca korunmaya çalışılıyordu, şimdi bu varlıklar 648 sayılı KHK'ye göre Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlı komisyonlar tarafından korunacak. Bu komisyonlarda, Kültür Varlıkları Bölge Kurulu’nda olmayan uzmanlar olacak ve onlar doğal varlıklarımızın değerlendirilmesini yapacak. Uygulamada bazı tereddütler yaşayacağımız kesin. Bazı alanlar hem kentsel sit, hem de doğal sit olarak belirlenmiş. 648 sayılı KHK bu yerlerde iki bakanlığın beraber karar vermesini öngörmektedir. Ortak karar nasıl oluşacak, bunları göreceğiz... (METE TAPAN)

 

Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları’nın İcracı Bir Bakanlık Olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na Bağlanacak Olmasını ve Özel Çevre Koruma Kurumu’nun Kapatılmasını Nasıl Değerlendiriyorsunuz?

Çok sakıncalı buluyorum. Emir komuta zincirine giren her kurum iktidarın istediklerini yapmak durumunda kalacaktır. (ZEYNEP AHUNBAY)

***

Yeni kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yapısı henüz net değildir. Ancak bu kurumun icracı bir Bakanlık olması ve tabiat varlıklarının korunması konusunda tek yetkili karar mekanizması olarak belirlenmesi düşündürücüdür. (HÜMEYRA BİROL AKKURT)

***

Eski bakanlıklar iptal edilerek kurulan yeni Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın tam olarak nasıl yapılandırıldığını bilmiyorum. Bu değişimin, uygulamada çabukluk ve pratiklik getireceğini görmekle birlikte, çok sorunlu olacağını da düşünmekteyim. (CAFER BOZKURT)

***

Doğrudan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından atanacak uzmanlar tarafından doğal sit alanlarının yeniden değerlendirilmesi objektiflik açısından sorular uyandırmaktadır. (NESLİHAN DOSTOĞLU)

***

Sanırım bu sorunun yanıtını bir önceki soruda önemli oranda vermiş oldum, ancak şunu ekleyebilirim: Çevreyi sadece kentleşme bozmuyor ki şehirciliğe bağlayarak koruyacaklarını söylüyorlar. Örneğin şu doğaya çöreklenmeyi pek seven “turizm” anlayışına ne buyrulur? Ya da göl ve nehir kıyılarımızdan en değerli sitlerimize kadar, hatta tarım alanlarına ve ormanlara göz diken “sanayi” ne olacak? Ormanları kemiren maden ve taş ocakları ile tarım alanlarına üşüşen çimento fabrikalarını ne yapacağız? Örnekleri çoğaltarak sözü uzatmayalım ama bunlar için de “çevre ve turizm” ya da “çevre ve sanayi” gibi bakanlıklar uydurmak çözüm olabilir mi?

Bu nedenle en doğrusu “çevre”nin tek başına ayrı bir bakanlık olarak örgütlenmesi ve diğer tüm bakanlıkların çevreye saygılı olmalarını sağlayacak bir konumda bulunmasıydı. Ama bunun öneminin ve gereğinin sadece şu andaki yönetimce değil, ne yazık ki şu “kanaat önderleri” denilen “çokbilmiş”lerce de kolay kavranacağını sanmıyorum. Çünkü KHK çıktığından bu yana bakıyorum, kimse bu konuyu yazmıyor, tartışmıyor bile... (OKTAY EKİNCİ)

***

Özel Çevre Koruma Kurumu’nu kapatan yeni yasal düzenlemenin bu konuda aceleci bir tutum izlediğini söylemek mümkündür. Özel Çevre Koruma Kurumu, örgütlenme ve uygulama süreçlerindeki çeşitli sorunlarına rağmen, “kültürel-doğal değerlerin bütünleşik; ama havzalar bazında doğal değerin belirgin biçimde güçlü olduğu bölgelerdeki” yapılaşmayı denetleyebilecek ve doğal hayatı geliştirebilecek bir öngörü sunabildiği için olumlu bir kurgu olarak değerlendirilebilir. Bu kurumun kapatılması yerine sorunlarının giderilerek etkinlik alanının geliştirilmesi daha uygun bir tutum olarak görülmelidir. (EMEL KAYIN)

***

Üyelerinin siyasal otorite tarafından seçildiği ve yetkilerinin kısıtlandığı bir ortamda, Koruma Kurulları’nın nereye bağlanacağı büyük önem taşımamaktadır. 648 sayılı KHK ile 2863 sayılı Yasa’nın 61. maddesine yapılan şu eklemeler, yetkilerin nasıl kısıtlandığını açıkça göstermektedir:

  • Koruma bölge kurullarınca alınan kararlara kamu kurum ve kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişilerce yapılan itirazlar, Bakanlıkça değerlendirilerek gerekli görüldüğü takdirde Koruma Yüksek Kurulu gündemine alınır.
  • Bu itirazlar, Koruma Yüksek Kurulunca incelenir ve en geç üç ay içinde karara bağlanır. Koruma Yüksek Kurulunda görüşülen itiraz konuları ayrıca koruma bölge kurulu gündemine alınmaz. Koruma Yüksek Kuruluna yapılacak itirazlarla ilgili usul ve esaslar Bakanlıkça hazırlanan yönetmelikle belirlenir.

Özel Çevre Koruma Kurumu’nun (ÖÇKK) kapatılması konusundaki düşüncelerimi ise şöyle sıralayabilirim:

    • ÖÇKK hiçbir zaman doğal, yeri doldurulamaz, vazgeçilemez bir kurum olamadı. Daha önce mevcut koruma kurumları ve koruma statülerinden bazı parçaların alınması ile oluşturulmaya çalışıldı ve bir “derleme” kurum görüntüsü verdi.
    • Özel çevre koruma alanlarının sınır ve nitelikleri incelendiğinde, bir bölümünün bu tanımı haketmediği görülecektir. Fethiye-Göcek özel çevre koruma alanının bazı bölümleri buna örnektir.
    • Kendi mevzuatı olmasına karşın (383 sayılı KHK), diğer koruma mevzuatına bağlı kalmak ya da onlardan etkilenmek durumunda kaldı. Bu husus, belki de kurumsallaşmasının yeterli ve istenen düzeye ulaşmasını engelledi.

Özetle, bugünkü yapısı ve yaklaşımları bağlamında ÖÇKK’nun kapatılmasını çok büyük bir kayıp olarak görmüyorum. (EMRE MADRAN)

***

Özel Çevre Koruma Kurumu'nun neden kapatıldığını tam anlamış değilim. Bu nedenle konu hakkında yorum yapamayacağım. Tabiat varlıklarının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na bağlanmasını çok fazla yadırgamadım. Bir çevrenin bütün boyutlarıyla korunmasına yönelik bir girişim olarak görüyorum. Ancak bu girişimin sağlıklı olabilmesi için koruma kriterlerine uyulması ve koruma komisyonlarına seçilecek üyelerinin gerçek uzman kişiler olmasında çok büyük yarar vardır. Ayrıca kültür varlıkları Koruma Kurulları için geçerli olan yönetmeliklere benzer yönetmeliklerin devreye sokulması gerekir. (METE TAPAN)

 

Bu KHK Çıkmadan Önce, Koruma Kurullarının İşleyişindeki Temel Aksaklıklar Nelerdi?

Koruma Kurulları’nın Oluşturulma Yöntemi

ve İşleyişi Yeniden Düzenleniyorken, Geçmişten Gelen Bazı Sorunlara Çözüm Önerileriniz var mı?

Koruma Kurullarının oluşumunda koruma disiplininin yeterince, deneyimli öğretim üyesi veya uygulamacı mimarlar seçilerek temsil edilmemesi önemli sakınca yaratmaktaydı. Koruma Kurullarına koruma kuramı, uluslararası koruma ilkeleri, Dünya Mirası, koruma hukuku konularını bilmeyen kişilerin atanması, kurulların saygınlığını azaltan bir durumdu. Hükümetin tepeden inme yeni birşeyler önermeyi zorlaştırmakta, adeta abesleştirmektedir.

Yine de dinleyen olursa diyerek önereceğim bir konu, kurullarda mutlaka koruma disiplininden ve kentsel koruma alanında uzman üyelerin bulunması, koruma hukuku konusunda birikimi olmayan hukukçuların kurul bünyesinde yer almaması şeklinde olacaktır. Hukuk konularında kurulların danışacağı üyelerin Bakanlıkça belirlenerek kendilerinden yararlanılması uygun olacaktır. Aynı konu strüktür konularındaki sorunlarla ilgili olarak da önerilebilir. Strüktür analizleri ve sağlamlaştırma önerilerinin gözden geçirilmesinde kurulun danışman olarak başvuracağı, kargir veya ahşap strüktürler konusunda deneyimli uzmanlar saptanarak gerektiğinde yararlanılmasını öneririm. (ZEYNEP AHUNBAY)

***

Koruma kurullarının bir önceki yapısının kusursuz olduğunu söylemek tabii ki mümkün değildir. Bu konuda ön plana çıkan temel problemler şöyle belirtilebilir:

  • Gündemde görüşülen konularla (özellikle tabiat varlıkları) ilgili tüm uzmanlıkların kurul bünyesinde temsil edilmemekte ve dolayısıyla üyelerden bilimsel anlamda yeterli olmadıkları konularda karar üretmeleri beklenmektedir.
  • Kurul üyelerinin belli disiplinlerce temsil edilmesine karşın, birçok üyenin (özellikle Bakanlık temsilcilerinin bir kısmının) koruma alanında uzmanlaşmamış olması görüşülen konulara koruma disiplini, koruma ilkeleri, ulusal ve uluslararası ortamda kabul gören öngörülerin farkında olmayan bir anlayışla yaklaşılmasına neden olmaktadır. Bu durum, bazı gündem maddelerinde kurulların önceliğini korumadan uzaklaştırmakta ve hatta kamu yararı, kişisel mağduriyet gibi konulara öncelik tanınmaktadır. Oysa koruma uygulamalarının yürütülebilmesi için öncelikle karar organını oluşturan tüm bireylerin koruma kuramına ve koruma ilkelerine hâkim olması, gündemde yer alan tüm sorunları ele alırken koruma öncelikli bir bakış geliştirmesi gereklidir.
  • Toplantıların yoğun gündemlerle gerçekleştirilmesi konuların hızla ele alınmasını, hızla karar üretilmesini gerektirmektedir ve bu durum sağlıklı karar oluşturulmasına engeldir.
  • Toplantılarda yerel idare temsilcilerinin yanı sıra meslek Odaları temsilcileri de yer almakla birlikte, meslek Odalarının kararların üretilmesinde herhangi bir rolü yoktur. Hatta bu nedenle meslek Odaları birçok toplantıya katılmamaktadır. (HÜMEYRA BİROL AKKURT)

***

KHK çıkmadan önce Koruma Kurullarında görülen temel aksaklık, çeşitli kurumlardan gelen ve farklı altyapıya sahip üyeler arasında tam bir uyum ve anlayış olmamasıdır. Bu durum tabiat varlıkları, kültür varlıkları, yerel yönetimler ve vatandaş için hep problem yaratıyordu. Umarım yeni uygulama bunlara çare olur. (CAFER BOZKURT)

***

En önemli sorunlar şunlardır: Türkiye’de uygulanan deprem, yangın gibi çeşitli yönetmeliklerin Koruma Yasası ile çelişmesi; Koruma Kurullarına YÖK veya Bakanlık tarafından atanan öğretim üye ve görevlilerinden bir kısmının koruma konusunda herhangi bir uzmanlığı olmaması; kurullarda görev yapan üyelerin giderek üniversitelerden değil, belediyelerde görev yapan memurlardan oluşması, dolayısıyla işin bilimsel yanının giderek zayıflaması ve kurulların bir anlamda siyasileşmesi; kent dışından gelen üyelerin sık aralıklarla toplanması mümkün olamadığından toplantılarda çok yoğun gündemin oluşması ve bunun kararların sağlıklı bir biçimde verilmesine engel teşkil etmesi; meslek Odalarının Koruma Bölge Müdürlüğü tarafından davet edildiği durumlarda bile düzenli olarak toplantıya katılamaması; halkın koruma konusunda yeteri kadar bilinçlendirilmemesi.

Çözüm önerileri: Yasa ve yönetmelikler bir bütün olarak ele alınmalıdır. Kurul üyesi olan öğretim elemanları konunun uzmanlarından seçilmelidir. Kurullarda öğretim üyelerinin yanı sıra ancak konuyla ilgili üst düzeyde deneyimi olan bürokratlar bulunmalı ve bu oran öğretim üyelerini oranının üzerine çıkmamalıdır. Kurullar daha sık aralıklarla toplanmalıdır. Halkın ilköğretimden üniversiteye kadar koruma konusunda bilinçlendirilmesi, medyanın da bu konuda kullanılması, korumanın teşvik edilmesi gerekmektedir. Koruma müdürlüklerinin halkın kolaylıkla gelip danışabileceği, bilgi alabileceği yerler haline getirilmesi koruma bilincinin yaygınlaştırılması için büyük önem taşımaktadır. (NESLİHAN DOSTOĞLU)

***

Kültür ve doğa varlıkları, sadece tapulu sahiplerinin değil, tüm ulusun hatta insanlığın ortak malıdır. Bu nedenle bir ülkedeki rejim ne olursa olsun, uzman ve birikimli kişilerden oluşan özerk ve siyaset dışı kurullarca alınan kararlara korunmaları evrensel kuraldır ve uluslararası sözleşmelerin temel ilkesidir. Bunu başka türlü söylersek, hiçbir kültür ve doğa varlığı, o ülkedeki “demokrasi” ile ortadan kaldırılamaz, halk öyle istiyor diye yok edilemez. Çünkü insanlığın ortak zenginliğidir ve her devlet bunu güvenceye almak zorundadır.

Özerk Koruma Kurulları, işte bu nedenle oluşturulur ve bizde de ilk örgütlenmesi 1954’te kurulan Gayrimenkul Eski Eserler ve Yüksek Kurulu (GEEAYK) idi. GEEAYK öylesine özerk ve siyasetten öylesine bağımsızdı ki, ülkenin en birikimli uzmanlarından seçilen üyeleri ölünceye kadar aynı görevi sürdürürlerdi. Böylece, kararlarına siyasilerin karışması ya da siyasilerin işlerine gelmeyen kararlarından ötürü görevlerinden alınma gibi bir durum asla söz konusu olmadan, geçekten özgürce ve özerk çalışırlardı.

GEEAYK’nin bu yapısı 12 Eylül sürecinde 2863 sayılı Koruma Yasası ile değiştirilmiş ve işlerin hızlı sonuçlanması gerekçesiyle “Bölge Koruma Kurulları” dönemi başlamış olsa bile yasadaki “kurul kararlarına herkes ve ilgili kamu kurumları da uymak zorundadır” hükmü, kurulların özerk niteliklerinin korunması anlayışının sürdüğünü gösterir. Hatta Koruma Yüksek Kurulunun bile Bölge Koruma Kurullarının kararlarına karışma yetkisinin olmaması, “ilke kararları” denilen kararlarla bir tür tavsiyelerle yetinilmesi, bu özerkliğin sürdüğünü gösterir.

Ne var ki geçen zaman içinde kurulların özerk yapılarıyla aldıkları kimi kararlar siyasilerin beklentilerine uymayınca, buna çözüm olarak yine ilke kararlarıyla bazı kısıtlamaların getirilmesi de bugün varılan sonucu hazırlayan gelişmelere neden olmuştur. Kurul üyelerinin yapılanmasında egemen siyasete yakın isimlerin yer alması giderek ağırlık kazanırken, korumadan yana üyelerin ipe sapa gelmez gerekçelerle görevlerinden alınmaları Koruma Kurullarının geleneksel özerk yapılanmalarında yaralar açmaya başlamıştır. Ayrıca, siyasî erkin, işine gelmeyen kararların yürürlüğe sokulmaması için yarattığı bürokratik engellemeler de herkesin bildiği örnekleri yaratmıştır. Örneğin sit alanlarında koruma ilkelerine aykırı yapılanmalara göz yummak ya da özendirmek, olağan imar tutumlarına dönüşmüştür.

Peki, çözüm içim neler yapılmalı, hangi önlemler alınmalıydı? Bu konuda yazdıklarımızı ve hatta yıllardır Bakanlığa da sunmaktan yorulmadığımız raporlarımızı uç uca ekleseniz, bu derginin tüm sayfaları yetmez. Yine de hoş bir “nostalji” içinde özetleyelim:

  • Öncelikle kurulların oluşumundan çalışmasına dek özerk, birikimli ve kararlarının sonuçlarını denetleyebilir olmalarını sağlayacak, kurul kararlarının da denetlenebilirliğini kolaylaştıracak düzenlemeler gerekiyor. Örneğin, kararların uygulanmasını denetlemede KUDEB’lerin daha etkin devreye girmeleri ve kurullarla eşgüdüm içinde çalışmaları önem kazanıyor. Kararların denetlenmesinde ise akademik ve meslekî kurum temsilcilerinin kurul toplantılarına katılmaları, isteğe bağlı değil, zorunlu kural olarak gerçekleşmeli.

 

  • Bu konuda meslek Odalarına düşen görev de kurullara katılacak üyelerini belirlerken, kurul üyeliklerinde aranan uzmanlık ve birikimli olmaya özen göstermeleri, Oda temsilciliklerinin her seferinde farklı kişilerle değil, olabildiğince aynı kişilerle yapılması önemsenmelidir. Atamalarda da kurul üyeleri, uzmanlık ve birikim bakımından belirlenmiş ölçütlere uygun olmaları koşuluyla, ister meslek kuruluşlarının demokratik ortamlarında, ister üniversitelerde, nedenlerini ve amaçlarını da belirterek açıkça bu göreve “aday” olmalılar, yani kurul üyeliği için “kulis” ya da “özel tercih” veya “tavsiye” olayı artık bitmelidir.

  • Bakanlıkta oluşacak ve üniversitelerle meslek Odalarının da temsil edildikleri özerk bir “adayları değerlendirme kurulu”, üyelik koşullarını taşıyan istekliler arasından değerlendirmelerle seçimini yapmalı, üyelikleri uygun görülenler için kurullara görevlendirme kararları bakan onayına sunulurken gerekçeler açıkça belirtmeli, böylece siyasi tercihler yerine açık ve demokratik atama süreci yaratılmalıdır.

  • Kurulların kimi uygunsuz kararlarına karşı açılan davalarda, o karara imza atan üyeler sorumlu olmalı ve savunmalarını Bakanlık değil, kendileri yapmalıdırlar.

  • Kurullar kadro, ekipman ve araç-gereç açısından güçlendirilmeli, söz gelimi raportörler, konuları yerinde incelemeye iş sahibinin aracı ile değil, kurulun aracıyla gitmeliler.

  • Benzer konulardaki kurul kararlarının farklı kurullarda birbirleriyle çelişir içerikte alınmaması, bu konuda kurullar arasında eşgüdüme de katkı yapacak genel bir bilgilenme ortamının sağlanması için tüm kurulların tüm kararları yine bakanlıkça sağlanacak ortak bir elektronik ya da basılı yayında periyodik olarak yayımlanmalıdır. Bu yayın, sadece tapu sahibinin değil, herkesin hatta tüm insanlığın ortak değerleri olan kültür mirası hakkında alınmış kararların gizli kalması yerine açıklık içinde kamusal ve bilimsel-demokratik denetime de katkı yapacaktır. Kurul kararlarının mutlaka açık, anlaşılır ve detaylı gerekçelerle yazılması sağlanmalı, plan ve proje müellifleri kurul toplantılarına kesinlikle katılmalıdır.

  • Söz konusu KHK ile sadece “kültür varlıkları”ndan sorumlu olmak üzere yeniden yapılandırılan “Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulları”na gelince... Bu yeni kurullar için de yukarıda belirttiğimiz hususlar elbette geçerli olmakla birlikte, Türkiye’de 1970’lerden bu yana belli bir mesafe alınmış olan “tek yapı”nın yanı sıra “kentsel doku” korumasının daha da önem kazandığını söylemeliyim. Bütüncül kentsel doku korumasının içinde ister istemez doğal varlıklar da (tarihî parklar, mesireler, anıt ağaçlar, doğal ve mimari peyzaj vb.) yer alacağından, Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları’nın “tek yapı ölçeği”nin dışında geleneksel kent dokularının da “tüm kültür ve tabiat değerleri”yle yaşatılmasını hedef almaları, yaşamsal sorumlulukları arasında yer alacaktır.

Ben er geç kültür ve tabiat varlıkları bütünselliğinin ülkeye yakışır olgunlukta yeniden sağlanacağına inanıyorum. Bu umutla yeni oluşan Kültür ve Tabiat Varlıkları Kuruma Bölge Kurullarına başarılar diliyoruz. (OKTAY EKİNCİ)

***

 Koruma alanında geçmişte de her şeyin mükemmel işlediğini söyleyebilmek hiç kuşkusuz mümkün değildir. Yaşanan sorunların bir bölümü de Koruma Kurulları ile ilgilidir.

Koruma Kurulları’nın örgütlenme ve işleyişine yönelik olarak, farklı uzmanlıkları temsil eden üye sayısının yetersizliği, karar alma süreçlerinde disiplinlerarası çalışma olanaklarının yeterli derinlikte geliştirilememesi, kurullarda koruma konusunda uzmanlığı ve yeterli deneyimi olmayan üye sayısının çoğalmış olması, kurul sayısının ve kurullarda çalışan personel sayısının azlığı yüzünden işlerin ağır işlemesine bağlı biçimde yaşanan toplumsal mağduriyet, kurulların çalışma özerkliklerine çeşitli müdahalelerde bulunulması, zedelenmiş bulunan toplum-kurul ilişkilerini yeniden onarabilecek mekanizmaların olmaması gibi eksiklikler sayılabilir.

Yeni dönemde Koruma Kurulları açısından, üye ve personel sayısının-niteliğinin arttırılması, çalışma olanaklarının iyileştirilmesi, bilim-uzmanlık temelli özerkliğin güçlendirilmesi, kurulun koruma bilgisini, gerekliliğini ve işleyiş mekanizmasını topluma anlatabileceği sistemlerin teşkil edilmesi gibi işleyişi sağlıklı hale getirebilecek önlemler geliştirilebilir. (EMEL KAYIN)

***

Mevcut “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulları”nın (KTVKBK) işleyişinin doyurucu bir analizini yapmak için, 1950’lerden günümüze koruma sektörünün değişim ve kırılma noktaları ile merkezî ve yerel koruma kurumlarının bu noktalardaki rollerini ayrıntılı olarak incelemek gerekir. Bu analiz doğal olarak bir soru/cevap formatını aşar. Yine de mevcut işleyişe ilişkin bazı gözlemleri sıralamak olasıdır:

  • KTVKBK’nin, ülke ölçeğinde bir dil birliği yakaladığı söylenemez. Yüksek Kurul’un ilke kararlarına bağlı olarak çalışmakla yükümlü kılınmakla beraber, bu kararlarının çoğunun “ilke” düzeyinde olmaması, bir başka deyişle korumanın kavramsal alt yapısını oluşturmaktan uzak olmaları bu dil birliği sorununu yaratmıştır. Birbirine benzer konularda değişik karar alabilen KTVKBK’nin inandırıcılığı ve güvenilirliği azalmıştır. Bu husus özellikle mimar ve şehir plancısı müelliflerin yakınmalarının başında gelmektedir.
  • Bu sorun KTVKBK’yi oluşturan üyelerin korumaya çok değişik bakmalarından da kaynaklanmaktadır. Örneğin “ tekil yapıların projelendirilmesinde olmazsa olmaz bir belge olan “restitüsyon”un tanımı, içeriği ve hatta gerekliliği hâlâ tartışılabilmektedir.
  • 648 sayılı KHK ile son şeklini alan KTVKBK üyelerinin niteliği incelendiğinde, üye olabilmek için öngörülen tek koşulun “arkeoloji, sanat tarihi, hukuk, mimarlık ve şehir plancılığı konularında uzmanlaşmak” olduğu görülecektir. Bir diğer deyişle bu alanlardan birinde uzman iseniz, koruma sektörünün kavramsal ve uygulama alanlarında bir birikiminiz olmasa da KTVKBK üyesi olunabilmektedir. Bu nedenle, mesleklere olan saygıyı ve ilgili meslek adamlarının kendi alanlarındaki değerlerini saklı tutmak koşuluyla, KTVKBK üyelerinin bir bölümünün “yeterliliği” sorgulamaya açıktır.
  • “Koruma Kurulları / müellif” ya da “koruma kurulları / meslek Odaları temsilcileri” ilişkilerinde, gerçekleştirilen tüm yapıcı uyarılara karşı hâlâ aksayan noktalar vardır.
  • Özellikle son yıllarda KTVKBK üyeliklerine yapılan atamaların hangi ölçütlere göre yapıldığı da yanıt bekleyen bir diğer sorudur.

648 sayılı KHK ile yeniden biçimlenen KTVKBK’nin yukarıda bir bölümü sıralanan sorunlarının çözümü için getirilecek en temel öneri, bu kurumun “evrensel ve ulusal koruma öğretisini içselleştirmiş üyelerden oluşan, kamu yararını ön planda tutan, yönetsel ve bilimsel özerkliğe sahip” bir yapıya kavuşturulmasıdır. Halen özellikle doğal değerler için izlenen politikanın temel sloganlarının “ayağımıza dolanmayın, önümüzü kesmeyin” şeklinde olması, bu yeni yapılaşmanın bir ütopya olduğunu göstermektedir. (EMRE MADRAN)

***

Koruma Kurulları'nın işleyişinde temel aksaklıkların neler olduğu bu özet yazıma sığmayacağı için, bu konuyu değinmek istemiyorum. 23 yıldır bu konularla uğraştığım için bilgi ve deneyim yönünden oldukça donanımlıyım... En önemli sorun, kurulların işleyiş biçimi ve kurul üyelerinin her zaman 2863 sayılı Yasa’nın buyruğu doğrultusunda seçilmemeleridir. Kuşkusuz yasalar ne kadar mükemmel olursa olsun, bu yasaları uygulayacak olanların “kişilikleri ve bilgi düzeyleri” her konuda olduğu gibi en önemli rolü oynamaktadır. (METE TAPAN)

Bu icerik 8787 defa görüntülenmiştir.